Ben Egeliyim. Ege’nin ılık havasında, görece varlıklı ve demokrat bir ailede yetiştim. Yani pek özgürlük ve maddi anlamda ayakta kalma mücadelesi vermedim. O yüzden kafamdaki Türkiye tablosu hiç çok karanlık olmadı. Memleketimin puslu yüzünü gerçekten gördüğümde ise çoktan Almanya’daydım. Almanya’da yaşayan Türkiye toplumu aslında doğduğum ülkenin bir proto tipidir. Türkiye’nin her köy ve kentinden, her kültüründen insanlarla tanışmanız, aynı masada oturmanız veya aynı yerde çalışmanız mümkün. Ve Almanya’da bir başka egemen toplum olduğu için nereden gelirseniz gelin ortak bir paydada buluşursunuz. Bu payda azınlık olmaktır ve birbirinizi anlamanızda yardımcı olur. Almanya’da mesela aynı akar bantta emek harcayan Türkler ve Yunanlar, Türkiye ve Yunanistan’dan çok daha önce barışmıştı. Kürtleri anlamak konusunda da daha ilerdeyiz.
Yalan değil ya, ben Kürtlerin bir kısmının hiç Türkçe bilmediğini, bir kısmının da sonradan öğrendiğini Berlin’de öğrenmiştim. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı Ankara’da üniversite eğitimi alırken. Mardin Nusaybinliydi. Bir yandan hemşirelik yaparken bir yandan hukuk okuyordu. Ben Almanya’ya gittikten sonra uzun süre yazıştık. Bir keresinde O’na Almanca öğrenirken kendimi nasıl dilsiz hissettiğimi anlatmıştım. Türkçe ve bildiğiniz binlerce kelimeyle düşünüyor ama kendinizi ancak yeni öğrendiğiniz sayısı yüzü geçmeyecek Almanca cümleyle ifade edebiliyorsunuz. Arkadaşım da mektubuma verdiği yanıtta beni çok iyi anladığını Türkçe öğrenirken O da aynı sıkıntıları yaşamış olduğunu anlattığında şaşırmıştım. Ankara’dayken bu konuda neredeyse hiç konuşmamıştık. Sonra Almanya’da Türkiye’den gelen çok Kürt kökenli mülteci arkadaşım oldu.
Güneydoğu’yu görmeden önce Fas’a gittiğim için de hala utanırım. Atlas dağlarının rengi, dokusu hatta kokusu nedense bana buranın pekala Türkiye’nin Doğusu, Güneydoğusu olabilirmiş hissi uyandırmıştı. Ve yoksulluğu, yoksunluğu... İlk kez 2002 yılında gazeteci arkadaşım Müjgan Halis sayesinde Diyarbakır ve Batman’a gittim. Müjgan’ın “Batman’da Kadınlar Ölüyor” kitabı beni çok etkilemiş, kendisiyle Alman yayın kuruluşu WDR için kısa bir röportaj yapmıştım. Röportaj sırasında Müjgan bana bir grup kadın aydının bölgeye gideceğini istersem benim de katılabileceğimi söylediğinde çok mutlu olmuştum. Aslına bakarsanız mesleki nedenlerdi bana bu mutluluğu yaşatan, ancak orada gördüklerim benim için tam bir hayat bilgisi dersi oldu. Bir kere yaşam ve ölüm kavramlarının farklı coğrafyalarda farklı anlamları olduğunun ayırtına orada vardım.
