16 Mayıs 2020

60 sene önce kıyı kıyı Ege-Akdeniz (2) 

Çağlar boyunca yapılmış en güzel kadın heykeli olduğu söylenen kayıp "Knidos Afroditi"nin kentinde bize keklik avı düşmüştü

Bodrum yarımadasına ancak gece geç saatte varabildik. Bu saatte yola çıkamayacağımız için kaptana geceyi teknede geçirebilir miyiz diye sorduğumuzda, gülmüş ve iskelede biraz beklememizi söylemişti. Motoru bağladıktan sonra, hiçbir şey söylemeden önümüze düşmüş, biz de onu izleyerek karanlıkta iskelenin arkasındaki sırta doğru tırmanmaya başlamıştık. Yol boyunca soluk ışıkların sızdığı tek tük evlerin arasından geçerek, önünde genişçe verandası olan bir eve vardık. Biz verandada beklerken kaptan yine bir şey söylemeden içeri girdi. Biraz sonra başörtülü bir kadın, genç bir çocukla birlikte verandadaki kilimin üstüne yan yana üç şilte serdi. Bir tepsi içinde köy ekmeği, peynir ve bir testi su getirdi. Kaptan bir ara çıkıp, eliyle arkadaki yamacı göstererek, "Sabah ekenden yola çıkar, sıkı bir piyade yürüyüşüyle iki saatte şoseye varırsınız, ondan sonrası kolay" dedi ve tekrar içeri girdi.

Kaptanın bu olağanüstü sade ve sevecen tavrı hepimizi etkilemişti. Geceyi, her şeye rağmen, yaşadığım ülkeye ve insanlara dair sıcak duygularla uykuya dalarak geçirdiğimi anımsıyorum. Ertesi sabah kimse uyanmadan kalkıp şilteleri topladık, kaptana kısa bir teşekkür notu yazıp tepsiye bıraktık ve şafak serinliğinde yamacı tırmanmaya başladık. Hızlı yürümesek de üç dört saat hiç mola vermeden dağ tepe yürüdüğümüz halde karşımıza ne şose, ne patika, ne de yol sorabileceğimiz biri çıktı. Herhalde yönümüzü şaşırmıştık. İşin fenası, denizi de göremiyorduk. Bodrum’a kolayca varacağımızı düşünerek, yanımıza yine ne su ne yiyecek bir şey almıştık. Ortalıkta Meryem Ana yolu üstündeki gibi incir ağacı da yoktu. Bu acemiliklerimize hayıflanarak, güneşin alçalış yönüne göre kendimizce bir yön bulup yola devam etmekten başka çare yoktu. Kaptanın o güven veren ifadelerine fazla bel bağlamış, yol konusunda daha ayrıntılı bilgi almamıştık.

Ancak akşama doğru bir tepeyi aşınca, uzaktan bizim yürüdüğümüz istikamete paralel yönde kıvrıla kıvrıla uzanan yolu görebildik. Besbelli ki dikine gideceğimize, yola paralel yönde dağ tepe inip çıkmıştık. Sonunda yol kenarında terkedilmiş bir çardak altında serilmiş yatarken bir motor sesiyle canlandık ve gelen eski bir otobüse atladık. Yol boyunca rastladığımız, Osmanlı döneminden kalma, vaktiyle yağmur suyu toplamak için kullanılan bir iki "kümbet", sağlam görünüşleriyle işlevsizlikleri arasındaki tuhaf çelişkiyi sessizce açığa vurur gibiydi. Sürücü bir çeşme başında mola verince keyfimiz yerine gelmişti. Bodrum’a akşam serinliğinde, sevinç içinde varmıştık.

