Mecidiyeköy’deyim, bir gözümle çalışıyor, bir gözümle tweet takip ediyorum. Arkadan da televizyonun sesi geliyor.
Sonra bir bakıyorum, yerimden kalkıp, en yakın eczaneden 20 şişe kadar mide ilacı alıp, Sıraselviler’deki Erdem Eczanesi’ne götürmüşüm. Oraya daha çok lazım olur diye. Sonrası rüyalar, rüyalar…
İki sene öncenin bugünleri öyleydi. Bu seneninkiler ise, Gezi sonrası yapılacak ilk genel seçimin endişeli heyecanıyla geçiyor.
Gezi sonrasındaki ilk seçim olan 30 Mart’ın sonuçları, pek çok muhalif tarafından tatminkar bulunmadı. Ama bu gerçekçi olmayan bir yaklaşımdı. Gencecik çocukları ayaklarında terliklerle direnişe koşturan bıkmışlık nasıl bir günde oluşmadıysa, o bıktırıcı yapı da elbet bir günde bitmeyecekti.
Özeleştiri vermeliyiz ki, hepimizin biraz kabahati vardı o yapının öyle oluşmasında. Biz farklı görüşlerden ve dünyalardan gelen o kadar insan, birbirimizin elini ilk defa bu şekilde tutmuş olmamalıydık. Çünkü aslında sandığımız kadar farklı değildi o dünyalar. Sonuçta gördük ki altı üstü tek bir ayrım varmış, polise verilen öldürme emrini meşru bulanlar ve bulmayanlar.
Bir arada yaşamanın böylesini daha iki yıldır görüyoruz. Muktedir de ilk defa görüyor ve bundan ziyadesiyle hoşnutsuz olacak ki, zaten sürekli yaptığı “bunlaaarr!!!!” muhabbeti yetmedi, başımıza bir de iç güvenlik meselesi çıkardı.
Son olarak, muhalefet partileri de ilk defa bu kadar isabetli ve gündem oluşturan birer seçim programı oluşturma zahmetine girebilmişlerse nihayet, bu tamamen bizim sayemizdedir. O iki yıl boş geçmedi diyedir. Park forumları, mahalle evleri, tanışılan komşular, katılınan cenazeler, asla ihmal edilmeyen anmalar, birbirimizin omzundaki gözyaşları yaptı bunu. Herhangi bir lider değil.
Bu seçimin 2002 seçimlerini andıran bir noktası da var. AKP’nin 2002 zaferinin açıklamalarından biri, kendisini “sessizlerin sesi” olarak gösterebilmiş olmasıydı. Uzun süre böyle gitti bu, çünkü gerçekten de o güne kadar yeterince dikkate alınmamış pek çok insan kendine bir dünya buldu. Bunun sonunu ise hepimiz gördük ve görüyoruz; çıkarlar büyüdükçe bunların paylaşımı da giderek sorun oldu ve şimdi artık AKP yok, kendisine biat etmeyeni derhal saf dışı bırakan tek bir adam var.
Bu esnada yıllar geçti, AKP seçmeninin bir kısmının kendisine bir dünya bulmaktan aldığı keyif, o dünyada başka kimseyi tanımama kibrine dönüştü. Artık başka bir “tepkili kalabalık” oluşuyordu, onlar da biz’lerdik.
Kendisini AKP’nin yerleştiği tabanda zaten 2002’den önce de görmeyen, ama diğer partilerin siyasi çizgisini de pek benimseyemeyen, “Bana başka bir şeyle değil, sadece insanlığınla gel” diyen bir kalabalık.
Aslında bir kısım CHP seçmeni de “Ulusal kaygılarımı yok sayamıyorum ama, meğer yine de aynı gemideymişiz…” noktasına gelmiş görünüyor. Ama kendini öğrenilmiş hassasiyetlerden arınmış hissedenler veya hassasiyetini imtiyaz olarak görmeyenler, yani Yeni Türkiye’nin “ötekisi” haline gelmiş biz’ler için CHP de yeterince tatminkar değil.
HDP eş başkanı Figen Yüksekdağ, geçen gün televizyonda “Türkiyelileşmek ifadesini biz tercih etmiyoruz, çünkü önceden Türkiyeli değilmişiz gibi bir söz bu.” dedi. Dillere öyle yerleşmiş olmasından ötürü Türkiyelileşmek derken bu notu da düşmüş olalım.
HDP’nin “Türkiyelileşmek” tutumunu samimi bulmayan bir çoğunluk var. Kendi düşünme şekilleri üzere elbette haklı görünebilirler, ama henüz olmamış şeyler üzerinden hüküm vermek hiçbir konuda mümkün değil. Kaldı ki bu çoğunluğu ikna etmek üzere zaten her biri birbirinden anlamlı olan pek çok yazı yayınlandı.
Ben zaten seçime parti olarak girilmeseydi de HDP adayına oy verecektim, yani oyumun HDP’ye barajı geçirtme kaygısıyla ilgisi yok. Köken, din veya cinsel yönelim sebebiyle ayrıma uğrama geçmişim yok. Yani HDP seçmeni olmak için ille özel bir sebep arayanların bana bakınca göreceği hiçbir şey yok.
