Gelenektir, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunlarına mezuniyetlerinin 25. yılında, düzenlenen Mülkiye balosunda bir onur plaketi verilir. Biz baloyu beklemeden Antalya’da 25 yıl sonra bir araya geldik. Bu buluşmanın en güzel yanı, 25 yıl öncesine tozpembe bakabilmekti.
Benim için bir diğer güzel yanı da ilk kez doksanlı yılların başında Berlin’de dinlediğim Pınar Demirel’i, Fazıl Say’ın şarkılarıyla yeniden sahnede görebilmek oldu. Artık Berlin’de değil, Antalya’da yaşayan Pınar, en güzel Türk şiirlerinden oluşan bu repartuarı Türkiye’de ilk kez bizim için ve hiçbir ticari amaç gütmeden seslendirdi. Bu yazı da O’nu sizlerle tanıştırarak teşekkür etmek için kaleme alınıyor.
Pınar’ı tanıdığımda daha 20 yaşında bile değildi. Çıtı pıtı kırılgan görüntüsüne pek uymayan ve hiç bitmeyecek gibi görünen bir enerjisi vardı. Bu enerjisini müzikten ve hocası Fazıl Say’dan alıyordu besbelli. Parlak müzik kariyerinin daha başında olan Fazıl Say ise o sıralarda Berlin’de hem ders, hem konserler veriyordu. Türk dilinde yazılmış en güzel şiirleri Chanson tarzında Pınar için bestelemişti. (İlk defa Antalya’da gördüğüm nota defterinde böyle yazıyor). Birlikte sahneye çıkmak için aylarca hummalı bir çalışma içine girmişler ve bu repartuarı ilk kez, Berlin’deki Türk tiyatrosu Tiyatrom’da İclal Aydın, Hülya Duyar, İbrahim Gündüz, Barış Eren gibi oyuncuların da şiir okuyarak katıldığı bir dinleti halinde sunmuşlardı. Daha sonra sanıyorum Almanca birkaç şiir de ekleyerek SFB, Sender Freies Berlin adlı devlet radyo TV kurumunun düzenlediği bir konserde seslendirdiler. Bu konseri izleme şansına sahip olamadım ama SFB’de çalıştığım için konser kayıtlarına arşivden ulaşıp defalarca dinlediğimi anımsıyorum. Sonra iki sanatçı, daha iyi müzik yapabilmek için New York’a gittiler. Fazıl Say kaldı, Pınar Demirel bir süre sonra Berlin’e geri döndü.
Erkek arkadaşım da müzisyen olduğu için bunu çok yakından biliyorum, Almanya’da yaşıyor olsanız bile müzik zor bir sanat. Bir yandan sürekli kendinizi geliştirmeniz için çaba harcarken bir yandan da hayatınızı idame ettirmek zorundasınız. Hele bir de icra etmekle yetinmiyor, beste yapmak, albüm çıkarmakla da uğraşıyorsanız müzik bütün hayatınızı dolduruyor, ne dostlarınıza vakit ayırabiliyorsunuz ne de ailenize.
Pınar, bir süre Fazıl Say’sız ayakta kalma mücadelesi verdi, kendine müzik dünyasında bir yer edinmeye çalıştı ama aile sevgisine yenik düştü. Şimdi 10 yaşında olan ikizleri dünyaya geldiğinde kendisi otuzuna bile basmamıştı. Bu süre zarfında müzik özlemi sık sık su yüzüne çıksa da onu çocuklarının sevgisiyle gidermeye çalıştı.
Antalya’da bizim için verdiği küçük konser Pınar Demirel için aynı zamanda uzun süre sara verdiği müzikle hasret gidermekti. Öyle olmasa, konseri gerçekleştirme koşullarına kesinlikle pes ederdi. Bir kere Antalya’da Fazıl Say’ın bestelerini çalabilecek bir piyanist bulmak neredeyse imkânsızdı. Pınar ile haftalarca çalışmaktan gocunmayan Antalya Operası’ndan Marvida Azade Hüseyinova olmasaydı yine bu hasret boğazına düğümlenecekti eminim. İkincisi kaldığımız turistik otelin ne ses düzeni, ne de piyanosu böyle bir konsere uygundu. Bu sorun da el birliği ile çözüldü.