Kale, bütün ihtişamıyla masmavi denize buyur eder gibi karşımızdaydı. O zamanlar Bodrum, şimdiki gibi kutu kutu beyaz evlerle donatılmış değildi. Kasaba, narenciye bahçeleri içine gizlenmiş küçük evler, Halikarnas Balıkçısı’nın diktiği ağaçlarla kaplı serin bir park, bir cami, onun yakınında bir iki çardaklı kahve ve kaleye doğru uzanan çarşıdan ibaretti. Kasabayı çevreleyen yakın tepelerde eski yel değirmeni iskeletleri, limanda çoğu eski balıkçı ve sünger tekneleri ile bir iki tane küçük boy yat vardı. Pazar yerinde yakın köylerden getirilmiş çeşit çeşit dağ otları, sebzeler, peynir, zeytin, yumurta ve tabii canlı halde tavuklar sergilenirdi. Kasabanın biraz dışında kalan ünlü Halikarnassos antik tiyatrosu ancak kısmen açığa çıkarılmıştı. Bodrum’da üç dört gün kadar kaldığımızı, pazar yerine yakın bir esnaf lokantasında o güne kadar görmediğim büyüklükteki bamyalarla yapılmış bir sulu yemeği iştahla yediğimizi, gündüzleri kalenin yakınında denize girerek, kitap okuyarak geçirdiğimizi hiç unutmuyorum. O üç gün boyunca kasabanın tek pansiyonunda yok fiyatına kaldığımız, acınacak bütçemizle kiraladığımız küçük balıkçı tekneleriyle yakın koyları dolaştığımız aklıma geldikçe, acaba ben bütün bunları uyduruyor muyum diye kuşkuya düşüyorum,

Bodrum- Marmaris arasını kara yolu ile katetmek zorunda kalmıştık. Ne yazık ki hayal ettiğimiz gibi, süngerci tekneleriyle bu koylara girip çıkmak mümkün olmamıştı. Bir sabah vakti, Bodrum’dan, sık sık su kaynatan, lastiği patlayan külüstür bir otobüsle, daracık virajlı yollardan geçerek, önce Milas’a oradan Muğla’ya, oradan da Marmaris’e gelmiştik. Muğla’dan Gökova körfezine inerken geçtiğimiz, "Kargasekmez" ya da "Sakar" diye anılan geçit gerçekten heyecan vericiydi. O zamanlar tek şeritli olan stabilize yolun bir tarafı 600-650 metre yükseklikten, ovayla denizin buluştuğu körfeze bakıyordu. Sürücüler alışkın da olsa virajlardan çok yavaş geçmek zorundaydı. Hava o kadar berraktı ki tepeden bakınca, ta uzaktaki Köyceğiz gölü görünüyordu. Ovayı boylu boyunca kateden yolun iki tarafındaki okaliptüs ağaçları o zamanlar dikilmiş miydi anımsamıyorum. Daha sonraki yıllar içinde, Nail Çakırhan ve Halet Çambel körfezin yamacındaki küçük Akyaka köyüne yerleşmişti. Nail Bey’e, 1983’te Ağahan ödülünü kazandıracak olan, yerel mimariden esinlenerek yaptığı ahşap "Ula Evleri" Akyaka’yı itibarlı yada zengin yazlıkçıların gözdesi bir yer haline getirecekti. Akyaka o zamanlar,"Azmak" denilen ve içinden, buz gibi kaynak sularından oluşan derenin geçtiği sazlıklarıyla sakin ve ücra bir yerdi.

Gökova- Marmaris arasındaki yol nispeten düzgün ve biraz daha az virajlıydı. Kasaba Bodrum’a göre biraz daha büyük ve çok daha yeşillikti. Otel ya da motel adıyla bir tesis var mıydı anımsamıyorum ama zaten biz hakkımızı Bodrum’da pansiyonda kalarak kullandığımız için, yine sırt çantalarımızdaki uydurma uyku tulumlarıyla deniz kenarında kumsalda geceledik. İskele meydanındaki kahvede karşılaştığımız küçük bir gezgin grubuna takılarak, yine eski bir otobüsle Datça’ya gittik. Yol Sakar’ı aratmayacak kadar kötü ve virajlıydı ama manzara olağanüstüydü. Marmaris’ten çıkıp Datça’ya yönelince, inanılmaz güzellikte vadilerden, koylardan geçen yolda, yarımadanın en dar yerinde (Balıkaşıran) bir tarafta Ege’yi, bir tarafta Akdeniz’i birlikte görmek gerçekten heyecan vericiydi.

Kasabanın, o sıcak mevsimde insanın içini ferahlatan havası dışında kayda değer bir özelliği yoktu. Bir an önce Knidos antik kentini görmek için sabırsızlanıyorduk ki, bir rastlantı sonucu tanıştığımız iki genç öğretmen, nereden buldularsa bir jiple bizi Knidos’a götürmeyi teklif ettiler. Böylece fazla uğraşmadan Knidos’a gittik. Yanlış anımsamıyorsam öğretmenlerin ikisi de Knidos yakınındaki köylerdendi. Antik kent henüz arkeolojik koruma altına alınmamıştı ama liman dışında ortalıkta kente ait göze çarpan bir yapı kalıntısı yoktu. Sonraki yıllarda yaptığımız mavi yolculuklarda ara sıra uğradığımız limanlardan biri olan Knidos’un, yüksekçe kayalık bir tepeye dikilmiş deniz feneri, limanın görünümünü daha da çarpıcı hale getiriyordu. Öğretmen arkadaşlar keklik mevsimi olduğunu, özellikle antik kentin bulunduğu bölgedeki çalıklar arasında çok keklik avlayabileceklerini söylemişlerdi.Yarımadanın batı ucundaki Tekir burnuna vardığımızda, önceden Knidos hakkında okuduklarımıza hiç benzemeyen bir manzarayla karşılaştık. MÖ 4-5. yüzyılda kurulan ve dönemin çok önemli bilim ve özellikle heykel sanatı merkezlerinden biri olan kentte toprak üstünde bir şeyler görebileceğimizi umarken, keklik avlama önerisi biraz keyfimizi kaçırmıştı ama çoğu zaman olduğu gibi gerçek başka türlüydü. Çağlar boyunca yapılmış en güzel kadın heykeli olduğu söylenen kayıp "Knidos Afroditi"nin kentinde bize keklik avı düşmüştü. Birkaç saat boyunca, yer yer açığa çıkmış mermer sütun başları, sur kalıntıları, taş döşeli yollar ve her yanı kaplayan çalılıklar arasında, av tüfekleriyle inanılmaz bir keklik katliamı yapılmıştı.

Güneş alçalmaya başlayınca, öğretmenlerin kekliklerle dolu av çantaları jipin arkasına atıldı ve yakındaki köye götürüldü. Biz bu gerçeküstü maceranın şaşkınlığı içinde kalıntıları dolaşırken, birkaç saat sonra geri dönen jipten, üstünde nar gibi kızarmış keklikler olan koca bir tepsi pilav ve iki büyük şişe rakı indirildi. Tepsi koya bakan bir düzlükte, bir sütun kalıntısının üstüne yerleştirildi, rakılar açıldı ve gün batımının kızıllığı ufku kaplayıncaya kadar yenildi, içildi, Knidos’a, Afrodit’e ve bu ülkeye dair uzun uzun konuşuldu. Köyden gelenlerden biri, Atinalı ünlü bir heykeltıraşın (Praksiteles), kentin baş rahibinin kızına aşık olduğunu, çıplak Afrodit heykelini yaparken, model olarak onu kullandığını, heykel bitip yerine dikilince, rahibin kızını manastıra kapattığını ve kızın ölünceye kadar kimseye görünmeden orada yaşadığını anlattı.

Bu satırlar yazılırken, gerçekdışı suçlamalarla Silivri Cezaevinde yatmakta olan yazar Ahmet Altan, yıllar önce "İçimizde Bir Yer" adlı romanında Knidos Afroditi’ne dair başka bir öykü anlatıyordu:

"Ve Praksiteles, tanrımızın bize verdiği en muhteşem heykeltraş. Onun yaptığı heykeli, Romalı Plinius 'dünyanın en güzel heykeli' ilan etmişti. Praksiteles, Atinalı bir heykeltraştı. Bir gün ressam bir arkadaşıyla Datça yakınlarındaki Knidos'da bir akşam vakti sahilin kuytu bir yerinde içkisini içip sanattan konuşuyordu. Tepedeki manastırdan rahibelerin indiğini gördüler. Rahibeler sahile gelip, elbiseleriyle denize girdiler biraz serinlemek için Aralarından yalnızca biri çırılçıplak soyundu. Genç kadının vücudunu gören Praksiteles hemen o anda o vücudun heykelini yapmazsa yaşayamayacağını hissetti. Ertesi gün manastıra gidip, başrahibeden, genç rahibenin heykelini yapmak için izin istedi. "Biz karışmayız," dedi başrahibe, "kendisine bir sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz." Heyecanlı heykeltraş, genç rahibeyi çıplak heykeli için poz vermeye ikna etti. Heykeli yaparken, kızın hikâyesini de öğrendi. Genç kız, bir adamı öldürmüştü. (….)"

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı