Sivil toplum geleneğimiz pek yok, o yüzden devlet kademeleri bizim için fazla önemli. HSYK seçimlerine de bu yüzden çok fazla önem atfettik, çünkü sonuçlarına katlanmak zorunda bırakılacağımızı içten içe biliyoruz. Zira Gezi gibi bir tepki bir daha ne zaman yaşanır bilinmez ama şu kesin ki, bu ülkede bir daha hiçbir anne, çocuğunu ekmek almaya rahat gönderemeyecek.
Halbuki kendimizi güvende hissedebileceğimiz tek alandır, sivil toplum. Zaten tüm sorunların kendisinden çıktığı yönetimin uzantısı olan kurumların bize güven vermesi mümkün mü gerçekten?
Tabii ki değil. Tam da bu yüzden, HSYK seçimleri de “bir noktaya kadar” önemliydi. Kurul devletle 2012 referandumu öncesinde de zaten fazlasıyla iç içeyken, “yeni Türkiye’nin 12 Eylül’ünden” sonra artık iyice “patron ne derse o olur” kıvamına dönüşmüştü. Yani son seçimi eğer başka gruplar kazansaydı bile, daha kötü olmazdı belki ama, motorları süreceğimiz bir maviliği yine de bulamayabilirdik.
Mahkemeler hukuku uygular ve kimi hallerde yaratır. Ama sistemin kendisinin kurallarını belirleyen bileşenler, hükümetten ve kökleşmiş devlet yapısından söz etmeyip direkt konuşursak; adalet bakanlığı, HSYK ve... Neresi dersiniz?
Bakanlıklardan ve atanmışlardan bağımsız. Tamamen seçilmişlerden oluşan. Hem kurullarla, hem “sahayla” muhatap. Kanunları hem koymayı, hem uygulamayı, hem de onların uygulanmasıyla çıkan sorunları bilen. Hukuk için uğraşanların derdini birinci ağızdan dinleyebilip, bunları “devletlü makamlara” iletebilen. Tek bir kurum vardır.
Barolar.
Hani şu Erdoğan’ın, birliğinin başkanına “O varsa ben yokum” diye tavır koyduğu yer.
Son yıllarda hak ihlalleri haber niteliğini kaybetti ve bu nitelik, hakkın yerine getirilmesi hallerine ait olmaya başladı. İşte orada da hep biz avukatlar vardık. Çünkü –her ne kadar kararlar “Türk milleti adına” diye başlıyorsa da zaten bu bile gösteriyor ki, devletin verdiği kararların karşısında duracak tek meslek grubu bizdik.
İşte Erdoğan, aslında TBB başkanını değil, tam olarak bizi karşısında istemedi. Halbuki başını kaldırdığında yine görecek; biz yine karşısındayız. Çünkü özellikle iktidara dayalı her türlü hak ihlalinin karşısında olmak, savunmanın bizatihi varlık nedenidir.
Hasılı, “patronumuz” Erdoğan hukuk sisteminin barolar kısmından rahatsız olduğunu zaten gizlemeye ihtiyaç dahi duymuyor. Bakanlık deseniz zaten iki dudağının arasında. Kala kala bir HSYK kalıyor – du. Öyle ki, kendisinin bakanlarından biri, “HSYK sonuçları istediğimiz gibi olmazsa seçimi geçersiz sayarız” bile diyebilmişti. Sandık sonucuna kutsiyet ve “tam sürüm dokunulmazlık” atfeden bir zihniyet için özellikle ilginç sözlerdi bunlar.
An itibariyle, neticede zaten önü sonu bir devlet kurumu olan HSYK, patronun istediği hale gelmiş durumda. O halde barolara geri dönelim.
İstanbul Barosu’nun son yıllardaki karşı duruş hali, genelde “ihlal seçilimi” yoluyla kendini gösterdi. Daha doğrusu ihlal mi seçti yoksa beğenmediklerine “ihlal değildir” mi dedi, bunu bilmiyoruz. Çünkü ses vermesini beklediğimiz pek çok yerde, baro susmayı tercih etti.
Bunun vermekten hiçbir zaman bıkmayacağımız örneği, KCK avukatları oldu. Savunma görevini yerine getirdiği için tutuklanan meslektaşlarına ilişkin, dünyanın en büyük barosunun başkanı olmakla övünen Kocasakal, “Biz o fotoğrafın içinde olmak istemeyiz” diyebildi. Demek ki büyüklük, kendisi için ancak bir nicelik meselesiydi.
O fotoğrafın aslında doğrudan savunma dokunulmazlığıyla ilgili olduğunu idrak edemeyen baro, Gezi’deki kriz masasını başlangıçtan tam on gün sonra kurdu. Yoksa biz baroya göre de mi, artık evine dönmesi gereken çapulculardan ibarettik?
Kadın komisyonu mevcuttu evet, ama hiçbir kadın davasında biz kendilerini görmedik. O davaları sahiplenen arkadaşlarımız elbette oldu, baroya muhtaç da kalınmadı zaten. Savunmalar da yapıldı dayaklar da yenildi. Her şey, yine kadın avukatların kendi girişimleriyle ilerledi. Bu esnada baro yoktu.
