“Filmin bundan sonrasında Yatırca doğumlu Derda’yla Londra doğumlu Stanley konuşmadılar ve sadece bağırdılar. Biri korkutmak için diğeri korktuğu için. Doğu’yla Batı arasında ne oluyorsa, Derda’yla Stanley’nin arasında da o oldu: Tehdit ve teklif, Ceza ve ödül. Umursamazlık ve şiddet. Sadizm ve mazoşizm."
Yazar Hakan Günday’ın Az adlı romanından alıntılandığım bu ve benzer tesbitleri her okuduğumda boğazıma bir şey düğümleniyor. Tespitin doğruluğundan belki. Ancak boğazımdaki düğümü çözmem çok zor olmuyor. Çünkü korkutanların kim olduğunu, dilini siyasetle bulduğunu biliyorum. Bu sistemin çarklarına girmeyi reddedenlerin olduğunu da biliyorum. Dili insanlık olan ve nerede duracağını kime destek vereceğini bilen muhalifler bunlar. Egemenler kadar güçlü olmayabilirler ama sayıca az da değiller.
Alman ve AB siyaseti ile Türk siyaseti arasında epeydir sıkıntılı günler yaşanıyor. Türkiye’den yükselen “Ey Avrupa!” ya da “Ey Almanya!” sesleri Almanya’dan ve Avrupa’dan tehditle karşılık buluyor. Ya da Türkiye’den yapılan tehditler Almanya ve AB’de fazla ciddiye alınmıyor. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir’in dediği çok yanlış değil; Türkiye AB’ne girmek istiyorMUŞ gibi yapıyor, AB Türkiye’yi alacakMIŞ gibi. Dolayısı ile Türkiye’nin AB üyelik sürecinde bir arpa boyu yol alınmıyor. Taraflardan biri havluyu atıp “başlarım tam üyelikten” deyip geri çekilene kadar bu sinir harbi sürecek. Bakalım bu oyunu kim bozacak? Bugünlerde Türkiye aynı restleşmeye ABD ile girdi, İncirlik üssü malzeme ediliyor.
Türkiye son aylarda Alman kamuoyunun hemen her gün konuştuğu bir ülke haline geldi. Sadece terör eylemlerinin ayrıntıları değil, Türkiye’de OHAL ile birlikte yaşanan gelişmeler ayrıntılarıyla takip edikliyor. Gezi hareketinden bu yana Türkiyeli muhaliflere yönelik duyarlılık da artmıştı, bugünlerde üst düzeyde. Alman medyası, Türkiye’de darbe girişimi sonrası artan insan hakları ve düşünce özgürlüğü ihlallerine yönelik yaptığı haber, yorum ve röportajlarla bence oldukça iyi bir sınav verdi. Özellikle de Türkiye’de sesi kısılan gazetecilere dayanışma mesajları göndermekle kalmadı, onlara seslerini duyurabilecekleri platformlar sundu.
Alman İkinci Kanalı ZDF mesela, Aspekte adlı haber programını Can Dündar’a hem de Türkçe sundurdu. Abartıdan uzak, içeriği dengeli bir program olmuştu Aspekte’nin Can Dündarlı sayısı. Türkiye eleştirilirken, AB üyesi Macaristan’daki Türkiye’dekine benzer gelişmelere yer verilerek çuvaldızı AB’ne batırmaktan çekinilmemişti. Programın öyle bi anı var ki tüyleriniz diken diken oluveriyor. Aslı Erdoğan’ın mesajını okuyan Can Dündar, Silivri cezaevinde kalan Ahmet Altan’ın dışarıya gönderdiği tek mesajın sessizlik olduğunu söyledikten sonra stüdyodaki herkes 40 saniye kadar susuyor. Diğer sunucu Katty Salié’nin dediği gibi bu “dayanışma sessizliği”, söylenen bütün sözlerden üstün geliyor.
Benim de çalıştığım bir başka yayın kuruluşu Batı Almanya Radyo Televizyon Kurumu WDR de “Türkei Unzensiert – Sansürsüz Türkiye” başlıklı, internet sitesinde Türkçe metinleri de bulabileceğiniz bir proje hazırladı. Önce radio programı olarak başlayan proje, Türkiye ile ilgili bütün haberlerin biraraya getirildiği bir medyateke dönüştürüldü. Türkiyeli gazeteci ve yazarlardan Kürşat Akyol, Hatice Kamer, Bülent Mumay, Gönül Kıvılcım ve Can Dündar, ülkelerinde yaşananları kendi deneyimlerinden bahsederek aktarıyorlar. Banu Güven de haftalık video yorumları yapıyor. Radyo programında yer alan beş gazeteci ve yazar farklı medya kuruluşlarına çalıştığı gibi farklı kültür ve sosyal sınıflardan geliyor. Dolayısıyla deneyimleri ve tesbitleri ve mücadele biçimleri de farklı. Biri Almanya’da sürgünde yaşarken, diğeri Diyarbakır’da hayatta kalmaya çalışıyor. Biri başına bir şey gelirse bundan mağdur olacak eşi ve çocuğu olmadığı için kendini şanslı hissederken, Almanya’dan Türkiye’ye giden bir diğeri cezaevindekilerin unutulmaması için mücadele veriyor. Hepsini dinlediğinizde aslında Türkiye’nin Doğusu ve Batısı’nın da birbirinden ne kadar uzaklaşmış olduğunu çok açık görüyorsunuz.
Elinizde olmadan şunları düşünüyorsunuz: Keşke Türk medyası da zamanında Doğu ile Batı’yı yakınlaştırmak için Alman medyası kadar çaba harcasaydı, bugün belki gazetecilik bu kadar yara almazdı. Diyarbakır doğumlu Cumaali ile İzmir doğumlu Alican da birbirine bağırmak yerine konuşmayı becerebilirlerdi. Ve belki o zaman korku dilini siyasette bu kadar kolay bulamaz, umursamazlık şiddete dönüşmezdi.