22 Mayıs 2020

1960'a doğru: 28 Nisan, sonun başlangıcı...

İstanbul Üniversitesi bahçesi her zamankinden daha tenhaydı...

27 Nisan günü Tıp Fakültesi Genel Kurulu'nda polis baskını yaşanırken Meclis'te muhalefeti sindirmek üzere, olağanüstü yetkilere sahip ünlü "Tahkikat Encümeni" kurulmuş, halkı muhalefete karşı kışkırtmak amacıyla, katılanların isimleri devlet radyosundan her gün duyurulan "Vatan Cephesi" isimli sivil bir iktidar cephesi oluşturulmaya girişilmişti. Tahkikat Encümeni; 'gözaltına alma', 'arama yapma', 'tutuklama', 'gazete ve dergileri toplatma ve kapatma', 'her türlü belgeye el koyma' gibi kararları alabilmeye ve bu kararları 'hükümetin bütün vasıtalarından yararlanarak' uygulamaya yetkili oluyordu. Ayrıca Tahkikat Encümeni'nin kararları kesin olacak ve kararlara hiçbir mercide itiraz edilemeyecekti.(Altan Öymen. Ve İhtilal).

Aynı gün Meclis'te İnönü'nün konuşması kesilerek, oniki meclis birleşimine katılmama cezası verilmiş, üç CHP milletvekili aynı nedenle polis zoruyla Meclis'ten çıkarılmıştı. Akşam eve döndüğümde, bütün bu olup bitenlerin ağırlığı altında bitkin düştüğüm yüzümden anlaşıyor olmalıydı ki annem, hiçbir şeyden haberi olmadığı halde, "Ne oldu sana?" diye telaş içinde karşıladı beni. Olup bitenleri elimden geldiği kadar sansürleyerek anlattım ve erkenden yattım. Sabaha kendimi toparlamam gerekiyordu, zira 28 Nisan günü olaylara gebeydi. Ertesi sabah vapur iskelesinde arkadaşlarla buluşup Beyazıt'ta merkez binanın bahçesinde toplanacaktık. Sabah oldukça dinlenmiş halde kalkmıştım ama ameliyat yeri hâlâ ağrıyor, yürürken güçlük çekiyordum. İskeleye doğru giderken, yol üstündeki Kadıköy Polis Karakolu'nun arka duvarlarına yapıştırdığımız afişlerinin, etiketlerin hâlâ yerinde durduğunu görüp, heyecanlandığımı anımsıyorum.

İstanbul Üniversitesi bahçesi her zamankinden daha tenhaydı. İki taraftaki ağaçların arasında üslenmiş sivil polis kılıklı küçük gruplar dışında ortalıkta kimseler yoktu. Öğlenden sonra, özellikle Hukuk Fakültesi amfilerinden dersleri bırakıp çıkan öğrenciler görünmeye başlamıştı. Şimdi Siyasal Bilgiler Fakültesi olan binadaki amfide dersimiz sürerken birkaç arkadaşla birlikte çıkıp bahçedeki öğrencilere katıldık. Bir ara bir polis aracının heykelin önündeki geniş yoldan hızla geçtiğini gördük. Rektörümüz Sıddık Sami Onar'ın yerlerde sürüklenerek götürüldüğü söyleniyordu. Beyazıt Meydanı'na açılan büyük kapıdan, meydanda dolaşan atlı polisleri görüyorduk. Polisin öğrenci gruplarına ateş ettiğine, ölenler olduğuna, Bumin Yamanoğlu'nun yeni ameliyat olmuş bir tıbbıyeliyi bir yumrukta öldürdüğüne dair söylentiler dolaşıyordu. O günlerin aktivistlerinden Kastro Nuri, Bozkurt Nuhoğlu ve adlarını anımsamadığım başkaları bahçe içinde yer yer toplanan gruplara konuşmalar yapıyor, hâlâ derslerini sürdüren öğrencileri ve öğretim üyelerini eleştiriyorlardı.