Trans cinayetsiz günümüz geçmez oldu, baro bu insanlar için elini tek bir kere hiçbir taşın altına ittirmedi.
Bakın kaç gün oldu, Kobanê için en son kaç kişi öldü sayısını tutamaz olduk. Bizimkilerden hiç olmazsa bir “başınız sağolsun” gelmedi.
Yani bu bizim baro, tüm bu yıllarda, ihlal hiyerarşisine acayip saplanmış olarak kaldı. Nitekim Kandıra’da hiç yoktu ama Silivri’de hep vardı. Mustafa Kemal’in askeri olmaktan hep gurur duydu ki elbette duyabilir, ama hiçbir zaman “meslektaşının sivili” olmadı.
Hadi bu “dünya işlerini” bırakıp azıcık meslek tarafına bakalım. Vaktiyle “asla kabul edilemez!” diye protestolar düzenledikleri arabuluculuk, avukatlara (muhtemelen şimdilik) münhasır olmak kaydıyla da olsa kabul edildi, peki bunun eğitimini sizce kim verdi?
Mesleğe yeni başlamış avukatla 40 yıllık avukatın hukuki sıfatının aynı olduğu doğrudur. Ama bunların sanki maddi koşulları da aynı olabilirmiş gibi davranan kimdi? Daha ruhsatını almak için bile dünyanın borcuna girmiş meslektaşının elinden tutmamak ve bunun adına “meslek örgütü” demek, komik değil miydi?
Hak aramak üzerine kurulu bir mesleğin mensubunun dahi sigortasız çalışmaya mecbur bırakılması, o mesleğin örgütünün gündemini bir kez olsun meşgul etmiş miydi?
Yine hak arama üzerine kurulu mesleğin bu kez kadın mensubunun, sırf mesleki hakkını aradığı ve sırf kadın olduğu için uğradığı tacizler, meslek örgütünü ilgilendirmez miydi?
Hayır, bunların hiçbirinin cevabı olumlu değil.
Yani İstanbul Barosu, muhalif görüntüsünün altında, aslında hükümet için olması gerektiği kadar büyük sorun teşkil etmedi. Çünkü zaten kendi kısır gündemi içinde kendi dertleriyle uğraşıyordu ve mesleki ya da toplumsal bilinçle ilgili pek de bir derdi yoktu.
İşte şimdi, HSYK sonuçları da ortadayken, o mesleki bilince derhal ihtiyacımız olan gün gelmiştir. Çünkü devlet, “devletliğini” yine yapacak ve onun karşısında durmak için gerçek bir sivilliğe ihtiyacımız var.
Hani Gezi’de hep birlikteydik ya. Gündüz kiminle ne yaptığımızdan bağımsız olan, gece vakti büründüğümüz bir çapulcu üstkimliğimiz vardı. Birimiz türbanını başından çıkarıp diğerinin yüzünü örttü, ötekimiz sütyenini çıkarıp gaz maskesi yaptı, berikimiz kurt işareti yaparken hemen dibinde BDP’liyle ulusalcı el ele koşuyordu ya. Hani belki daha önce aynı ortamda dahi bulunmadığımız bir sürü LGBTİ’yle yan yana müdahaleye uğradık, hep beraber “diren ayol!” dedik ya.
İşte o sivilliğe ihtiyacımız var.
O sivillik de ancak dayanışmayla, özgürlüğün peşinden koşmakla ve demokrasiyle mümkün.
İstanbul Barosu’nun mevcut zihniyetle herhangi bir sivillik noktasına geleceğini düşünmek pek gerçekçi değil. Nitekim 1930’ların Türkiye’sini özlediğini söyleyen bir başkan – ve yeni dönem başkan adayı, aynı zamanda tek partililiği, Dersim Katliamını ve Mahmut Esat Bozkurt zihniyetini de özlüyor olsa gerektir.
Özgürlüğü özleyen arkadaşlar ise, İstanbul Barosu’nun bu pazar günü yapılacak seçimlerinde “Özgürlükçü ve Demokrat Avukatlar” ismiyle aday oldu. O arkadaşlar ki, İstanbul Barosu’nun “kendini içinde görmek istemediği” fotoğraflara ortasından girenlerdir. Biz saatlerce gözaltı otobüsünde başımıza gelecekleri beklerken o otobüsün peşine düşenler; bir yandan bizimle gaz yerken diğer yandan emniyete koşup bizi yardımsız bırakmayanlardır.
HSYK da tabiri caizse “düştükten” sonra, elimizde kalan tek şey savunma hakkımız. Savunma örgütünün özgürlükçü ve demokrat olması ise bir beklenti değil, mecburiyet.
Zira özgürlüğü ve demokrasiyi hak arama kurumunun da kaybetmesi, bunların artık bulunamayacak olması demek.
@ozgurlukcudemokrat AV