Susurluk skandalıyla, devletin ve dönemin iktidarlarının karıştığı suçların açığa çıkmasıyla, dünyada eşine az rastlanan bir sivil eylem geliştirildi.
"Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık."
Türkiye'nin dört bir yanında, milyonlarca insan, aynı saatte ışıklarını söndürüp yakıyor, temiz toplum ve siyaset özlemini bu yolla haykırıyordu.
Susurluk'un üzerine gidilmesi için toplum cesaret veriyordu. Hangi suçların işlendiği perde perde ortaya çıkıyor, "devlet için kurşun atan da yiyen de kahramandır" söylemiyle, kahramanlaştırılmaya çalışılan Abdullah Çatlı ve "himayesindeki" devlet görevlilerinin kahramanlık hikâyelerinin, gerçekten de hikâyeden ibaret olduğu net biçimde görülüyordu.
Aradan yıllar geçtikten sonra, çete suçlusu devlet görevlilerinin mağduriyet edebiyatı yapıp kendini terör örgütlerinin hedefi ilan etmelerinin bu yüzden inandırıcı tarafı yok. O çete suçlusu devlet görevlilerini dün de bugün de kahraman ilan etmeye çalışan ve "iktidar muhalifi" sıfatıyla gazetecilik yapmayı sürdürenlerin sözlerinin de…
* * *
Susurluk skandalıyla, sadece faili meçhul cinayetler, devletin katliam hükümlülerine özel yetki ve görevler verdiği açığa çıkmadı. Uyuşturucu için, kumarhane edinmek için, rant için, para için cinayet işleyen, şantaj yapan, insanları işkenceden geçiren bir çetenin devletin iliklerinden beslendiğiydi açığa çıkan.
Kazadan sonra, güya kırmızı bültenle aranan katliam hükümlüsü Çatlı'nın öldüğü araçta, bir silah bulundu. Başbakanlık Teftiş Kurulu, bu silahın izini araştırdığında, adres elbette dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'a çıktı.
Ağar'ın talimatı ve şimdilerde yeniden kahraman ilan edilen Korkut Eken'in girişimleriyle, yurtdışı operasyonlarda kullanılmak üzere, 1993'te İsrail'in Hospro firması aracılığıyla silahlar alınmıştı. Alınan silahlardan 10'u susturucularıyla birlikte kayıptı. Hibe edildiği belirtilen silahlar için para ödenmiş ancak silahlar envanterde çıkmamıştı. Ve o silahlardan biri Çatlı'nın öldüğü araçtaydı.
Bir orduya yetecek silah alınmıştı o dönem.
2 adet 12.7 çapında Baretta dürbünlü tüfek, 8 pompalı av tüfeği, 280 Uzi otomatik tabanca, 20 adet 7.62 mm. Galli tüfek, 100 adet susturucu, 145 silah üstü dürbün…
Ve bu silahlardan 20 adet 9 mm Mikro Uzi, 10 adet Süper Mg, 11 adet 22 kalibre Baretta marka tabanca ile bu tabancalara ait susturucular ile 1 adet AL 50 Hv roketatar ortada yoktu.
Uzi silahlar, faili meçhul cinayetlerde kullanılmıştı, biliniyor, susuluyordu.
Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunda, kayıp silahların Ağar'ın talimatıyla, yurtdışı operasyonlarda kullanılmak üzere, Eken'in silahları, Çatlı'ya verdiği belirtildi. Çatlı, daha sonra silahlardan birini iade etmemişti. Her zamanki gibi, çok gizli görevin Öcalan'ın öldürülmesi olduğu iddia edildi ama belli ki görevlerin bunla ilgisi yoktu.
Nerede böyle işler dönse, ya Öcalan'ı öldürmek ya Asala'yı bitirmek gibi müthiş gizli ama "başarısız" olmuş görevlendirmelere sığınılırdı, buna da herkes alışmıştı. Tıpkı, hemen herkesin "terör örgütlerinin hedefiyim" diyerek koruma alabilmesi gibi.
