22 Ağustos 2021

Dünyayı ve insanlığı kurtaracak bir süper kahraman gelmeyecek; onu sadece biz kurtarabiliriz!

Dünyayı adeta kanser hücreleri gibi sarmış olan biz insanlar yaptıklarımızla sadece kendi türümüzü değil tüm dünya yaşamını da tehdit ediyoruz. Bir paradigma değişimi gerçekleşmediği takdirde belki de elli - yüz yıl içinde bugünden çok daha zor koşullarla karşı karşıya kalacak ve neslimizi sürdürmekte zorlanacağız.

“Dünyayı ve insanlığı kurtaracak bir süper kahraman gelmeyecek. Onu sadece biz kurtarabiliriz!” 1 buçuk yıl kadar önce, tam da pandeminin başlangıcında raflardaki yerini alan kitabım Nasıl Bir Gelecek?’in arka kapağında yazıyordu bu cümle. O günden bu güne ne değişti diye bakıyorum da, çok değil aslında. İnsanoğlu aynı vahşilikte tüketmeye devam ediyor. Kapitalizmin kanser gibi sardığı dünyamızda yarattığı tahribat azalmayı bırakın artarak devam ediyor. Doğal afet olarak niteleye geldiğimiz yangınlar, seller de işte tam da bu tahribatın sonuçları. Sebepleri değil bakın sonuçları. Doğal değiller artık çünkü. Doğal demek doğaya hakaret.

Maalesef hâlâ asıl yoğunlaşılan noktaysa bu felaketlerle nasıl başa çıkabileceğimiz. Yangınları nasıl daha etkili söndürebiliriz, erken alarm sistemi kurabilir miyiz, sel felaketlerinin yaşanmaması için yapılaşma ve kentsel mimarinin nasıl tasarlayabiliriz gündemimizi meşgul eden ana sorular. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada da durum aşağı yukarı bu şekilde.

Oysa geçmişte değilse bile son yüzyılda, özellikle de son 20-30 yılda yangınlar, seller ve kuraklık depremlerden farklı bir yapı arz ediyor. Depremlerin oluşumuna insanoğlunun dahli olmadığından ancak sonuçlarıyla mücadele edebiliriz. Keza benzer bir zihniyetle yangın ve sellerden de en az nasıl etkilenebiliriz diye düşünüyor ve hareket ediyoruz. Elbette bu çabalarımız anlamsızdır demek istemiyorum. Elbette ki bu felaketlerden en az etkilenmek, kendimizi ve diğer tüm canlıları korumak için alınabilecek tüm önlemleri almak, verilecek tüm mücadeleyi vermek zorundayız. Zaten bunu yapmadığımız durumda pozitif geri besleme ile felaketlerin sıklığı da şiddeti de giderek artan bir hızda çoğalmaya mahkûm. Çünkü bu felaketler de doğanın dengesinin daha fazla bozulmasına sebep oluyor. Yangınlar küresel ısınmanın şiddetini arttırıyor, seller ormanlık alanları, verimli arazileri tahrip ederek benzer etkiler yaratıyor.

Ancak yapabileceklerimiz depremlerden farklı olarak bunlardan ibaret değil. Bu afetlerin hızlı bir artış eğiliminde olmasının sebeplerini bilmek ve asıl o sebeplerle mücadele etmek zorundayız. Bu bakış açısıyla baktığımızda karışımıza çıkacak ilk sebebi tahmin edebilirsiniz: Küresel Isınma elbette.

Nasıl Bir Gelecek?’ten alıntılayalım:

“Dünyamızın giderek ısınması olarak nitelendirebileceğimiz küresel ısınma bir gerçek mi yoksa abartılan bir mit mi? Akademik alanda yapılan çalışmalara ve bilim insanlarının %97’si gibi büyük bir çoğunluğuna göre dünyamızın bizim etkimizle ısınmakta olduğu bir gerçek. Özellikle son dönemde Antarktika’da kurulan araştırma istasyonları, dünya yörüngesine yerleştirilen gözlem uyduları ve teknolojide yaşanan diğer gelişmeler konunun etraflıca araştırılmasına imkân sağladı. Küresel ısınmanın uzmanlarca ortaya konmuş somut kanıtlarına göz atmak istersek ilk bakmamız gereken yer dünyamızın ortalama sıcaklığı. NASA’nın açıkladığı 1880’den bu yana (2018) yapılan ölçümlere göre en sıcak yıl olan 2016 kayıtlara geçmiş durumda. Son 138 yılın en sıcak 10 tanesi de 2000’den bugüne kadar geçen 18 yılın içinde yer alıyor. Aşağıda verilen ortalama sıcaklık grafiğine göz attığımızda artan sıcaklık trendi zaten net olarak görülebiliyor. 1800’lü yılların sonlarına göre dünya yüzey sıcaklığı 1oC yükselmiş durumda. Bu yükselişin büyük bölümü de artan sera gazı emisyonuyla beraber son 35 yılda ortaya çıktı. 2010 yılından günümüze en sıcak yıl rekorunun beş defa kırılması, ölçülen yüksek sıcaklık rekorlarındaki artışa karşın düşük sıcaklık rekorlarının giderek azalması da küresel ısınmanın bir göstergesi. Himalayalar, Alpler, And Dağları, Rocky Dağları, Alaska ve Kuzey Buz Denizi başta olmak üzere dünyanın tüm buzulları yıldan yıla küçülüyor ve deniz seviyesinin de bunun sonucu olarak yükseliyor olması da bir diğer gösterge.

