Önceki yazıda anlattığım ilk ziyaretin arkasından, sağlık memurundan günlük çalışma düzeni konusunda bilgi almaya çalışmıştım. Bu konularda ne bakanlık ne de Sağlık Müdürlüğü doğru dürüst bilgi vermişti. Bitlis’te, Van’da, Muş’ta tam donanımlı olmasa da devlet hastaneleri vardı ama herhalde kasaba ve civar köy halkı hasta olunca buraya geliyorlardı. Peki ama ilaç nasıl temin ediliyordu, elimizde ilk yardım malzemesi, aşı vb. var mıydı? Sağlık memuru yazı masasının üstüne birkaç paslı bistüri, makas, pens, iğne gibi basit cerrahi malzemeyi boca etti. Tansiyon aletinin manşonu tutmuyor, stetoskopun lastik boruları eskimiş, bükülmüş, yer yer çatlamış haldeydi. Sağlık memuru, yıllar önce Vanlı bir doktor zamanında Hükümet Tabipliği'nin küçük bir dispanser gibi çalıştığını, hasta yatırdıklarını hatta bir ebeyle birlikte doğum yaptırdıklarını, o zamandan kalan jinekolojik muayene masasının hâlâ kullanılabilecek halde olduğunu söyledi. Ondan sonra uzun süre hekim gelmediğini, benden öncekinin ise burada pek hasta bakmadığını, daha çok nakliyecilikle(?!) uğraştığını anlattı.
Günün geri kalanını, sağlık memuruyla birlikte, elimizdeki malzemeyi iyi kötü kullanılabilir hale getirmekle geçirdik. Sağlık memuru, benden teşvik görünce kısa zamanda ortalığa çeki düzen verdi. Yardımcı görevliyle birlikte reviri temizleyip, iki hasta yatağını gerektiğinde kullanılabilir hale getirdiler, muayene masası için bir yerlerden beyaz örtü buldular. Acil müdahalede kullanılan ilaç dolabını düzenlediler. Akşam yemek için Mecburiyet Lokantası'na gittiğimde "mülki erkân masasında" savcıyla birlikte, tarif üzere kaymakam olduğu anlaşılan, koyu renk takım elbiseli biri oturuyordu. Savcı beni tanıştırınca, yerinden kalkmadan ciddi bir suratla elimi sıktı. O gece neler yaptık anımsamıyorum ama odama döndüğümde iki kadeh rakı eşliğinde, bir taraftan içine girdiğim bu kasaba hayatına nasıl alışacağımı, bir taraftan da koca kasabanın ve dilini bile bilmediğim bunca köyün sağlık sorunlarıyla tek başıma nasıl baş edeceğimi kara kara düşünmeye başladığımı iyi anımsıyorum.
Ertesi sabah ilk hasta içeri girdiğinde, yardımcımızın yaptığı kahveyi yudumluyordum. Kasabanın eşrafından olduğu anlaşılan yaşlıca bir adam karısını getirmişti. Tipik Kürt şivesiyle Türkçe konuşan sevimli bir çiftti. Kadının karnı, başı, dizleri, beli, kısaca her yeri ağrıyor, muayene sırasında dokunduğum her noktası acıyordu. Tansiyonuna baktım, ciğerlerini, kalbini dinledim, eklemlerini tek tek yokladım. Dişe dokunur hiçbir şey yoktu ama bundan nasıl emin olabilirdim? İyi kötü güvenebileceğim tek bulgu, kadının genel durumunun iyi olmasıydı. Tecrübeli hocalar, böyle hastaları, "Hiçbir şeyin yok" deyip göndermenin doğru olmadığını söylerlerdi ama tersi de bana sahtekȃrlık gibi geliyordu. Sonunda ikisi arasında bir şeyler söyleyip, yanımda getirdiğim bir ağrı kesiciyi, nasıl kullanacağını itinayla tarif ederek verdim. Kadın ilaç kutusunu evirip çevirip, düş kırıklığı ile kocasına bakarak "İğne yok mu?" dedi. İğneye ihtiyacı olmadığını uzun uzun anlatmak üzere lafa başlayacakken şeytana uyup, ona iğneden daha etkili yeni bir ilaç vereceğimi söyledim ve her nasılsa masanın üstünde duran, daha açılmamış bir kavanoz Oralet’i uzattım. Yine itinayla, akşamları yatmadan önce bir bardak sıcak suya bir tatlı kaşığı atıp, iyice erittikten sonra içmesini söyledim. Kadın ve kocası "Allah razı olsun!" diyerek giderken, ben mesleğe bu ilk ihanetimin utancını sindirmeye çalışıyordum. Oralet denen nesne, o sıralarda yeni piyasaya çıkmış ve annem, "o mahrumiyet yerinde" çay niyetine içerim diye valizime koymuştu.
O ilk günü bitirmek için bu travma yetmemişti. Birkaç sıradan hasta, öğle yemeği, revirin malzemelerini gözden geçirme ile uğraşarak mesaiyi tamamlamak üzereyken, bir kamyonun acı fren sesi duyuldu ve hemen arkasından muayene odasına telaş içinde dalan dört kişi, kollarından, bacaklarından tutarak taşıdıkları baygın bir genci getirdiler. Daha ben sormadan, elleri ve üstü başı toz toprak içindeki adamlardan biri, 10-15 km. ötedeki yol çalışması sırasında çocuğun üstüne toprak devrildiğini, hemen kazıp çıkardıklarını söyledi. Nabız, tansiyon ve refleksler alınmıyordu ve solunum durmuştu ama daha beden sıcaklığı az çok devam ediyordu. Bir taraftan ne kadar süre geçtiğini öğrenmeye çalışırken, sağlık memuruyla birlikte acemice suni solunuma başlamıştık.