Diyarbakır ve Batman’a birlikte gittiğim kadın grubunda sadece gazeteciler yoktu. Şimdi akil adamlar grubunda adı geçen oyuncular, bilim kadınları, sanatçılar, müzisyenler, yani farklı meslek gruplarından eğitimli batılı kadınlardı çoğu. İlk gün tanışmayla geçmişti, aslında tanışmadan çok dinlemeyle. Kürt hemcinslerimiz o kadar doluydu ki, yanlarına her yaklaştığınızda sizin anlayıp anlamadığınızı düşünmeden anlatıyorlardı, hiç susmayacak gibi anlatıyorlardı. Bir kadın beş evladını birden dağda kaybetmişti mesela. O’nu dinlerken “hala nasıl yaşayabiliyor” diye düşünmüştüm. Bir diğeri sokakta ortasında bir gencin öldürüldüğünü, babasıyla birlikte O’nun gazete kağıdıyla örtülmüş cesedinin yanından sanki olağanüstü bir şey yokmuş gibi sessizce nasıl geçtiklerini anlatıyordu. Orta yaşlı bir kadın ise amcaoğlunun vurulduğunu, akrabası olduğu anlaşılmasın diye kimsenin ölüye sahip çıkmadığını, bir tepede günlerce öyle kaldığını aktarıyordu. Elbette babaların, kocaların, ağabeylerin baskısını da. Bunları az çok biliyorduk, bilmediğimiz şeyse onlara bizim nasıl davranacağımızdı bence.
Batıdan gelen kadınlar arasında bulunan, adeta ekrana çıkacakmış gibi makyaj yapan ve güneş gözlüğünü neredeyse hiç çıkarmayan bir spikerinin sözlerine kulak misafiri olmuştum. “Dil öğrenin” diye öğütlüyordu O’na gıptayla bakan bir genç kadına. “Memleket krizde. Şakağımıza silah dayasanız, ki dayıyorsunuz, iş yok.” Bugün hakkında açılan dava yüzünden sık sık kamuoyunun gündemine gelen bir bilim kadınının, toplantılarda “aman ırkçılık, ayrımcılık dile getirilmesin” diye Kürt hemcinslerine karşı takındığı tahakkümkar tavır çok garibime hatta ağırıma gitmişti. Epey ünlü bir köşe yazarı ise, Diyarbakır barosunun başkan yardımcısı seçilmiş genç bir hukukçuya “Sen nasıl böyle oldun?” diye soruyordu. O da babasının öğretmen olduğunu, eğitime önem verdiğini anlatırken daha farklı daha ilgi çekici olmak kaygısıyla “ama benim annem şalvarlı, başörtüsü takar” diyordu. Aynılığını saklamaya çalışıyordu. Köşe yazarı ise şaşkınlığını “Aaa öylemi? Demek annen başörtülü” sözleriyle dillendiriyordu. Bana öyle tanıdık geliyor ki bu sözler, bu tepkiler. Çünkü ben yıllardır Batı toprağında bir Doğulu kadın olarak yaşıyorum. Çünkü ben Almanya’da çoğunluk toplumunda azınlığım, farklı olanım, ötekiyim, tanınmak istenmeyen, görünmez olanım.
Diyarbakır ve Batman’da kendimi, Türk değil de daha çok Kürt gibi hissettiğimi anımsıyorum. Aradan epey zaman geçti, geziye dair anlattıklarımda, hatalar abartılar olabilir, ancak duygularımdan eminim. Bunlar neden aklıma geldi biliyor musunuz? Güneydoğu’ya yönelik artan ve Nevruz töreninde zirveye çıkan ilgiden. Artık herkes Güneydoğu uzmanı olma peşinde koşuyor. Hatta birbirlerini şikayet ediyorlar, “üç gün Güneydoğu’ya gittiler Kürt meselesi uzmanı kesildiler” diye. Bu da bana çok tanıdık geliyor. Hatta Almanlar buna “Bonus” diyorlar. Bir azınlık gruba olan ilgi artıyor, o gruba imtiyaz sağlanırken, onunla ilgilenenler de bundan faydalanıyorlar. Almanya’da önce Türklere ilgi vardı yani Türkenbonus’tan geçinenler çoktu, onu Kurdenbonus izledi, ardından Muslimbonus geldi ama hiçbir sorun tam anlamıyla çözülemedi. Bunun için kollektif bir çaba gerek çünkü. Ben mesela, Batılı hemcinslerime hala güvenmiyorum, çünkü onlar hala beni görmek, benimle empati kurmak, benimle aynı yaşayıp çalışmak istemiyorlar. Ancak bu bir nebze hoş görülebilir bir durdum. Ben onların memleketine isteyerek gittim, Kürtler ise yüzyıllardır Türkiye topraklarındalar. Bu bizi çok daha borçlu kılıyor.