15 Eylül 2015

Ey Macaristan unutma! Magyaren insanlar demek!

Avrupa korunması gereken bir kale değil artık, farklı türden çiçeklere kapısını açması gereken kocaman bir bahçe...

Haftalardır Macaristan sınırından içler acısı kareler yayılıyor dünyaya. Adeta Amerika’daki kimsenin girmesine izin verilmeyen Guantanamo kampını andırıyor. Mülteciler, Macaristan sınırındaki kamplarda kendilerini güvende hissetmediği gibi insani yardımdan da mahrum yaşıyorlar. Bu kadar çok mülteci geleceğini hesaba katmayan yerel yönetimler gerekli yardımı koordine edemiyorlar. Macaristan hükümeti dışarıdan yapılan yardım tekliflerini de reddediyor. Aşırı sağcı Jobbik partisinin paramiliter kolu durumun vahametini fırsat bilerek sınırda „Go home“ ve „Hungaria“ sloganları ile gösteri yapıp mültecilere saldırıyor. Emniyet görevlileri bu saldırıları önlemekte yetersiz kalıyor. Hırsını mültecilerden çıkarıyor. İnsan hakları temsilcileri Macaristan hükümetinin, mültecilerin durumunu düzeltmeye niyetinin olmadığından şikayet ediyorlar. Yani uzun bir süre bu sahnelere tekrar tekrar tanık olabiliriz.

 

Hızlı ve baskıcı bir iltica süreci başlıyor

 

Macaristan Başbakanı Viktor Orbán için mülteci istilasına uğrayan ülkesinin sınırında olağanüstü hal durumu hakim. Mültecilerin ülkesinin Hıristiyan kökenlerini tehdit ettiğini savunan siyasetçi, onların Yunanistan, Makedonya, Sırbistan gibi güvenli ülkelerden geçerek Macaristan’a geldiğini hatırlatıp asıl refah arzuladıklarını iddia ediyor. Viktor Orbán, diğer AB ülkelerinden gelen tepkiler üzerine geçen hafta mültecilerin iltica başvurusunu hızlandıracak, ilk kabul merkezi kurmak gibi bazı uygulamaları içeren yasal bir değişiklik yoluna gitti. 15 Eylül’de yürürlüğe girecek bu yasal değişiklik iltica sürecini hızlandırıyor ama mültecileri de baskı altına alıyor. Mesela Sırbistan sınırı boyunca oluşturulacak kayıt merkezine başvuranlar direkt mülteci başvurusu da yapmış olacak. Buna karşı çıkanlarsa mümkün olduğu kadar kısa bir süre zarfında sınır dışı edilecek. En fazla on gün sürmesi öngörülen iltica sürecinde alınan karara mültecinin itiraz hakkı bulunmuyor. Eğer sınırı başka yerden geçerlerse mültecileri birden beş yıla kadar hapis cezası bekliyor. Bu madde öyle mulak formule edilmiş ki, mültecinin kaderi hakimin iki dudağının arasında adeta. Kötü niyetli bir hakim, tuvalete ya da su içmeye gitmiş bir mülteciyi kaçmaya çalıştığı için pekala illegal olarak kabul edebilir. Şüpheli mekanların aranmasını kolaylaştıran yasal değişiklikler sadece mültecilerin değil, bağış yapmak isteyen gönüllülerin de işini zorlaştırıyor. Ayrıca Macaristan mültecilerle mücadelede ordunun da devreye girmesini tartışıyor.

 

Dublin yüzünden Macaristan şamar oğlanına döndü

 

Bugüne kadar Macaristan’da yapılan iltica başvurularının sadece %9’u kabul edilmiş.  Macar yetkililer iltica başvurusunda bulunanların çoğunun ortadan kaybolmasını gerekçe olarak gösteriyorlar. Kaybolanların çoğunun Orta Avrupa ülkelerine geçtiği tahmin ediliyor. Mültecilerin de asıl hedefi zaten Macaristan değil, Almanya, Avusturya ya da İsveç gibi sosyal hakların ve zenginliğin bol olduğu ülkeler. Hal böyle olunca Almanya ve Avusturya’nın Dublin kararlarını delerek Suriyeli mültecilere kapılarını açması Macaristan Başbakanı Orbán’ı küplere bindirdi. Çünkü daha birkaç hafta önce aynı Almanya Macaristan’ı 400 kadar mülteciyi sınırından bıraktığı için Macaristan’ı aynı Dublin kararlarına uymamakla suçlamıştı. Dublin kararlarına göre, AB ya da güvenli ülkelerden birine ayak basan mültecilerin orada kalması ve mülteci başvurusu yapması ön görülüyor. Üçüncü ülkeler, Dublin’i gerekçe göstererek sınırlarından geçen mültecileri ilk adım attıkları söz konusu ülkelere gönderebiliyorlar. Aslında Dublin kararları biraz da onun için alınan Almanya birkaç yıldır, Yunanistan’dan geldiği tespit edilen mültecileri, orada sosyal güvenceleri Avrupa standartlarında olmadığı gerekçesi ile ve tabii haklı olarak geri göndermiyor. 