O zamanlar "acil dahiliye" stajı yapılır mıydı anımsamıyorum ama hiç böyle bir hastayla karşılaşmamış olduğumdan emindim. Teorik olarak, suni solunum ve kalp masajı dışında yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyordum ama onu doğru yapıp yapmadığımdan, ne kadar sürdürmem gerektiğinden hiç emin değildim. Bir magazin bilgisi olarak ABD’de, suda boğulanlara ağızdan ağıza solunum diye bir şey uygulandığını hayal meyal hatırlıyordum ama ne nasıl yapıldığını, ne de boğulma dışında da kullanılıp kullanılmadığını biliyordum. Alnımdan terler damlayarak kalp masajı gibi bir şeyler deniyor, durup yeniden kalbini dinliyor, panik içinde kırık bir ayna parçasını ağzına tutup nefes izi görmek için çırpınıyordum.
Benden daha çok ölü görmüş sağlık memuru çocuğun çoktan ölmüş olduğuna beni inandırmaya çalışırken, eski ilaçlar arasında bir kutu "Adrenalin" gördüğümü hatırladım ve bir yerlerden anımsadığım "son ümit olarak kalp içine Adrenalin enjekte etme uygulamasını" denemeye karar verdim. Sağlık memuruna ilacı hemen bulmasını ve enjektöre çekip hazırlamasını söylerken bitkin haldeydim. Enjektör hızla hazırlandı ama kalp içine enjeksiyon için herhȃlde uzun bir iğne gerekiyordu ve tabii o yoktu ama yine de denemeliydim. Çocuk, her an uyanacak gibi sapasağlam halde önümde yatarken, mesleğime, beni bu donanımla buralara gönderen devlete, hocalarıma ve en başta kendime lanetler okuyarak, aklımca kalbi yüzeye yaklaştırmak için hastayı biraz sola döndürüyorum ve sol memenin altındaki kaburga aralığından iğneyi sonuna kadar sokup Adrenalin’i sıkıyorum.
O gün, mucizelerin sadece filmlerde, romanlarda olduğunu bile bile, bir şeyleri eksik ya da yanlış yaptığıma dair kahredici kuşkularla benliğimi eze eze, saatlerce bir mucize bekledim. Tabii mucize olmadı ve akşama doğru, sağlık memurunun yardımıyla ölüm raporunu yazıp imzaladım, sonra da yukarıdaki odama çıkıp sessizce ağladım. Bir süre dalmış olmalıyım ki aşağıdan savcının sesini duyarak uyandım. Beni yemeğe çağırıyordu. Biraz kendime gelmiştim ve içimde biriken zehirli tortuyu dağıtmak için insanlara ihtiyacım vardı.
Mecburiyet’te savcıyla oturduk ve bir küçük rakıyı yudumlamaya başladık. Bir süre sonra başkaları da geldi. Herkes olaydan haberdardı. Çocuğun buralı olmadığını, yol amelesi olarak çalıştığını söylediler. Sonra havadan sudan konuşmalarla rakıya devam ederken içeriye bir bekçi girip savcıya bir şeyler söyledi. Savcı suratı allak bullak halde bana dönüp kulağıma eğildi ve boğuk bir sesle, "Hoca ölüyü yıkarken vücudunda hareket görmüş, seni çağırıyormuş" dedi. Önce algılayamadım, birileri pis bir şaka yapıyor diye düşündüm. Değildi, rakının yardımıyla zihnimden kovmaya çalıştığım kabus devam ediyordu.
Bekçiyle birlikte karanlık yollardan geçip bir cami avlusuna vardık. Korkulu bir masal dünyasını andıran avlunun biraz ilerisinde, düz bir taşın üstüne yatırılmış ölüyü ve başında bekleyen hocayı gördüm. Yanda bir kazan, çalıların üstüne atılmış beyaz kefen bezi ve uzakta bekleyen insanlar vardı. Hoca hırçın bir sesle "Bu ölmemiş!" diye tekrar edip duruyordu. Belleğimi bütün zorlamalarıma karşın, orada neler yaptığımı tam anımsamıyorum. Olayın ertesi günü aldığım notlarda ayrıntılar yok. Bekçinin tuttuğu fener ışığında sabaha karşı lojmana döndüğüme göre, geceyi ölünün yanında geçirmiş olmalıydım.
Sabah uyandığımda, aşağıda faaliyet başlamıştı. Birkaç hasta beni bekliyordu. Sızlanmaya vakit yoktu. Adını öğrenemediğim o çocuğun görüntüsü arada gözümün önüne geliyor ve ben her seferinde biraz daha katılaştığımı fark ediyordum. Böyle travmalar kolay atlatılamıyor. Depresyona girmedim ya da kasabadan kaçmaya kalkmadım ama yıllar boyu bu olayın gizli izlerini taşıyan kâbuslar gördüm. Yine de gündelik çalışma rutininin sağaltıcı etkisi sayesinde yavaş yavaş kendimi toparlayıp, biraz etrafı görmek üzere kısa gezilere başladım. Günümüzde üçüncü Cumhurbaşkanlığı sarayının inşa edildiği Ahlat’ı ve Van’ı gördüm. Neden bilmiyorum, göl fazla ilgimi çekmedi.