Konserin organize edilmesi için çaba harcayan herkes gibi Pınar da sabrını sonuna kadar kullandı da ben ve yüze yakın Mülkiyeli arkadaşım o muhteşem müzik ziyafetine tanıklık edebildik. Pınar konserine Orhan Veli’nin “Efkârlanırım” şiiriyle başladı. Efkârlanırım’ın peşine , “Kuyruklu Şiir” takıldı.
uyuşamayız seninle yollarımız ayrı;
sen ciğercinin kedisi ben sokak kedisi;
senin yiyeceğin kalaylı kapta;
benimki aslan ağzında;
sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik
ama seninki de kolay değil, kardeşim;
kolay değil hani;
böyle kuyruk sallamak tanrının günü…
Sonra sahneye Cemal Süreya gelirken baktım salonda nefesler tutulmuş, çıt çıkmıyordu. Bu sessizlik Cemal Süreya’dan sonra gelecek Ahmed Arif, Can Yücel, Yunus Emre ve Muhyiddin Abdal’ın sözleriyle koyu bir hasrete dönüştü. 25 yıl önce elimizden dilimizden düşürmediğimiz şiirlere duyduğumuz hasrete. Konser Ömer Hayyam dizeleri ile zirveye ulaştı.
Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!
Ve konser Nazım Hikmet’in dizeleriyle sona erdiğinde hepimizin kulaklarında Fazıl Say’ın insanı yüreklendiren notalarıyla “Bu memleket bizim” sözleri sonu gelmeyecekmiş gibi tekrar tekrar çınladı, çınladı, çınladı.
Eminim Pınar’ı dinleyen herkes, bu ufacık kızdan bu kadar güçlü bir ses nasıl çıkıyor diye düşündü. Ve Almanya’da yetişmiş bu genç kadın nasıl oluyor da bu en güzel Türk şiirlerini bu kadar hissederek seslendirip, o şiirlere gerçek ruhunu verebiliyor? Bunda Fazıl Say’ın zaman zaman bir Rahmaninof gibi kükreyen, Gabriel Fauré gibi sessiz ve derinden yüreklere işleyen notalarının ve Pınar’a aşıladığı müzik sevdasının payı çok büyük. Keşke herkes benim gibi şanslı olabilse ve Pınar’ı Maksim Gorki, Bertold Brecht ya da Kurt Tucholsky şiirlerinden birini söylerken izleyebilseydi. Aradan neredeyse 20 yıl geçmiş, kulağımda hala Pınar’ın sesinden, Hanns Eisler’in bestesi, Fazıl Say’ın yorumuyla, Tucholsky’nin sözlerinin izi var: “Küss die Faschisten - Faşistleri öp”
Eğer kendi mekanlarında bile sizi kışkırtıyorlarsa
“evet! amin!, tabii severek” deyin.
Burada ben varım-beni parçalara ayırabilirsin!
“Ve onları dövün” diye övgüler yağdırdı Efendi…
Dövmek övmek onların işi çünkü!
Ama sen yine de faşistleri öp, gördüğün yerde
Şansı biraz daha yaver gitseydi, belki Pınar da Fazıl Say gibi uluslararası bir üne sahip olabilirdi. Ama Türkiye’de bunun ne önemi var?
Biri dehasına dünyanın kıymet verdiği ama Türkiye’nin küstürdüğü ünlü bir müzisyen, diğeri hayatın. Keşke bu ikisinin müzik aşkına herkes tanık olabilse ve anlayabilse. Çünkü müziğin, tek bir dili, dini, ideolojisi, milliyeti ve ülkesi yok. Onlar istedikleri yerde yaşayıp müzikle var olabilirler ama ya biz?
(Kurt Tucholsky’nin şiirinin adı “Rosen auf den Weg gestreut” yani “yollarına gül dökmek” olup, sadece bir kıtası bu yazı için tercüme edilmiştir.)