21 Kasım 2015

Önce dilimizi silahsızlandıralım

Almanya'da siyasetçiler ülkelerinde bir aşırı dinci terör eylemi olmadığı için neredeyse özür dileyecekler

Nobel’e birkaç kez aday gösterilen Kıbrıslı bilim adamı Profesör Vamık Volkan’ın, toplumsal psikolojiyi anlatabilmek için sık kullandığı bir çadır modeli var. “Çok büyük bir çadırı hayal ediniz ve bu çadırın altına binlerce veya milyonlarca insan koyunuz” diyor Volkan ve sonra aynı kıyafetleri giymiş çadırın altındakilerin aralarında kendini farklı nedenlerle ait hissettiği gruplar kurduğunu anlatıyor. Çadırın altıdaki herkes çadırın bezini ikinci ve paylaşılan bir elbise olarak giymektedir. Volkan’a göre çadır bezi büyük grup kimliğini temsil etmektedir ve insanlar bunun pek farkında değillerdir, ta ki bir düşman hücumuna maruz kalana kadar.  Çadırın bezi hasar görürse herkesin onu onarmak için elinden geleni yaptığını söyleyen Vamık Volkan, işler tamamen çığırından çıkarsa çadır halkının “ötekileri” öldüreceği, hatta bunun için ölümü göze alacağını ön görüyor. Modelin ayrıntıları çok ama anlaşılıyor ki, 13 Kasım’da Paris’te meydana gelen saldırı AB çadırını salladı.  Başta Almanya olmak üzere pek çok AB ülkesi korku ve hezeyan içerisinde. Tam da çadıra saldıranların istediği gibi. Almanya’nın Hannover’de Hollandalılar ile yapacağı dostluk maçını iptal etmesi de bundan.

 

Almanya’da korku dağları bekliyor

 

Hannover’de ne bir bomba bulundu ne de bir zanlı. O yüzden hala güvenlik güçleri kararın doğru olduğunu şiddetle savunuyorlar. Hatta Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maziere öyle bir laf etti ki, korku dağları bekler oldu. De Maziere, operasyonun gerekçesine dair ayrıntıları anlatamayacağını, çünkü halkı huzursuz etmek istemediğini söyledi. Keşke etmeseydi, şimdi her gün binlerce insan şüphe içerisinde polisi arıyor. Mülteci karşıtları sesini daha fazla yükseltirken, muhafazakarlar, ordunun ülke içerisinde de kullanılmasını tartışmaya açtılar. Evet, terör tehlikesini gerçekten ciddiye almak gerekiyor, o yüzden Hannover’de alınan karar da doğru ama siyasetçilerin konuyu bu denli sündürmesini anlamak güç. Bence bunun ardında Alman devletine birinci ve ikinci dünya savaşlarından miras kalan bir aşağılık kompleksi yatıyor. Siyasetçiler ülkelerinde bir aşırı dinci terör eylemi olmadığı için neredeyse özür dileyecekler. Hatırlarsanız 2001’deki 11 Eylül saldırganlarının bazılarının Hamburg’da eğitim aldığı ortaya çıkmıştı. O zamanlar terör uzmanları, Almanya’da bu tür saldırıların olmamasını ciddiye alıyor ve ardında yatan, mesela para trafiğinin Almanya’dan yapıldığı gibi nedenleri araştırıyordu. “Teröristler neden rahatça görünmez oldukları ülkede huzuru bozsun ki?” diyen çoktu. Bugün herkes durumu “şans” ile açıklıyor. Elbette 11 Eylül’den sonra güvenlik açısından çok şey değişti ama ben aşırı dinci teröristlerin yakalanıp hücreye tıkıldığı ses getiren büyük operasyonları pek hatırlamıyorum.

 

Savaş gibi retoriği de tehlikeli

 

Fransa, İngiltere, İspanya gibi ülkelerdekine benzer terör saldırısı düzenlenmemesinin önemli bir nedeni elbette Almanya’nın Afganistan dışında Ortadoğu’daki savaşa müdahil olmaması. Bu savaş karşıtı tutumu olumlu buluyorum ama bugünlerde Almanya’ya hakim olan savaş retoriği beni çok rahatsız ediyor.  Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın savaş durumundan bahsetmesi, Muhalefet lideri Nicolas Sarkozy’nin “mutlak savaş” demesi, Papa’nın üçüncü dünya savaşını ima etmesi büyük puntolarla Alman gazetelerinin başlıklarına taşındı. Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un da Fransa’daki saldırıları savaşın yeni bir biçimi olarak tanımlaması savaş retoriğini kullananları haklı çıkardı. Elbette terörist avına çıkan ve bunu bir gösteri halinde yapan Fransız polisinin tavrı Almanya’yı da bire bir etkiliyor. Maalesef Almanya başbakanın elinde Fransız mevkidaşının yaptığı gibi kolayca Suriye’ye asker gönderebilme yetkisi yok. Hollande’ın tersine Merkel’in bunun için Federal Meclis’ten onay alması gerekiyor. Hal böyle olunca, savaş Alman siyaseti ve medyasının sadece diline pelesenk oluyor.  Ancak her şeye rağmen tehlikeli bir retorik bu. 

 

Çadır sallandı

 

Savaş retoriği tehlikeli, çünkü dolaylı da olsa ülke içinde yaşayan Müslümanları hedef alıyor. Almanya’daki Müslümanlar terör ile aralarına mesafe koymakla kalmadı, camilerin korunması için güvenlik de istedi. Fransa’da doğmuş büyümüş Müslüman gençlerin Paris’teki saldırılara nasıl katıldığı belli. Almanya’da da benzer duygular içinde olan çok sayıda Müslüman genç var. Savaş atmosferini güçlendirecek her söz, onları daha da cesaretlendirecektir. Oysa Avrupa’nın bağıra bağıra savunduğu değerlerin başında barış gelmiyor mu? IŞİD ile onlara benzeyerek mücadele edilmesi mümkün mü? AB çadırı Paris’e yapılan saldırılarla sallandı. Çadırı sallayanların arasında dışında değil, altında olması gerekenlerin bulunması sizi hiç şaşırtmasın. Onlar da belki altında olmak ve dünyanın nimetlerini sizinle paylaşmak istiyor. Profesör Vamık Volkan diyor ki, çadır bezinde bir yıpranma olursa, politik liderin kişiliği önem kazanır. Çünkü lider bir direk gibi çadırı ayakta tutan kuvveti temsil eder. Eğer lider, gerçek tehlikenin nerede bittiğini, fantezinin nerede başladığını halka anlatmazsa büyük grubun içinde de çatlama olur. AB çatlamak, dağılmak istemiyorsa işe önce dilini silahsızlandırmakla başlamalı. Yoksa barış da zenginlik de hayal olur.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Döner macht schöner (Döner güzelleştirir)

Nasıl ki, Alman iç politikasının Türkiyeli göçmenler ile entegrasyonu döner ile sınırlı ise Türkiye ile ilişkiler de mültecilere indirgenmiş durumda. Türkiye yapısal reformları gerçekleştirmeden bu kısır döngü bitmeyecek. Bitse de en fazla ekonomik ilişkiler canlanacak

Ah İran! Ah Almanya!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaratılan dünya düzeni yine o düzeni yaratanlar tarafından yıkılıyor. İran-İsrail kavgasını da bu oyunun içinde görmek gerekir. Gazze savaşı ile birlikte değerlere dayalı dış politika ve küresel dünya düzeninin dayandığı kurum, kural ve normlar da anlamsızlaştı. Gazze sadece otuz binden fazla kişinin değil, uluslararası düzenin de mezarlığı haline geldi

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

"
"