 

Asıl sorumlu AB

 

Almanya’nın insani nedenlerle Dublin kararlarını uygulamaması ama işine gelmediğinde de kafa tutması sadece Macaristan’ı değil, vize grubu olarak bilinen, Polonya, Çek Cumhuriyeti, ve Slovakya’yı hatta Baltık ülkelerini de kızdırıyor. Doğu Avrupa için bu durumun asıl sorumlusu, makul bir göç politikası gütmeyen AB. Slovakya, „ sadece Hıristiyanları alalım, Çek Cumhuriyeti „Macaristan sınırından Almanya’ya kadar bir güvenlik koridoru oluşturalım, başka ülkelere uğramadan Almanya’ya gitsinler“ gibi akla pek yatkın olmayan önerileri dillendiriyor.  Doğu Avrupa ülkeleri ayrıca Orta Avrupa ülkelerinin kota yoluyla mültecilerin eski kıtaya adil bir biçimde dağıtılması önerisine kesin bir dille karşı çıkıyorlar. „Sürekli sayıları artan mültecilerin kota yoluyla dağıtılmasına nasıl evet deriz. Bu sadece daha fazla mülteci demektir“ diyor Slovakya dışişleri Bakanı Miroslav Lajčák ve dalga geçer gibi soruyor; „Kura mı çekeceğiz? Kazanan Almanya’ya kaybedenler Estonya veya Slovenya’ya mı gidecek?“ Bana kalırsa haklılar. Macaristan Sırbistan sınırı istenmeyen bir ülkeye sığınmak zorunda kalan mültecilerin olası durumunu gözler önüne seriyor.

 

Almanya iyi, Macaristan kötü polis

 

Doğu Avrupa ülkelerinin, mülteciler konusunda bu kadar tepkili olmalarının en önemli nedeni AB içerisindeki çifte standart. Macaristan’ın, güneyden gelen mülteci akınını durdurmak amacıyla, Sırbistan sınırına 175 kilometrelik bir çit inşa ediyor olması birlik içinde sert eleştirilere neden oldu. Oysa Bulgaristan bunu yaparken kimsenin ruhu duymadı ya da İspanya. Hatta AB Akdeniz’de görünmez bir duvar örmedi mi? Hem de bütün üye ülkelerin onayıyla. Macaristan’ın şu anda yaşadığı sorun İtalya ve İspanya’nınkinden pek farklı değil. Onlar da doksanlı yıllardan başlayarak neredeyse bugüne kadar AB kendilerini yalnız bıraktığı için şikâyetlenip durmuştu. İnsanın aklına „Şengen’in güney sınırını korumak AB için sanki daha önemliymiş“ demek geliyor. AB’nin şamar oğlanı olmaya alışkın popülist siyasetçi Orbán kışkırtıcı sözleriyle durumu belki kötüleştiriyor ama sorunun asıl nedeni O değil, AB. Evet, iltica hakkı AB’nin vazgeçilmez değerlerinden biri ancak, 25 yıldır bu konuda bir uzlaşma sağlanamaması bu değere ne kadar önem verildiğini gösteriyor. Bugün Almanya’nın iyi polisi oynarken Macaristan’a kötü polis rolünü biçmiş olması da mülteci sorununu çözmüyor, hatta büyütüyor.

 

Doğu Avrupa mülteci almadı verdi

 

Seksen milyon nüfuslu yaşlı ve zengin Almanya’nın bir yıl içinde bir milyon mülteci alması sorun olmayabilir ama batılı demokrasi geçmişi on beş yılı bile doldurmayan yoksul Doğu Avrupa ülkeleri için bunu söylemek mümkün değil. Ayrıca Doğu Avrupa için AB ilk etapta Rusya’dan korunmanın, NATO üyesi olmanın ve zenginliği paylaşmanın bir yolu idi. İltica hakkı gibi demokratik değerler çok sonra geliyordu, hatta belki üzerinde hiç düşünülmedi bile. Bu ülkelerin mülteci alma geleneği de yok zaten. Onlar eskiden beri mülteci veren ülkeler. 2014 yılında Macaristan ve Bulgaristan dışında Doğu Avrupa ülkelerinin kabul ettikleri mülteci oranı binde bir ya da iki. Sovyet egemenliğinde yaşamış Doğu Avrupalılar için göç de uyum tartışmaları da hala yabancı. Bu ülkelere gelip yerleşenler egemenlerden oldukları için kendi kültürlerini istedikleri gibi yaşamayı sürdürdüler. AB üyeliği söz konusu olunca da göstermelik birkaç uygulamayla sorunun özüne hiç dokunulmadı bile. Sinti ve Roma ile Rus azınlıklarla sorunları kangren olan Doğu Avrupalılar için ülkeye gelen her yabancı, terörizmi, suç örgütlerini, huzursuzluğu ya da bulaşıcı hastalıkları da beraberinde getiriyor ve homojen sanılan toplumsal kimliği tehdit ediyor.

 

Mülteciler iç politika malzemesi oluyor

 

Ayrıca iç siyaset de mültecilere karşı bir atmosfer oluşmasına neden oluyor. Polonya’da beş altı hafta sonra parlamento seçimleri var. Liberal hükümet başkanı, muhafazakâr parti karşısında güç kaybediyor. Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da sosyal demokrat parti iktidarda ama yine de mülteci karşıtı söylemler puan kazandırıyor. Slovakya’da da yakında parlamento seçimleri var. Geçen ay beş bin kadar Slovak, nüfusun binde ikisi Müslüman olmasına rağmen ülkenin İslamlaşmasına karşı sokağa çıktı. Üstelik Ayrıca önemli bir nokta var o da yoksulluk. Yoksu halk için gelen her mülteci sosyal yardıma ortak olarak görülüyor.  Yunanistan gibi ekonomik kriz içinde boğulan ülkelere dayanışma göstermekten yorulan Doğu Avrupa ülkeleri mülteciler söz konusu olunca aynı dayanışmayı göstermek, aynı dayatmaya boyun eğmek istemiyorlar.  Bütün bunlar AB’nin bir demokratik değerler projesi olup olmadığının sorgulanmasına neden oluyor.

 

Avrupa korunması gereken bir kale değil artık

 

Sözün özü, 510 milyon nüfuslu Avrupa sayıları bir ya da iki milyonu geçmeyen mülteciler konusunda bir sınav veriyor. Hem doğusu hem de batısı ile. Hem insanlık hem de birlik olma sınavı bu. Evet Macaristan Başbakanı Viktor Orbán haklı. Mülteciler Macaristan’a gelmek istemiyorlar, tıpkı 9. ve 10. yüzyıllarda Urallardan gelen Magyaren (insanlar) gibi. Aslında Avrupa’ya gitmek istiyorlardı Macaristan’da sıkışıp kaldılar. Avrupa’nın tarihi göçlerle ve katliamlarla dolu. O yüzden Avrupa, Orbánlaşmış bir Avrupa olmamalı. Otoyollarında, denizlerinde mültecilerin boğulduğu Avrupa, savaştan kaçan Suriyelileri kabul ettiğinde değil, asıl etmezse hırsları ve ulusal egosu içinde boğulur. Dublin yıkıldı. Avrupa korunması gereken bir kale değil artık, farklı türden ve renkten çiçeklere kapısını açması gereken kocaman bir bahçe. Bir zamanlar Hitler’e karşı mücadele veren Scholl kardeşlerin bildirilerinde yazdığı gibi, eğer herkes diğerinin başlamasını beklerse kimse başlamaz. Macaristan’ı anlamaya çalışırken isminin anlamının „İnsan“ olduğunu anlatmak, Almanya’nın samimiyetine inanıp peşinden gitmekten başka çare yok. 

Yazarın Diğer Yazıları

Döner macht schöner (Döner güzelleştirir)

Nasıl ki, Alman iç politikasının Türkiyeli göçmenler ile entegrasyonu döner ile sınırlı ise Türkiye ile ilişkiler de mültecilere indirgenmiş durumda. Türkiye yapısal reformları gerçekleştirmeden bu kısır döngü bitmeyecek. Bitse de en fazla ekonomik ilişkiler canlanacak

Ah İran! Ah Almanya!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaratılan dünya düzeni yine o düzeni yaratanlar tarafından yıkılıyor. İran-İsrail kavgasını da bu oyunun içinde görmek gerekir. Gazze savaşı ile birlikte değerlere dayalı dış politika ve küresel dünya düzeninin dayandığı kurum, kural ve normlar da anlamsızlaştı. Gazze sadece otuz binden fazla kişinin değil, uluslararası düzenin de mezarlığı haline geldi

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

"
"