Almanya’da bir “17 Nisan sendromu” boy göstermeye başladı. Sekizi Türk on kişinin ölümüne neden olan aşırı sağcı NSU örgütünün davasının görüleceği mahkeme salonunda hiçbir Türkçe yayın kuruluşuna yer ayrılmaması yüzünden başlayan tartışmaların ardı arkası kesilmiyor. Münih Yüksek Mahkemesi’nin bu uygulamasının asıl sebebi, Alman adalet sisteminin çağdaş tarihine ayak uyduramayan katıksız bürokrasisi bence. Yasa ilk başvurana yer ayırmayı emrediyorsa bu yapılacak, NOKTA. Bunun dışına çıkmak da sosyal bir hassasiyet göstermek de gereksiz. Alman Yeşiller Partisi’nin eş başkanı Cem Özdemir’in çok güzel ifade ettiği gibi “Anladığım kadarıyla karar verilirken paragraflar dikkate alınmış. Bir mahkeme için bu önemli fakat biraz empati ve içtenlik göstermek de illegal değil.”
Almanya’daki Türk basını bu içtenlik ve hassasiyeti görememenin kırgınlığıyla deyim yerindeyse öküz altında buzağı aradı. Alman basını ise hem şaşkın hem de durumun Alman adaletini sarsacağından endişeli. Bulvar gazetelerinden Bild çıktı adaletin hatasını düzeltmek için mertçe, mahkemede kendisine ayrılan yeri Hürriyet‘e teklif etti, ama maalesef yine aynı bürokrasi duvarına çarptı. Alman Birinci Kanalı ARD de kendine ayrılan dört yerden birini TRT’ye verebileceğini açıkladı. Hükümetten gelen açıklama da beklendiği gibi oldu; “Türk medyasının hassasiyetini anlıyoruz ama biz yargıya müdahale edemeyiz.” Yine de demokrasiye yakışır bir davranış. Bu arada NSU mağduru ailelerin sorunlarıyla ilgilenen ombudsman Barbara John da devreye girdi. Bir zamanlar Berlinli Türklerin teyzesi olarak anılan John, Yüksek Mahkeme’nin kendisine bu yönde söz verdiğini söyledi. Sanırım birkaçımız duruşmayı oturarak izleyebileceğiz. Önce Backnang’daki yangının deştiği korkular şimdi bu. Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauk, Avrupa konuşmasında daha yeni göçmenleri ve kültürlerini Almanya’nın parçası ilan etmişti oysa. Sanki Almanya’da yeniden saflar oluşturuluyor. Bizler ve onlar, Almanlar ve diğerleri.
Bütün bu tartışmaları takip ederken ben satır aralarında Alman adaletinin, yargılanmaktan ve belki de NSU davasının dünya kamuoyunda daha fazla yankılamasından korktuğu için beceriksizce başvurduğu bir kurnazlık okuyorum. Bu kurnazlık toplumsal hassasiyeti ve ana dilde haber alma özgürlüğünü ayaklar altına alırken, bir başka kurnazlık ise bu zafiyetten yararlanıp zeytinyağı gibi üste çıkmaya çabalıyor. On yıl boyunca “dönerci cinayetleri”nin üzerine gitmekten imtina eden Türk basını, şimdi mahkemede ayakta kalacağım diye veryansın ediyor. Gazetecilik ille de mahkeme salonunda yapılmayacağı gibi, adalette insani ve sosyal hassasiyet olmadan maalesef yerini bulmayacak. Öldürülen Türklerden birinin kızı Semiya Şimşek, kendisiyle yapılan bir röportajda, Türkiye’nin Almanya büyükelçisine de mahkeme salonunda yer ayrılmadığına yönelik tartışmaları şöyle değerlendirmişti: “Biz defalarca Ankara’ya gidip milletvekillerin kapılarını aşındırdık, o zaman neredeydiler?”
NSU davası Alman Kızılordu Fraksiyonu RAF’inkinden sonra en büyük dava olacak deniyor. Hem bu açıdan hem de Almanya’da güvenlik ve adalet kurumlarıyla siyasi ve toplumsal hassasiyeti ölçmesi açısından dikkatle izlenmesi gereken bir dava. On kişi sanki Nazi dönemindeymiş gibi sistematik bir biçimde sırf yabancı oldukları için öldürüldü. Sadece güvenlik teşkilatları ve siyasetçiler değil, basın da bu on cinayeti görmezden geldi. Mahkeme asıl bu durumu görünür kılacağı için de dikkat edilmeyi hak ediyor. İlk duruşmanın yapılacağı 17 Nisan sendrom olmaktan çok bir milat olabilir.