10 Ekim katliamında, Ankara Garı'nda kaç kişi öldü?
Kaç kişi yaralandı canlı bomba saldırısında?
Canlı bombaların göz göre göre Ankara'ya gelmesine göz yumanlara ne yapıldı?
Canlı bomba saldırısı dahil terör eylemi yapılabileceği istihbaratını ilgili birimlere ulaştırmayanlar için hangi yaptırımlar uygulandı?
Bütün bu soruların yanıtlarının bir önemi var mı?
* * *
Bütün bu soruların yanıtlarının ne kadar önemli olduğunu anlatacağım ama hepsinden önce yaşadığımız ülkeye gerçekçi bir açıdan bakmak elzem…
Bu ülkede, büyük kalabalıklar, kendisi gibi düşünmeyen, dünyaya böyle bakmayan insanların başına neyin, neden geldiğini zerre önemsemiyor.
Aksine, o kalabalığın büyük kısmı da insanların ölmesini, yaralanmasını, "hak edilmiş" olarak yorumlayarak alkışlıyor. Mesele, Konya Stadyumu'nda ölülerin ıslıklanmasından ibaret değil.
Polisin, askerin eleştirilmesi ihanet sayılıyor. Suç işleyenlerin asıl kendi meslektaşlarına nasıl ihanet ettiği sorgulanmadan…
Sosyal medya hesaplarını gezindiğinizde vahameti anlıyorsunuz.
Onlarca kişinin ölmesi, kendisine büyü yapıldığını söyleyen bir kadın kadar ilgi çekmiyor.
Kötü muamele gören bir vatandaşın isyanı, "devlete baş mı kaldırıyorsun?" diye binlerce etkileşimle bastırılıyor.
Herhangi bir kurumdan herhangi bir bilgi alması mümkün olmayan kişiler, her olaydan büyük komplo teorileri çıkartıp, binlerce kişiyi inandırıyor.
Her yerden cinayet, silah, şiddet görüntüleri geliyor.
* * *
Ancak tüm bunlar birbirinden bağımsız değil elbette. Bütün ipler birbirine bağlı. Öyle komplo teorilerine de ihtiyaç yok… Manzara açık…
* * *
10 Ekim Ankara Garı katliamı, AKP'nin ilk kez tek başına iktidar olma şansını kaybettiği 7 Haziran 2015 seçiminden sonra gerçekleşti.
Ne hikmetse, HDP'nin yüzde 13 ile rekor oy aldığı ve AKP'nin uyarılarına rağmen seçime parti olarak girdiği bu seçimden hemen önce Diyarbakır HDP mitingine bombalı saldırı yapılmıştı. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin CHP'ye koalisyon kapısını kapatmasından ve yenileme seçiminin yapılacağının daha o günlerde anlaşılmasından hemen sonra da Suruç'ta canlı bomba saldırısı gerçekleşti. Ardından Ceylanpınar'da iki polis yatağında öldürüldü ve katilleri hâlâ bulunmuş değil. Bunu büyük kentlerdeki bombalı saldırılar izledi. Çözüm süreci bu arada bitti.
Ardından 10 Ekim'de, Ankara Garı'nda yapılan barış mitingine IŞİD'li iki canlı bomba saldırdı. 105 kişi hayatını kaybetti. Hemen ardından yapılan seçimde AKP, tek başına iktidar olabilecek oyu aldı.
Bir sene sonra 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. OHAL dönemi başladı. OHAL döneminde Bahçeli'nin desteğiyle başkanlık sistemine geçildi ve yapılan ilk seçimi Erdoğan kazandı.
* * *
OHAL bitti ama normalleşme olmadı.
Bugün Türkiye, en temel hak arama yollarının terörizmle eş tutulduğu, ifade özgürlüğünün sınırlanmasının olağan sayıldığı, mahkeme kararlarına uyulmamasının alkışlandığı, "milli yargı" gibi garip kavramların icat edildiği bir ülke.
OHAL'in bitmesinden sonra geçilen bu yeni dönemde artık kuvvetler ayrımından söz etmek de mümkün değil.
TİP Milletvekili Can Atalay'ın vekilliğinin düşürülmesi, Anayasa Mahkemesi'nin üç ayrı kararına rağmen hukuk üretilerek içeride tutulması bunun en bariz kanıtlarından. Gezi davası, Demirtaş dosyası da öyle…
İsme göre hukuki süreç icat etmekte ustalaşmış, vaktinin çoğunu bu konuda kamuoyunu ikna etmeye ayırmış bir sistem.
* * *
İşte anayasanın fiilen uygulanmadığı bu yeni dönemin belki de en çok hırpalanan anayasal kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi'nin kısa süre önce verdiği önemli bir karar var.
Başvuru, 10 Ekim katliamı sırasında yaralanan bir kişi tarafından yapılmış.
Malum, 10 Ekim katliamında istihbaratı gerekli birimlere iletmeyen, canlı bombaların gelişini engelleyemeyen emniyet mensupları hakkında müfettiş raporuna rağmen işlem yapılmadı.
Ceza soruşturması ya da davası yok.
Ölenlerin yakınları ve yaralananlar, idarenin kusuru nedeniyle tazminat davaları açtı. Bunların bir bölümünde tazminat kararları çıktı ama büyük bölümünde talepler reddedildi.
Talebi reddedilen mağdurlardan biri de Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.
Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik.
Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı.
Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.
Karara da şu notu düştü:
"Anayasa Mahkemesi'nin, önceki kararlarından ayrılmasını gerektiren bir durum bulunmamaktadır…"
Aslında önceki kararlarının dikkate alınmadığının, yerel mahkemelerin bildiğini okuduğunun itirafı.
Nisan 2024 tarihli bu kararın da nasıl sonuçlar üreteceğini göreceğiz…
* * *
10 Ekim katliamı ile ilgili olarak hakkında soruşturma açılması istenen ancak idarenin engel olması nedeniyle açılamayan emniyet müdürlerinden Alp Arslan, Ayhan Bora Kaplan dosyası nedeniyle açığa alındı ve yargılanıyor.
Başka bir ülkede 10 Ekim'den sonra bu kadar etkili görevlerde bulunması mümkün değildi. Soruşturulmaması mümkün değildi…
Ama burada böyle…
Anlaşılıyor ki Can Atalay kararı uygulanmayan ve buna karşı çaresizce yeni karar almaktan başka bir şey yapamayan Anayasa Mahkemesi'nin kararları, yerel mahkemelerce uzun zamandır dikkate alınmıyor.
Katliamda ölenlerin yakınları, yaralananlar hâlâ adalet peşinde koşuyor ancak Türkiye açısından kapanması istenen defterler bunlar. Yeni bir dönem ancak böyle mümkün.
İpler birbirine bağlı… 12 Eylül'den sonra oluşması beklenen toplum yapısı büyük ölçüde kuruldu, yeni bir sistem icat edildi…
En temel hakların korunması için uzun mücadeleler verilmesi gereken, herkesin her şeye alıştığı, yaşanan hiçbir olayın yadırganmadığı, "muhalif" kimliğe sahip olanların bile şiddet eylemlerinden sonra, "o da öyle yapmasaydı" diyebildiği bir sistem… Kürsüde linç edilenlerin eleştirilip, linç edenlerin alkışlandığı bir sistem…
Bir darbe, faşist bir rejim, bir diktatörlük insan hayatını nasıl etkiler? İnsanların yaşamı nasıl çalınır, bütün hayatları en temel haklara sahip olma mücadelesiyle nasıl geçer?
Postmodern edebiyatın sırtını döndüğü ve hatta burun kıvırdığı bu soruların yanıtlarını tek bir hayatın içine sızdığınızda bile bulmak mümkün.
Toplumsal bellek ve hakikat odaklı çalışmalarıyla tanınan, Şilili yazar Nona Fernandez'in, İthaki Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan romanı Bilinmeyen Boyut, tüm bu sorulara incelikle yanıt veriyor.
Roza Hakmen tarafından çevrilen romanda Fernandez, edebiyatı, hakikat arayışı için ustaca kullanıyor. Şili'de diktatörlük rejiminin insan kaybetme ve işkence yöntemlerinin titiz bir edebi dille anlatıldığı roman, son derece akıcı. Romanda yaşananları hem işkencecinin, hem araştırmacının hem de mağdurların gözünden, yalın bir biçimde görüyorsunuz. Bağırmadan bağıran, slogan atmadan isyan eden, işaret etmeden gösteren bir biçimde… Darbelerin ve faşist rejimlerin insanların hayatlarına neler yaptığını, kalanların bunu nasıl izlediğini anlamak için son derece etkileyici bir metin.
|
Gökçer Tahincioğlu kimdir?
Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.
Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.
Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.
İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.
|