Akşama doğru Uğur Cankoçak bizim gruba, geceyi bahçede geçirme kararı alındığını duyurdu. Bahçenin Bakırcılar'a bakan demir kapısı zincirle kilitlenmişti. Çevredeki esnaf kapı aralığından içeriye ekmek, peynir, helva vb. yiyecek paketleri atıyordu. Ortalık kararmaya başladıkça, bahçedeki öğrenci sayısı azalıyordu. Bizim gruptan bir iki arkadaş dışında, kız arkadaşlar dahil, ayrılan olmamıştı. Arada, dağılmamız, evlerimize gitmemiz için megafonla uyarılar yapılıyor; biz de o günlerde popüler olan Osman Paşa marşından bozma, "Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?" mısralarını yayvan ve detone bir sesle tekrarlayıp duruyorduk.

Ankara Kızılay'da toplanan gençlerin üzerine ateş edildiği, ölenlerin Et Balık Kurumu'nun mezbahalarında kıyma yapıldığı gibi akıl almaz söylentiler o sıralarda kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. İnanmıyorduk ama büsbütün uydurma da diyemiyorduk. Gece yarısına doğru yanlış anımsamıyorsam sıkıyönetim komutanı, erkânı ile birlikte geldi ve bahçeyi terk etmeyenlerin tutuklanacağını, yarı nasihat yarı tehdit üslubuyla duyurdu. Yine bir grup öğrenci sessizce bahçeyi terk etti. Gece yarısına doğru ana girişin sağındaki alanda, geriye kalan birkaç yüz kişilik grubumuzun etrafı dikenli tellerle çevrildi ve bahçeye büyük cemseler girdi. O ana kadar biraz da oyun gibi algıladığımız durum birden ciddileşmiş ve geri dönüşsüz bir yola girdiğimiz duygusu içimizi hafiften ürpertmeye başlamıştı.

20 yaşındaki üniversite öğrencisi Turan Emeksiz, Tahkikat Komisyonu'nun kurulmasına dair kanunun kabul edilmesi üzerine 28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi bahçesinde düzenlenen protesto mitingi sırasında öldürüldü

Davutpaşa Kışlası

Manevra giysileri içindeki birkaç subay ölçülü bir sertlikle, dikenli tellerin açık bıraktığı aralıktan sıra halinde geçerek askeri kamyonlara binmemizi söyledi. İşlem kısa zamanda tamamlandı ve bazıları tenteli, bazıları üstü açık kamyonlara bindirilmiş halde Beyazıt'tan Aksaray'a doğru yola dizildik. Nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk. Benim Ali ile birlikte bindiğim kamyonda, Hukuk Fakültesi'nden, şimdi adını anımsamadığım bir kız arkadaş en önde el sallayarak slogan atıyor, kamyonları dolduran bizlerden yükselen "Olur mu böyle olur mu..." nakaratı, bindirildiğimiz kamyonların motor gürültüsüne karışıyordu. Polis değil de asker tarafından götürüldüğümüz için herhalde ölüme ya da işkenceye gitmiyorduk ama sıkıyönetim hiç tekin değildi. Yol boyunca açılan pencerelerden gelen tek tük alkış sesleri içimizi biraz olsun rahatlatıyordu.