Rapordan sonra savcılık soruşturması başlatıldı ve üç ayrı dava açıldı. Dönemin Özel Harekât Dairesi eski Başkanvekili İbrahim Şahin ve emrindekiler yargılandı birinde. Bu dava zamanaşımına girdi. Davanın dört sanığı ise afla kurtuldu.
Bir başka davada Şahin, hapse mahkûm oldu. Susurluk'tan da cezası vardı ama nasılsa aniden hafızasını kaybetmişti. Adli Tıp raporu doğrultusunda Cumhurbaşkanı affıyla cezaevinden çıktı. Sonrasında cemaatin "ulvi" olduğunu savunduğu amaçları için sulandırdığı, insanları kumpaslarla yıldırmaya çalıştığı, özgürlüklerini, hayatlarını çaldığı, onlarca insanı mağdur eden davalara inandırıcılık katmak adına yeniden dosyalar açıldı ama nafile. O dosyalar, bir sürü gerçek mağdur yarattı ve suça karışan birçok ismin de o mağdurların arkasına saklanıp kendilerini mağdur ilan etmesine yol açtı.
Kayıp silahlar nedeniyle kimse esaslı bir bedel ödemedi. O silahlarla insanlar öldürülmüştü ama "devlet ayrı iktidar ayrı" diyenlere inat, devlet kadim gelenekleriyle işbaşındaydı.
Derken bir başka "Kayıp silahlar" skandalı patladı. Batman Valiliği de ne hikmetse bir orduya yetecek kadar silah almıştı ama silahlar ortada yoktu. Uzun uzun akıbetini anlatmaya gerek yok. Bütün benzer dosyaların yolu aynı.
* * *
Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, ifşalarına yenisini ekleyerek, önceki "Kayıp silahlar" vakasından da vahim sonuçlar doğurabilecek bir skandal iddiasında bulundu.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya, 15 Temmuz'dan sonra, Esenyurt'ta kimlerin silahlandırıldığını, parti bağlantılarının ne olduğunu sordu. Hatta, bu iddiası doğru çıkmazsa diğer bütün iddialarını da geri çekeceğini söyleyecek kadar iddialı biçimde bu iddiasını savundu.
Savcıların harekete geçeceği yok. AKP'nin de Meclis'in de durum ortada. Hatta artık Peker'in iddiaları bile normalleşti her şeyin hızla normalleştiği ülkede.
Ancak bu normalliğe alışmamak, hiçbir normalleştirmeye alışmamak sivil bir toplum için asıl anahtar.
Ve iddia vahim, sahibine bakıldığında daha da vahim.
Sahibi, bizzat, Türkiye'de belli kesimlerin silahlandığının öne sürüldüğü bir dönemde, iktidarın büyük olanaklar sağladığı, koruma verdiği, mitinglerini desteklediği, suç oluşturan sözlerini görmezden geldiği Peker. Kendi deyimiyle, içeriden konuşan bir çete üyesi.
Daha 15 Temmuz'da dağıtılan ve önemli bölümü geri dönmeyen silahların akıbeti belli değilken, üstelik sosyal medyada silahlı pozlar veren bir katil, ruhsatlı silahıyla HDP binasına girip gencecik bir insanı katletmişken, "silahlandırma" iddiası, üzerinden geçilemeyecek kadar büyük.
Demokratik, barışçıl siyaset arzulayan, nefret söylemi ve bu söylemin kapı açtığı silahlı eylemlere bütün varlıklarıyla karşı durmaya çalışan insanların ne zamandır kaygılandığı bir başlık "silahlanma…"
Ve sorunları bu yolla çözmeyi alışkanlık edindiğini 28 yıl öncesinden bildiğimiz kişilerin isimlerinin havada uçuştuğu bir ortamda endişeli olmamak için hiçbir neden yok.
Bu nedenle, başta savcılara ve Meclis'e, sonra da yetkili tüm makamlara bu iddialar karşısında ölü taklidi yapmanın da bir suç olduğunu durmaksızın anımsatmak gerekiyor.