Datça’dan sonraki durağımız Fethiye idi. Arada Dalaman’a uğramıştık ama sıcak ve yorgunluk dışında, gezinin o bölümüne ait pek bir şey anımsamıyorum. Fethiye o zamanlar da büyük ve biraz sevimsiz bir kasabaydı. Sahilde, kentin dışına doğru uzanan yamaçtaki kaya mezarları dışında bizim ulaşabileceğimiz mesafede görülmeye değer bir yer yoktu. Ününü duyduğumuz "Saklıkent"e ancak deniz yoluyla gidilebildiği, onun için de tekne kiralamak gerektiği için, en fazla iki gün kalıp yolumuza devam etmek niyetiyle, geceyi geçirebileceğimiz bir yer aramaya başladık. Görünürde, gözlerden uzak bir park ya da kumsal yoktu. Kasabanın dışına doğru yürürken "Deprem Evleri İnşaatı" gibi bir şeyler yazan bir tabela gördük. Biraz ilerleyince, kaba inşaatı tamamlanmış ama kapısı penceresi henüz takılmamış bir grup evle karşılaştık. Etrafta kimseler yoktu. Ne de olsa bir çatı altıdır diyerek gözden uzak birine girdik.
Gece bastırmak üzere olduğu için üçümüz birer köşeye postu serdik. Betonun üzerinde yatıyorduk ama en azından soğuk değildi. Özcan her zaman yaptığı gibi yine çizgili pijamalarını giyip uzanmıştı. Halimiz içler acısıydı ama henüz pes edecek kadar eziyet çekmemiştik. Bir sürü ilginç ve güzel yer görmüştük ama gezimizin öteki amacı konusunda yaya kalmıştık. İnsan ilişkileri bakımından dişe dokunur hiçbir gözlem yapamamış, kayda değer bir deneyim elde edememiştik. Bu minval üzere biraz lafladıktan sonra, önümüzdeki günlerin kabataslak planını yapıp, sessizlik içinde ninni gibi gelen ağustos böceklerinin huzur veren korosunu dinleyerek uykuya daldık.
Gece yarısına doğru yüksek perdeden bekçi düdükleri ve bağrışmalarla üçümüz birden uyandık. Karanlıkta parlayan fener ışıkları altında, ellerinde tüfek, kürek, değnek taşıyan bir sürü insanın, kaldığımız evin etrafını sardığını gördük. "Çıkın dışarı, hırsızlar!" diye avaz avaz bağırıyorlardı. Aramızda köylü milletiyle az çok ilişkisi olan bendim ama nasıl davranacağımı ben de bilmiyordum. O kargaşa içinde, öğrenci olduğumuzu, buraları gezmeye geldiğimizi falan söylemeye çalıştık ama dinleyen yoktu. "Çıkın buradan, defolun!" diye bağırmaya devam ediyorlardı. Üçümüz de gerçekten korkmuştuk. Alelacele toparlanıp, küfürler ve tehditler arasında kente doğru koşmaya başladık. Arkamızdan kovalayan yoktu ama bölgeden yeteri kadar uzaklaşıncaya kadar koşmaya devam ettik. Kasabanın sokaklarına girince biraz kendimize geldik ve iskele civarında açık bir kahve bulmak umuduyla dolanıp durduk, Böyle durumlarda en güvenli yer herhalde camidir diye düşündük ama görünürde cami de yoktu. Sonunda mendirekte, kapalı bir balıkçı barınağının önüne çöküp sabahı bekledik.
O gece çocukluğumdan kalan iki anı, daha doğrusu belleğimin derinliklerine kazınmış iki silik görüntü, sabaha kadar gözlerimin önünden gitmedi. Biri Oltu’da, hiç tanımadığım öfkeli bir adamın, beni göstererek,"Bu çocuk komünist Mustafa Hoca’nın oğlu mu?" diye sorarken, gözlerinden yansıyan nefret dolu bakışlardı. Öteki ise, bir nedenle evlerine gittiğimiz "Kaba Süleyman" diye anımsadığım bir adama ait görüntüydü: Üç dört yaşlarında olmalıyım. Kayısı ağaçlarıyla dolu bahçesi olan bir köy evine annemle birlikte ziyarete gitmişiz. Annem başına beyaz tülbent örtmüş yaşlı bir kadınla konuşuyor. Açık kapıdan görünen verandada, loş bir ışık altında, başında yeşil takkesiyle iri gövdeli, kırçıl sakallı yaşlı bir adam diz üstü oturmuş dua ediyor. Yüzünü iyi göremediğim adam, kızını ve damadını balta ile öldürüp ahıra gömen Kaba Süleyman adlı biri. Annem hayattayken, her nasılsa anımsadığım bu öyküyü sorduğumda, böyle bir cinayeti anımsadığını ama o evi ziyarete gittiğimizden emin olmadığını söylemişti. Öykü, o sıralarda doksanını çoktan geçmiş olan annemin yorgun belleğinden mi silinmişti, yoksa eksikleri benim çocuk muhayyilem mi tamamlamıştı bilmiyorum.
Gezinin Fethiye’den sonraki günlerinde bu saldırı üzerine çok konuştuk. Üç gariban gence karşı bu kolektif öfkeyi anlamaya çalıştık. Her birimizin kafasında az çok birbirine benzeyen bir "halk" kavramı vardı. Üçümüz de, halkı küçümseyen "snob şehirli" tipler değildik. Teorik olarak aramızdaki kültürel uçurumun farkındaydık ama yine de bu düşmanca tavrı anlamakta güçlük çekiyorduk. Hırsız olduğumuzu zannettiklerini, bu yüzden bizden kuşkulandıklarını düşünmek pek akla yakın değildi. Dört duvardan başka hiçbir şeyi olmayan evlerden ne çalınabilirdi ki? Galiba Özcan, köylülerin bizi "casus" zannettikleri tezini ortaya attı ve bu olasılığı doğrulayan komik öyküler anlattı. Gezinin devamında, halkımızın, kendilerine benzemeyen insanlara karşı kuşku duymalarının ve düşmanca davranmalarının nedenleri üzerine kırık dökük bir sürü tez geliştirirken, birkaç gün sonra, bu kez mizansenini kendimizin hazırladığı ilginç bir deneyim daha yaşadık.
Ali Boratav'ın Mavi Yolculuk Rehberi: Gökova'dan Kekova'ya Güneybatı Kıyılarımız ve 12 Adalar kitabından
Fethiye - Antalya arasında sahil yolu henüz açılmadığı için, o zamanlar kıyıdaki yerleşim yerleri arasında küçük motorlarla yolcu ve yük taşınırdı. Böyle bir motorla, Kaş’a gitmek üzere, şimdi çıkış limanını anımsamadığım uzun bir deniz yolculuğu yapmıştık. Kıyıyı yalayarak yol alan, üstü açık sandal azmanı motorda, bizim dışımızda altı yedi köylü vardı. Üçümüz teknenin burnuna, köylüler kıç kısmına yerleşmiştik. Yola çıkarken köylülerle biraz ahbaplık kurmak üzere yaptığımız girişimler pek başarılı olmamış, sorduklarımıza genellikle "He" ya da "Yok" gibi, sohbeti kilitleyen kısa yanıtlar vermişlerdi. Gün boyu deniz durgun, hava güzeldi. Çok yavaş gittiğimiz için Kaş’a ancak gece geç saatlerde varacaktık. Nefis bir gün batımını bol yıldızlı bir gece izlerken, zaten bize pek dostça bakmayan köylüleri, daha önce tartıştığımız şu akıl dışı casusluk konusunda biraz daha kuşkulandırmak üzere bir mizansen hazırladık.
Ben o zamanlar müptelası olduğum piponun maşasını değişik yönlerde yıldızlara doğru uzatıp bir şeyler ölçüyor gibi yaparak Oryal’e bazı rakamlar söyleyecek, o da elindeki deftere bunları not edecekti. Özcan da o sırada köylüleri gözleyecekti. Birkaç uygulamadan sonra Özcan telaşla, köylülerin bize bakıp kendi aralarında konuştuklarını söyleyince, ne olur ne olmaz, bu oyunu daha fazla uzatmayalım diye karar verdik. O sırada motor Meis adasının açığından geçiyor, Kaş’ın ışıkları görünüyordu. Kazasız belasız iskeleye yanaşıp motordan inerken fena halde acıkmış olduğumuzdan, önce bir şeyler yemek üzere açık bir yer aramaya karar verdik. İskeleye yakın bir lokantaya yerleşip en ucuzundan karnımızı doyurduk. Tam yatacak bir yer bulmak üzere dışarı çıkmaya hazırlanırken, birden lokantaya bir grup jandarma daldı ve garsonun şaşkın bakışları altında bizim masanın etrafını çevirdi. Başlarındaki çavuş sert bir sesle hüviyetlerimizi istedi. "Sorun nedir, biz öğrenciyiz" falan gibi itirazlarımızı dinleyen yoktu. Çavuş uzun uzun öğrenci kimliklerimizi inceledikten sonra "Hakkınızda ihbar var" dedi. Mesele anlaşılmıştı ama jandarmalara laf anlatmak mümkün değildi; karakola gidecektik. Hesabı ödeyip jandarmaların eşliğinde yakındaki karakola giderken, onlar da biz de sakinleşmiştik. Ben, hiç olmazsa bu gece bizi bir yerlerde yatırırlar, böylece yer aramaktan da kurtuluruz diye düşünürken karakola vardık. Üstümüz ve çantalarımız alelusul arandıktan sonra bir yerlere telefonlar ettiler, biri daktiloyla ifademizi aldı ve en azından bir asker yatağında uyuyacağız diye beklerken, bizi karakolun yakınında, içinde çadır bezleri, masa, iskemle gibi eski büro eşyaları bulunan, depo benzeri bir yere sokup üstümüze kapıyı kilitlediler.
Olup bitenlere dair uzun tartışmalardan sonra, çadır bezlerini yere sererek yaptığımız yataklarda oldukça rahat uyuyarak geceyi geçirdik. Halkımızın "casus" yakalama konusundaki aşırı uyanıklığı üstüne yorumlar sıralarken, bizim yaptığımızın da bayağı kışkırtıcı bir eylem olduğunu kabul ediyorduk ama ihbar ederken nasıl inandırıcı bir senaryo kurduklarına aklımız ermiyordu. Tamam, onların görmeye alıştığı tipler değildik, bir Yunan adasının yakınından geçerken bazı gariplikler yapmıştık ama mesela neden boş vermek yerine casusluk yaptığımızdan kuşkulanmışlardı?
Sabah, rütbesini anımsamadığım karakol komutanı tarafından sorguya çekilirken köylülerin bir "telsiz" lafı ettiklerini öğrenecek ve suç aleti olarak benim üç kollu pipo maşamı gösterince işin saçmalığı az çok anlaşılacaktı. Fakat komutanın masumiyetimize inanmasında asıl etkili olan bilgi, Özcan’ın bizden bahsederken, laf arasında, Oryal’in dayısının Milli Birlik Komitesi üyesi Albay Muzaffer Yurdakuler olduğunu çıtlatmasıydı. Zaten "casusluk" işine pek aklı yatmayan komutanın tavrı anında yumuşamış, bir taraftan çay ısmarlarken bir taraftan da köylüler adına özür dilemeye başlamıştı. Bu arada yolculuğumuzun devamı için önerilerde bulunmuş, karakoldan uğurlarken de "Kaymakam Beyi" bir ziyaret etmemizin iyi olacağını söylemişti.
O günün büyük bölümünü bol bol denize girip, küçük ve şirin kasabanın dik yamaca doğru uzanan daracık sokaklarında dolaşarak geçirdikten sonra, akşama doğru kaymakamı ziyarete gittik. Kaymakam Ankara Mülkiye mezunu genç ve sevimli bir adamdı. Bizi büyük bir muhabbetle karşıladı. Jandarma komutanı bilgi vermiş olmalı ki, olan bitenden fazlasıyla haberdardı. Bir taraftan köylülerle bir taraftan da, hafif yollu bizimle dalga geçiyordu. 27 Mayıs’ı candan destekliyor, "devrimci" gençliğin bizim gibi Anadolu’yu gezip görmesi, tanıması gerektiğini vurguluyordu. Geziye çıktığımızdan beri, ilk defa aynı dili konuştuğumuz biriyle karşılaşmıştık ama aramızdaki az yaş farkını unutursak, nihayetinde o da bizlerden biriydi. Kaş’a kadar gelmişken Kekova’yı görmek istediğimizi işitince, oralara ancak tekne kiralayarak gidebileceğimizi ama istersek bizi kaymakamlığın aracı ile Demre’ye gönderebileceğini, hatta giderken bölgeyi az çok görebileceğimiz Üçağızlar’a uğrayabileceğimizi söyledi.
Casusluk vukuatından sonra dışarıda kalamazdık. Bu yüzden geceyi, kaymakamın yanımıza bir görevli vererek bizi gönderdiği pansiyonda geçirip ertesi sabah jiple önce Üçağızlar’a, sonra da Demre’ye gittik. Sürücü kafa dengi biriydi. Jipi Üçağızlar’da bırakıp bizimle birlikte sandalla Kaleköyü’ne geldi. Köye yaklaşırken, batık antik kentten su üstünde kalan lahitler ve yapı kalıntıları görülüyordu. O zamanlar kale doğru dürüst restorasyon görmemişti. Köyün derme çatma iskelesinden başlayan ve birbirine bitişik eski küçük evlerin aralarından geçerek yukarı doğru tırmanan patika ile kaleye çıkınca, kara ile denizin ve adaların inanılmaz bir güzellikte iç içe girdiği muhteşem bir manzarayla karşılaştık.
Demre’den, son durağımız Antalya’ya kadar karadan gitmek zorundaydık ama ya sahil yolu henüz tamamlanmamıştı ya da sahilden geçen otobüs yoktu. Bu yüzden önce bir yük kamyonunun arkasına atlayarak, Elmalı üzerinden Korkuteli’ne, oradan da bir öğlen sıcağında otobüsle Antalya’ya vardık. O zamanlar kentin sahile yakın bazı bölümlerinde yol kenarından arklar içinde su akardı. Ağaç gölgelerinden yürüyerek, biraz olsun serinleyebilmek için kendimizi zar zor deniz kıyısına attık ama deniz suyu neredeyse vücut sıcaklığında olduğu için serinlemek mümkün değildi. Antalya’da üç dört günden fazla barınamadık. Gündüzleri kenti dolaşıyor ya da günübirlik sağa sola gidiyor, geceleri parktaki ahşap banklara uzanıp uyuyorduk. Bir gün Side’de kalıp, antik kenti ve o muhteşem tiyatroyu gördük. Bir gün Olimpos antik kentini gezip, Kaptan Eudemos’a ait lahitin üzerindeki yelkensiz ve direksiz tekne kabartmasına saygıyla dokunduk. Biraz serinleyelim diyerek bir gün Manavgat’a gidip, çevresi mezbelelik haldeki şelalenin kıyısında geceledik. Sabah nemden sırılsıklam uyandığımızda, artık İstanbul’a dönme vaktinin geldiğine karar verdik.
Zaten devam edecek paramız da mecalimiz de kalmamıştı. Yaklaşık bir ay boyunca, "Mavi Yolculuk" efsanesinin tadına varamasak da çok güzel yerler görmüş, ilginç deneyimler edinmiştik. Bunları sindirmek için bu yorucu koşuşmaya artık son vermek gerekiyordu. Üçümüz de en az üç dört kilo zayıflamış, doğru dürüst yemek ve yatak hasretinden kıvranmaya başlamıştık. Antalya’dan akşam saatlerinde kalkan bir otobüse atlayıp yola çıktık. Cebimizde kalan son birkaç lira ile bir mola yerindeki lokantada birer çorbayı bol ekmek eşliğinde içtik ve ertesi gün öğlene doğru bitkin halde İstanbul’a vardık. Her şeye karşın eve dönmek iyiydi.