Askeri kamyonlar Davutpaşa'ya yönelince kısmen rahatlamıştık. Konvoy sokak aralarında yavaşlıyor, kamyonlardan atlayıp kaçanlar oluyordu. Ameliyat yerinde ağrı hâlâ devam ettiği için kaçmayı göze alamıyordum ama bir taraftan da hem gruptan ayrılmak istemiyor hem de bu gidişin nereye varacağını merak ediyordum. Kışlanın ana girişindeki askerler oldukça müsamahalı davranarak, bizi arkadaki büyükçe bir açık alana yönlendirdiler. Karanlıkta etrafı doğru dürüst göremiyorduk ama anlaşılan geceyi burada geçirecektik. Yanlış anımsamıyorsam bizim gruptaki kız arkadaşlardan Tansel, Günnur, Serpil ve isimlerini anımsamadığım birkaçı, öteki kızlarla birlikte, kışladaki bir koğuşa yerleştirilmişlerdi. Gruplar halinde yere oturunca, askerler; çeyrek ekmek ve zeytinden oluşan kumanyaları ve isteyenlere üçer beşer tane "asker sigarası" dağıttılar. Artık iyice rahatlamıştık; dağıtılan sigaraları tüttürürken, askerlerle aramızda, o günlerde çok doğal karşıladığımız bir gönül bağı oluşmuştu. Kız arkadaşlarımızın kapalı mekânda her türlü ihtiyaçlarının sağlandığı duyuruluyor, sanki tutukludan çok, konuk muamelesi görüyorduk ama içimiz hâlâ rahat değildi. Asker içindeki güç dengesinin her an değişebileceği endişesinden kurtulamıyorduk.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ortalık hareketlenmeye başlamıştı. Etrafı daha iyi görebiliyorduk. Geceyi geçirdiğimiz bahçenin bir köşesinde dışarı açılan bir aralık olduğunu fark eden bazı arkadaşlar oradan kışla dışına kaçabileceğimizi söyleyince, uzun tartışmalardan sonra, durumu değerlendirmek üzere, küçük bir grup halinde oraya yöneldik. Dışarıya açılan aralık, süngülü dört beş asker tarafından tutulmuştu ve kaçmamıza göz yumacak gibi görünmüyorlardı. Bir arkadaş, kalabalık bastırırsa, kargaşalıktan yararlanıp kaçabileceğimizi ileri sürdü ise de, buna kimsenin aklı yatmadı. O sırada gözümün önünden, kaçarken arkadan ateş açılıp vurulanlara dair film sahneleri geçtiğini ve ürperdiğimi anımsıyorum.

Vakit ilerledikçe ne olacağımız konusundaki belirsizlik can sıkmaya başlamıştı. Öte yandan bahçedeki kalabalığın hafiften seyrekleşmeye başladığını fark ediyor ve bir şekilde kaçmanın mümkün olduğunu seziyorduk. Derken, binalardan birinin kapısında birikenleri görünce Ali ile birlikte oraya yöneldik. Kaçış yolu burası olmalıydı. Etrafta hiç asker yoktu. Önümüzdekiler tahminimizi doğrulamıştı. Bir tuvalet kapısından başlayan kuyruk gittikçe kısalıyor, içeri girenler bir daha çıkmıyordu. Besbelli ki içerde bir kaçış yolu vardı. Sonunda sıra bize gelip içeri girdiğimizde, hȃlȃ gözümün önündeki tuhaf bir sahneyle karşılaştık: Tuvaletin duvarında, normal bir insanın biraz zorlanarak da olsa geçebileceği büyüklükte bir pencerede debelenen biri, vücudunun üst yarısı dışarıda, belinden aşağısı ve bacakları içeride sıkışıp kalmıştı. Ne dışarı çıkabiliyor ne geri gelebiliyordu. Bütün uğraşmalara karşın arkadaşın poposunu pencereden geçirmek mümkün olmadı ve güçlükle geri çıkarıldı. Karşımızdaki dev yapılı ve hayli kilolu genç adam, yanlış anımsamıyorsam, henüz o sıralarda oyuncu olarak ünlenmemiş Ergun Köknar'dı. Benim tanışıklığım yoktu ama Ali tanıyordu. Yaşı bize göre biraz ileride olmasına karşın hala Teknik Üniversite Mimarlık Bölümü'nde öğrenciydi. Arkadaşlar onu telaş içinde daha konforlu bir kaçış yoluna götürürken, boşalan pencereden, kuyrukta bekleyenlerin kahkahaları arasında, önce Ali sonra ben kışla dışına çıktık.

O zamanlar Davutpaşa, İstanbul'un bütün çevresi gibi henüz yapılaşmaya açılmamış ve beton yığınaklarına dönüşmemişti. Kışlanın arkası hafif bir yamaç halinde, uzaktaki bilmediğimiz yerleşim yerlerine doğru uzanıyordu. Yamaçtan inerken, kasığımdaki ağrıya aldırmadan, eşsiz bir maceranın son sahnelerini yaşıyormuşçasına, neşe ve umut dolu bir geleceğe doğru koşuyordum. Durmadan konuşarak, uzun bir süre mahalle aralarından yürüdüğümüzü ve sonunda trenle Yenikapı'ya geldiğimizi anımsıyorum. Yenikapı'daki sahil kahveleri öğrencilerle doluydu. Ankara Mülkiye'de öğrenci gösterisi polis tarafından dağıtılırken, okul bahçesine dolan öğrencilere ateş açıldığı, yaralananların olduğu, bu arada yirmi civarında avukatın gözaltına alındığı haberi geldi. Aynı gün Menderes'in radyodan, vatandaşları şüpheli gördükleri herkesi polise ihbar etmeleri için uyardığı duyuldu.