Bütün bu somut bilgilere karşın halen küresel ısınma var mı yok mu tartışmasının sürdürülüyor olması, insanlığın değil kendi uluslarının çıkarlarını düşündüğünü zanneden, oysa bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağından bihaber popülist politikacıların medyatik demeçlerine bağlanabilir. Örneğin bir önceki ABD Başkanı Donald Trump 2018 kışında yaklaşan soğuk hava dalgasına işaret edip “Küresel ısınmaya ne oldu?” tweeti atarak küresel ısınmanın ciddi bir tehdit değil de dalga geçilecek bir hurafe olduğunu düşündüğünü gösterdi. Yine benzer şekilde 2019 Ocak ayında ABD’nin Orta Batı eyaletlerini etkisi altına alan soğuk hava dalgasıyla ilgili de “Küresel ısınmaya ne oldu? Lütfen çabuk geri gel. Sana ihtiyacımız var” tweetiyle konuya bakış açısını ve ciddiyetini bir kez daha ortaya koydu. Bilim insanlarının her fırsatta sunduğu kanıtlara karşın yetkili ağızlardan çıkan bu tarz demeçlerin medyada sık sık yer bulabilmesi çok düşündürücü.“

Artan sıcaklıklar sadece dünyamızı ısıtmakla kalmıyor, değişen yağış rejimleriyle kimi bölgelerde selleri, kimilerinde, kuraklık ve çölleşmeyi, hatta kasırga, tayfun gibi ekstrem olayları da tetikliyor. Küresel ısınmanın temel sebebi karbondioksit başta olmak üzere sera gazlarının atmosferdeki oranının artması. Başta fosil yakıtların yüksek miktarlarda kullanılması sonucu oluşan bu artış da bizim eserimiz! Sanayi devrimi ile başlayan süreçte üretim verimliliğinin çok ciddi oranda artması ve gücünü üretim-tüketim döngüsünden alan vahşi kapitalizmin dünyaya hakim olması insanların tüketim ve biriktirme zaafı ile birleşerek bizi bir tüketim topluluğuna dönüştürdü. Artık yaşamak için tüketmiyoruz, tüketmek için yaşıyoruz.

Bireysel olarak bu sorunlara yapacağımız en önemli katkı da işte burada ortaya çıkıyor: İhtiyaç dışı tüketimimizi azaltmak. Arz talep yasası gereği üretimi azaltmanın tek yolu da bu. Daha az fosil yakıt kullanılsın diyorsak tüketim talebimizi de küçültmek durumundayız ve rahatlıkla yapabiliriz.

Bu noktada akla hemen yenilenebilir kaynaklar gelmiştir. Ancak onların da dezavantajları var. Nükleer ara ara şahit olduğumuz üzere olası kazalarla telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuran bir teknoloji. Güneş enerjisi, panellerinin üretiminde kullanılan, insan sağlığı ve çevre için zararlı ağır metaller dolayısıyla tahribata neden oluyor. Ayrıca bu paneller ışığı yansıttıklarından su gibi algılanıyor ve birçok canlının yumurtalarını bırakıp kötü etkilenmesine neden olabiliyor. Rüzgâr türbinleri çıkardıkları ses dolayısıyla çevre köylerde gürültüye sebep olmak, kuş sürülerine zarar vermek, çevrelerinde 2-3 dereceyi bulan sıcaklık değişimleri yaratmak gibi etkilere sahip. Güneş ve rüzgâr enerjilerinin bir ortak zararı da fosil yakıtlar kadar olmasa bile küresel ısınmaya katkıda bulunmaları. Yapılan araştırmalar bu etkinin 0,24oC’ye kadar çıkabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla enerji tüketimini bir gelişmişlik göstergesi olarak görüp sınırsız enerji tüketimi hayalinden ve hedefinden vazgeçmemiz gerekiyor. En azından yan etkisi olmayan enerji üretim teknolojileri geliştirilene kadar.

Şunu vurgulamalıyız ki gereksiz tüketimden vazgeçmek dünyanın fakirleşmesi anlamına gelmiyor. İnsanları zengin yapan gereksiz ambalajlar, kullanılmadan duran eşyalar ya da kısa ömürlü dayanıklı tüketim malları değil. Aksine bu tüketim kültüründe harcadığımız para, zaman ve eforun azalması toplumun zenginleşmesi demek olacak. Ekonomi küçülse ve sermayedarların servetleri azalsa bile... Tüketim zihniyetimizin değişmesi daha kaliteli ve sağlıklı ürünlere erişimimizi de artıracaktır. Benzer ucuz ayakkabılardan beş tane almak yerine pahalı ama ayak sağlığımıza çok daha uygun kaliteli bir çift ayakkabı almak daha anlamlıdır. Cebimizden aynı para çıksa bile hem hissedeceğimiz konfor artacak hem de doğada bıraktığımız karbon ayak izimiz küçülecek.

İçinden geçtiğimiz felaketlere bakıp üzülmek, gerek bu felaketlerin meydana gelmesinde gerekse onlarla mücadelede sorumluluğu hep başkasında görmek yapabileceğimiz tek şey değil. Baş sorumlu biziz. Ancak bu gerçeği görebilirsek çözümün bir parçası olabiliriz. Sorunu teşhis bile edemezsek elbette çözümün de parçası olamaz, yanına bile yaklaşamayız. Üstelik vahşi kapitalizmin ana motoru olan tüketimimizi azaltmak sadece küresel ısınma ve felaketlerle mücadeleye katkı da sağlamıyor. Bu yazının konusu değil ama açlık, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik gibi insani sorunlarla kirlilik, türlerin yok olması ve doğanın tahribi gibi çevresel sorunların da çözümü tam da bu noktadan geçiyor.

Yine Nasıl Bir Gelecek?’ten bir alıntı ile bitirelim:

“Bu konuda düşülen bir hata da bireysel olarak yapabileceklerimizin dünya ölçeğinde çok etkisiz görülmesi ve çaresizlik hissinin bizi mükemmel birilerinin çıkıp tüm yükü sırtlanması ve kahramanca mücadele vermesi beklentisine sokması. Oysa mükemmel olan bir avuç insan sistemi değiştirmeyi başaramayabilir. Ama mükemmel olmasa da aynı yönde adım atan geniş kitleler çözüm yolunda büyük katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla birey olarak bizim yapacaklarımız ne kadar küçük olursa olsun çok önemlidir. Mükemmel olamayacağımızı düşünüp moral bozmak yerine atabildiğimiz her küçük adımın öneminin ve zamanla daha çok motive olacağımızın bilincine varalım.

Bireysel mücadelemizde asıl amacımız, kapitalizme engeller çıkarıp onunla savaşmak ya da ondan taviz koparmak değil, kapitalizmin hem kendisi hem de kölesi olmaktan vazgeçmektir. Şu anda hemen hepimiz çalış-tüket döngüsünde yaşıyor ve bize uzatılan havuçların peşinden koşarak bu düzeni ayakta tutuyoruz. Kapitalizm bireyler olarak biziz, bir başka varlık değil. Biz yavaşlarsak kapitalizm de yavaşlar, biz durursak o da durur. Bu sayede de geleceğimizi kendi elimize almamız mümkün olur.

İnsanlık artık gelişimini sürdüremez bir noktaya hızla yaklaşıyor. Dünyayı adeta kanser hücreleri gibi sarmış olan biz insanlar yaptıklarımızla sadece kendi türümüzü değil tüm dünya yaşamını da tehdit ediyoruz. Bir paradigma değişimi gerçekleşmediği takdirde belki de elli - yüz yıl içinde bugünden çok daha zor koşullarla karşı karşıya kalacak ve neslimizi sürdürmekte zorlanacağız. Kapitalizme ne kadar bel bağlarsak gelecek kuşaklara o kadar yaşanmaz bir dünya bırakacağız. Savaşların esir aldığı, iklimin sıcağı ve soğuğuyla, seli ve kasırgasıyla kasıp kavurduğu, toprağın ve suyun iyice kirlenip yaşam veremediği bir dünya kulağa çok korkutucu gelse de gidişata baktığımızda maalesef olasılık dışı değil.”

Referans:

Nasıl bir Gelecek?

Giray Kömürcü

Aganta Kitap

Yazarın Diğer Yazıları

ABD teknoloji şirketlerinde tarihi ralli devam ediyor: Balon mu, fırsat mı?

Yoksa fiyat biçilen şirketler değil de özgürlüğümüz ve insanlığımız mı?

Sınırda karbon düzenleme mekanizmasının artıları ve eksileri

Karbon salınımı üretim esnasında yaşanıyor olsa da tüm sorumluluğu üreticilere yıkmak doğru mu?

Yeni bir zihniyet

Başarının sahip olunan maddiyatla ölçüldüğü bir zihniyetten topluma katkıyla ölçüldüğü bir zihniyete geçiş, insanların içinde bulunduğu kötü koşulların ortadan kalkmasına büyük fayda sağlayacağı gibi çevresel sorunların da önünün alınmasında kritik öneme sahip