Devlette istikrar mühim.
Her dönemde açıklamalar benzer:
“İşkence yoktur”, “Münferittir”, “Kimse dil uzatamaz”, “İşkenceye sıfır tolerans.”
“Cezasızlık” denilen korkunç müesseseyi anlatabilmek için de işkenceden daha vahim ve iyi bir alan bulunamaz.
Siz “işkence yapılamaz” dersiniz, karşıdan, “Çiçek mi verselerdi teröristlere” yanıtı gelir.
Siz “işkence suçtur” dersiniz, karşıdan işkence görenlerin karıştıkları eylemlere ilişkin sızdırma haberler gelir.
Siz “insanlık suçudur, suçlu da olsa kimseye işkence yapamazsınız” dersiniz, karşıdan, “Ya bir bombalı saldırı yapılacağı bilgisine sahipse” tepkisi gelir.
Gelir… Muhakkak, her dönem işkence iddiasına ve gerçekliğine, “cezasızlık kültürüyle” yanıt verilir.
Büyük bir kalabalık da alkış tutar bütün bu yanıtlara.
Ancak o cezasızlık kültürünün sonuçlarının nereye uzanabileceği sonra sonra anlaşılır.
Gece yarısı eviniz basıldığında, “o saatte orada ne işin vardı”, “o kıyafeti giymeseydin” denildiğinde, “çocuk vurulmuş ama o da taş atmış” tepkisi gösterildiğinde bu kültürün bütün bir yaşamı nasıl kuşatabileceğini anlarsınız.
* * *
Tunceli’nin Başakçı köyünde bir anıt mezar var.
Gömüldüğü toprakta sokak köpeklerinin bulduğu Ayten Öztürk’ün belki son bir yardım için uzanmış eli uzanıyor mezar taşından.
Ayten Öztürk, ablası Aysel 1979’da bir yol araması sırasında gözaltına alınıp tutuklandığında, örgüt üyesi olduğu iddiasıyla 12 Eylül darbesinden sonra yargılandığında, ağır işkencelerden dolayı hastalandığında, işkenceyi protesto için 49 gün açlık grevi yaptığında henüz çocuktu.
Onca işkenceden, ithamdan sonra 1986’da suçsuz bulunarak tahliye edildiğinde de bütün yaşananların ne anlama geleceğini bilmiyordu.
Tahliye olan ablası hasta yatağında yeniden gözaltına alınıp sonra yeniden serbest bırakıldığında, en sonunda dağa çıkıp bir daha dönmediğinde bunun kendisini nasıl etkileyeceğini de bilmiyordu elbette.
Babası Hıdır Öztürk, memurdu, şef olarak çalışıyordu.
1992’de jandarmaya bayramlaşmaya gittiğinde, komutan, asıl suçun ailede olduğunu düşündüğünü gösteren cümleleri sıralayıp, elini havada bıraktı:
“Kızının cesedi gelene kadar bayramlaşmam.”
Hıdır Öztürk’ün diğer 3 kızı ise yanındaydı.
Ayten fabrikadaydı, diğer iki kızından biri mühendis olmuştu, diğeri hemşire olarak çalışıyordu.
1992’de bir gün, Hıdır Öztürk ve 3 kızı garip bir davet aldı, komutan çağırmıştı.
Orada “Mahmut” diye tanıştırılan, sakallı biri kendilerini karşıladı.
Kızların tek tek adreslerini alıp, Öztürk ailesini geri yolladı.
Hıdır Öztürk, çok sonra, “Mahmut” diye tanıştırılan, bütün bilgilerini alan kişinin, “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu anlayacaktı.
O buluşmadan kısa bir süre sonra Öztürk’ün hemşire kızının aniden Kars’a tayini çıktı.
Mühendis kızı da nasılsa Çankırı’da görevlendirilmişti.
Evde artık Ayten, annesi ve babası kalmıştı.
27 Temmuz 1992’de ise bir beyaz Toros’la Ayten Öztürk kaçırıldı.
8 Ağustos’a kadar izine rastlanamadı.
8 Ağustos’ta, Elazığ’da bir mezarlık yakınında sokak köpekleri toprağı aşındırmış, kim olduğu yüzünden asla tanınamayacak Ayten Öztürk’ün toprağa yarı gömülü cesedi açığa çıkmıştı.
Öztürk’ün cesedi 11 gün sonra bulunmuştu ancak otopsi raporuna bedenindeki eksiklerin 2 aya yakın toprakta kalmasından kaynaklandığı yazıldı.
JİTEM komutanı Cem Ersever, öldürülmeden önce Öztürk’ü Yeşil’in kaçırdığını söylemiş ancak kâr etmemişti.
Yıllar geçti, 2011’de TBMM’de İnsan Hakları Komisyonu’na baba Hıdır Öztürk, davet edildi.
“Ben gözleri çıkarılmış, kulakları kesilmiş, vücudu parçalanmış bir kızın babası olarak buradayım” dediğinde komisyonun bütün üyeleri susuverdi.
Dönemin Komisyon Başkanı, bütün iddiaları dinleyip suç duyurusunda bulundu, dosya yeniden açıldı.
Mahmut Yıldırım hakkında zaten verilmiş onlarca yakalama kararına ek olarak yeniden arama kararları çıkartıldı.
O dönem jandarmada görevli bazı isimler, JİTEM’in bölgedeki yapısını ve kimlerden oluştuğunu tek tek anlattı.
O eylemlere göz yumanlar, tek işlem yapmayanlar, o raporları yazanlar her biri belliydi.
Ayten Öztürk’ün Yeşil ve bu isimlerce kaçırıldığı, Diyarbakır’a götürüp sorgulandığı, öldürülüp, gözleri çıkartılıp, derisi yüzülüp, gömüldüğü, her biri tanıklarca anlatıldı.
Bir bölüm kamu görevlisinin ifadesi de şüpheli sıfatıyla alındı.
Ve 27 yıl sonra bir dava açıldı. Ne de olsa “Yeşil” artık ortalıkta yoktu. Bir dava daha açılsın hakkında, en fazla ne olurdu?
* * *
Bir başka Ayten Öztürk, geçtiğimiz hafta İstanbul’da ilk kez tutuklu yargılandığı dava kapsamında ifade verdi.
İfadesi önemliydi zira yurtdışında yaşayan Öztürk, iddiaya göre Lübnan’dan Türkiye’ye iade edilmiş ancak gözaltına alınmayarak, üstü devlet dairesi, altı işkencehane bir yerde 6 ay boyunca sorgulanmıştı.
6 ay boyunca yakınları ve hak savunucuları Ayten Öztürk’ın nerede olduğunu sormuş yanıt alamamıştı.
Yanıtı Öztürk verdi:
“Gizli bir yerde, ‘Biz devletiz’ diyen kişiler tarafından gayri resmi biçimde 6 ay boyunca alıkonularak işkence gördüm. 6 aydan sonra, bir minibüsle senaryo gereği ıssız bir yere bırakıldım, gözlerim bağlıydı, kulaklık takılıydı. Uzaktan Ankara’nın ışıkları görülüyordu. Ortaya TEM polisleri çıktı. 28 Ağustos ‘bilinmeyen merkezden’ çıkarıldığım tarihtir. Gözaltı tutanağındaki tarih sahtedir. Gözaltına alındığım yerde süngerli bir odaya alınıp zorla çırılçıplak soyuldum. Ellerim arkada kelepçeli, gözlerim bağlıydı. ‘Konuşmazsan, yıllarca burada tutarız. Vücut bütünlüğüne zarar vermeyiz. Organ nakli dahi yapabilecek imkânımız var. Bizi devlet yetiştirdi. Ölmek için yalvarırsın. Profesyoneliz, burası başka yere benzemez’ dediler… ‘Burada onur, edep, ahlak yok. Burası cehennemin dibi. Burada Allah, avukatlar, mahkeme yok, biz varız’ diyorlardı…”
Öztürk, anlatımına göre, elektrikle, copla, askıyla işkence gördü. Başında çuvalla yaşadı. Her kötüleştiğinde tedavi edilip yeniden işkenceye alındı. Tuvalete bile kapı açıkken götürüldü.
* * *
Ankara’da, neredeyse son 5 yıldır bir “siyah transporter” caddelerde dolaşıyor.
Haklarında açıkça suç işlemelerine rağmen işlem yapılmayan birilerinin sosyal medyada yere göğe koyamadığı Beyaz Toros eskidi ne de olsa…
İtibardan tasarruf olamayacağına göre daha modern, karartılmış camlı araçlar kullanılmalı bu işlerde.
Öyle yapılıyor.
Onlarca öğrenci, solcu, sağcı, cemaatçi benzer ifadeler veriyor ama hiçbir yanıt yok.
Sol örgüte üyelikle suçlanan Öztürk’ün verdiği ifadenin benzerini hiçbir coğrafyada karşılaşma ihtimalinin olmadığı, 2017’de transporterla kaçırıldığı sabit olan ve 30 gün sonra Eymir Gölü’nün kenarına bırakılan, “FETÖ” ile suçlanan Önder Asan da veriyor misal.
“30 gün işkence gördüm. Beni bırakırlarken, polisi arayarak ‘teslim oluyorum’ dememi istediler. Polis gelip beni aldı.”
Bir başkası kaçırıldıktan 130 gün sonra bırakılıyor ve polis gelip alıyor.
3 yılda uzun süreli kaçırıldığı söylenen insan sayısı 26. Halen 6 kişi ile ilgili kayıp iddiası var. Ortada yoklar.
Kayıp oldukları dönemde, “Bunlar FETÖ’cü, yurtdışına kaçmışlardır” açıklamalarını yapmak kolay.
Ya bulunanlar ve anlattıkları, bedenlerindeki izler.
İşkence kanıtları, kaçırıldığını aktaranlar, gözaltına alırken işkence yapanlar, sokakta dövülen gazeteciler…
Belli ki uzun süredir “eller serbest.”
* * *
JİTEM tarafından kaçırılıp işkence ile öldürülen Ayten Öztürk’le, transporter araca konularak gizli bir merkeze götürüldüğünü söyleyen Öztürk arasında 27 yıllık bir zaman olsa da değişmeyen bir uygulama var.
O dönem, Diyarbakır’da herkesin adresini bildiği JİTEM’in işkencehanesi soruşturulmuyordu, şimdi ise Ankara’da kentin göbeğinde iki ayrı yerde kurulduğu iddia edilen işkence merkezleri araştırılmıyor.
Manipülasyon, günü kurtarmak, devlet adına sloganlar atmak kolay.
Ancak gerçekten adaletli bir ülke olmanın yolu büyük büyük laflardan değil işkenceyi sonlandırmaktan ve hesabını sormaktan geçiyor.