Benim sebebim, temsiliyet talebi. Kendimizi onlardan yıllarca farklı gördüğümüz insanların aslında hiç de farklı olmadığını anladığımız zamanları yaşıyorken, bu ortak insanlığın meclise yansımaması bana tutarsız geliyor.
“Polisten dayağı beraber yemiş olabiliriz ama kusura bakma kardeşim, seni de ben temsil etmeliyim” demek, bariz bir riyakarlıktır. Neyse ki CHP bu riyaya düşüp de HDP’yi dışlar bir dil kullanmadı şimdiye kadar, bunun da hakkını vermek lazım.
Ulusal hassasiyetler çerçevesinden bakacak olursak da lütfen öncelikle şunu kabul edelim: Sizin bir arada yaşayabiliyor olmayı kendi lütfunuz saydığınız insanların, güncel bir ihtiyaç olarak öne öne sürdüğü hiçbir şeyi görmezden gelemezsiniz. Nitekim görmezden gelmenin sonuçlarını kitabın en ortasından yaşamış insanlarız, bunu biz bilmiyorsak kim bilecek?
Bir arada yaşamak, kimsenin kimseye bahşettiği bir şey değil. Ancak beraber kurgulanıp sürdürülebilecek bir yaşam şekli bu. “Bir arada yaşamayı kabul ediyorum ama hangi talebinin ne kadar kabul göreceğine ben karar veririm” dediğiniz insanla gerçek bir beraberlik düşlüyor olamazsınız. O söylem üzere olan düşünüz, yalnız ve ancak şahsi egemenliğinizin hüküm sürdüğü bir fantezi dünyasından ibarettir.
Selahattin Demirtaş’ın “Ben o annelerden ancak özür dileyebilirim” demesini anlamsız bulmak imkânsızdır. Ama bunu anlamsız bulmak istiyorsanız, ağlattığınız annelerden özür dileyecek yüzleşme noktasına sizin de ulaşmanız gerekir.
İnançsızlık veya temsili demokrasiye inanmama gerekçesiyle oy kullanmamak, gayet anlaşılır bir tavır. Nitekim ben de temsili demokrasiye gönül vermiş biri değilim, hatta zaten mümkünse devletsiz yaşayalım. Ama gündemimizin, siyasi algımızın, tahammül edemez olduğumuz gazete manşetlerinin, en önemlisi şu “kanıksamış” halimizin artık değişmesi lazım. “Hırsızlar dışarıda geziyor” demenin işten çıkarma gerekçesi olduğu bir dünyayı hiç kimse hak etmez; tüm bu olan bitenlere rağmen Erdoğan biatında ısrar eden son dönem oportünistleri bile.
Son olarak, diyelim ki “korkulan” oldu ve AKP ile HDP yakınlaştı…
Birincisi, HDP seçmeni, partiye bağlılığı içi boş söylemlerle sürdürülen bir kitle değil. HDP genel başkanlarına biat eden, onları “kefenle karşılayan” bir grup bulamazsınız. Bu sebeple, seçmene yaşatacağı olası bir hayal kırıklığı konusunda HDP belki de en dikkatli olması gereken partidir. Türkiye partisi olma hedefindeki HDP’nin, “Seni başkan yaptırmayacağız” kesinliğinden sonra gelen bir işbirliğiyle intihar etmiş olacağını anlamaması mümkün görünmüyor. Meclise girip dört sene boyunca tutarlı bir muhalefet sürdüren HDP’nin, bir sonraki seçimlerde sıçrayacağını düşünmek bir kehanet değil.
İkincisi, yapmayın Allah aşkına, cumhurbaşkanı çıkmış “Papa’nın da var” diye Diyanet İşleri Başkanı’na uçak alma peşinde koşuyor ya. Bir diğeri kalkmış milyon dolarlık makam aracı bütçesi için çerez parası diyor. Bunları biliyoruz, her gün yaşıyoruz, bakın daha etnik ve dini kimlik aşağılamasına gelmedik bile. Emri kimin verdiği belli olan katliamları anmadık, iş cinayetlerinin ucunu sorgulamadık, çevre talanlarına gelmedik, daha hiçbir şey yapmadık. Bütün bunlar dururken, tüm sorunları halen tek bir etnik hassasiyet düzeyinde tartışmaya devam mı edelim?
Seçimin, Erdoğan’ın 2013’te “Yol ver gidelim Taksim’i ezelim” sloganıyla karşılandığı günün tam iki yıl sonrasına gelmesi müthiş bir tesadüf. Bunun ertesi günü, pek çok gazete “Demokratik taleplere canımız feda” manşetiyle çıkmıştı.
Bu seneki 7 Haziran’da kimin nereye gideceğini ve 8 Haziran’da gazetelerin ne diyeceğini hep beraber göreceğiz. Bizi ezmek isteyen bir güruh yine olacaktır, bir muktedirin olduğu yerde böyle çapsızlıklar hep olur. İşte tam da bu yüzden, yaşadığımız yerin kaderine beraberce karar vermeliyiz. Ne iktidarı ne de muhalefeti tek kişiye bırakmadan. Hep birlikte.
Gerisi gelir zaten.