Zamansal sırası aklımda kalmamış ama Mayıs ayı boyunca İstanbul ve Ankara'da hemen her gün iktidar karşıtı öğrenci gösterileri oluyor, hükümetin aldığı önlemlerin de dozu gittikçe yükseliyordu. 5 Mayıs günü 555 K parolasıyla (5'inci ayın 5'inde saat 5'te Kızılay'da), önceden haberleşen muhalif gençler, Kızılay'da tam saat 5'te, Başbakan Menderes makam otomobilinden inerken, aniden "Menderes istifa!", "Hükümet istifa!" gibi sloganlar atmaya başlamış ve önceden önlem almamış olan güvenlik güçleri bu korsan gösteriye fazla bir şey yapamamıştı.

Ayrıntılarını daha sonra öğrendiğimiz bu olayda, bir rivayete göre, Menderes önceden taraftarlarına haber verdirterek, olan bitenden etkilenmediğini göstermek ve hâlȃ halk desteğine sahip olduğunu kanıtlamak amacıyla, Kızılay'da küçük bir sivil destek gösterisi planlamıştı. 555K, bu istihbarat üzerine mi düzenlenmişti, yoksa Menderes'in tam o sırada Kızılay'dan geçmesi tamamen tesadüf eseri miydi, hiçbir zaman öğrenemedik. O günlerde yazdığı 555K başlıklı muhteşem şiiri öğrenciler arasında elden ele dolaşan Cemal Süreya'nın adının karıştığı başka bir rivayete göre de, gösteri yapan gençler arasında Deniz Baykal ve Vedat Dalokay da vardı. Menderes öfke içinde otomobilinden inip, "Ne istiyorsunuz?" diye sorunca, ikisinden biri yakasına yapışarak," Hürriyet istiyoruz!" demiş; bunun üzerine Menderes de "İşte Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet mi olur!" diye yanıtlamıştı. Yine bazı söylentilere göre Baykal, Menderes'in yakasına yapışanın kendisi değil Vedat Dalokay olduğunu açıklamış, dolayısıyla kahramanlık beratı Dalokay'da kalmıştı. Yıllar sonra bu satırları yazarken, Deniz Baykal ve Vedat Dalokay'ın, olayın bu son sahnesiyle ilgili basına yansıyan herhangi bir açıklamasına rastlamadım. Güneri Civaoğlu'na göre Baykal olay sırasında orada bulunmuş ama kendisinin fiili bir girişimi olmamıştı. (Milliyet, 12 Mayıs 2010) Şimdi geriye dönüp bakınca, eğer söylenenler doğru ise, bu olayda Vedat Dalokay'ın cesareti yanında, Menderes'in soğukkanlı ve zekice yanıtını da kayda geçirmek gerektiğini düşünüyorum.

555k

Şimdi bursada ipek çeken kızlar
Bir karasevda halinde söylemektedir:
Görmeğe alıştığımız nice yazlar
Kimleri alıp götürdüler ama kimleri
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
Bir karasevda halinde söylemektedir
Şimdi bursada ipek çeken kızlar

Şimdi erzurumda çift sürenlerin
Geçit vermez kaşlarının altında
Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
Sabanın demiri girdikçe toprağa
Hınçlarını gömmektedir içine yerin.
Çünkü millet hayınları ankaralarda
Çünkü izmirlerde, çünkü istanbullarda
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin
İşte onun için karanlıktır gözleri
Şimdi erzurumda çift sürenlerin.

Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
Şimdi acının ve hüznün göklerinde
Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
Uykumuzun bir ucunda bombalar
Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
İngiliz usulü piyade tüfekleriyle
İnsanca yaşamanın onuru arasında
Milletcek bir gidip bir geliyoruz
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz

Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türküleri duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze çevirenlerin

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.

Cemal Süreya

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı