1900'lü yılların başlarında, Almanya'da bir öğretmenin sahibi olduğu Hans isimli atın, sahibinin verdiği eğitimle matematik işlemleri yapabildiği, haftanın günlerini sayabildiği ve hatta Almanca anladığı iddia edilmişti. Tarihe ve bilime "Akıllı Hans Etkisi" olarak geçen sonuca kadar yaşanan olaylar dizisi epey ilginç. Bir atın böylesine bir "zekâya" sahip olduğu haberi ülke çapında yayılınca bilim insanlarından oluşan bir kurul atı incelemeye başlıyor. İlk başta ortada bir kandırmaca olmadığına ikna oluyorlar, hatta atın performansından son derece etkilenip hayvanların matematik zekası üzerine ciddi makaleler yazılmaya başlanıyor. Çünkü hangi matematik işlemi sorulursa sorulsun Hans, ön ayağını sonuç kadar kez yere vurarak çok yüksek olasılıkla doğru yanıtı veriyor. Hans'ın ünü ve yarattığı heyecan Psikolog Oskar Pfungst "Akıllı Hans Etkisi"nin ne olduğunu tarifleyinceye kadar artarak sürüyor. Oskar Pfungst, önce Hans'ın doğru yanıtları yalnızken ya da gözleri bağlıyken veremediğini ve hatta soruyu soran kişinin yanıtı bilmemesi halinde çoğunlukla yanlış yanıt verdiğini tespit ediyor. Ardından da Hans'ın sırrını açıklıyor: Hans'ın başarısı matematik bilmesinde değil, izleyicilerin heyecanını okuyabilmesinde! Başka bir deyişle akıllı at Hans, kendisine sorulan sorunun yanıtını, ön ayağını izleyicilerin çeşitli şekillerde ifade ettikleri heyecan doğrultusunda yere vurarak ve doğru yanıta ulaştığını fark ettiğinde yere vurmayı bırakarak veriyor. İzleyiciler sorunun yanıtını biliyorlarsa Hans'ın ayak vuruşlarını saymaya başlıyor ve gizleyemedikleri heyecanları doğrultusunda atı ister istemez "doğru yanıta" yönlendiriyorlardı. Tabii atın sahibi Wilhelm von Osten buna hiçbir zaman inanmadı. O, atının zekasına hep güvendi ancak bilim aksini kesinlikle ispatladı.
Bilimsel deneylerde, deneklerin deneyi düzenleyen kişi tarafından yönlendirilmesi riskini açıklayan "Akıllı Hans Etkisi" bugün aynı zamanda bütün algoritmaların da temelini oluşturuyor. Yapay zeka bizim hakkımızda gerçekten doğru bilgiye sahip olmasa da bıraktığımız dijital izi takip ederek "ayağını vurmayı doğru yerde bırakarak" beklenen yanıtı veriyor.
Akıllı Hans Etkisi'ni şirketlerin ve siyasetçilerin davranışlarında da görmek mümkün. Tüketicilerin ve kamuoyunun beklentilerini anlayıp bu doğrultuda "doğru yanıtı" verme eğilimleri giderek yükseliyor. Fakat ne yazık ki "doğru yanıtı" bilmeleri, doğru davrandıklarının garantisi değil. Yoksa hakkında hiçbir politikası bulunmamasına rağmen toplumsal cinsiyet eşitliği ya da ekoloji üzerine söylemler üretip vaadler veren siyasi figürler ile hiç niyeti, iştahı hatta tutarlı bir somut adımı olmamasına rağmen "sıfır karbon emisyonu" hedefi açıklayan CEO'ları başka nasıl açıklayabiliriz?
Söylem yetmez aksiyon gerek
Greenpeace ve Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) tarafından hazırlanan yeni bir çalışma, "İngiltere'nin en büyük bankaları ve yatırımcıları bir ülke olsalardı, o ülke karbon salımında dünyada 9'uncu sırada yer alacaktı." diyor. İngiltere'nin en büyük 15 bankası ile 10 varlık yönetimi şirketinin dünya çapındaki yatırımları ve yatırım yapılan projelerin yol açtığı karbon salınımı incelendiğinde bu finans şirketlerinin 805 milyon ton sera gazı salımından sorumlu olduğu tespit edildi. Bu miktar, İngiltere'nin aynı yıla ait toplam sera gazı salımı miktarının yaklaşık iki katı. Söz konusu çalışmaya sigorta ve gayrimenkul sektörlerinin yatırım yaptığı alanların sorumlu olduğu karbon emisyonunun eklenmediğinin de altı çiziliyor.
Uluslararası insani yardım örgütü Oxfam ve dünyanın en büyük reasürans şirketlerinden Swiss Re Enstitüsü'nün araştırmalarına göre sıcaklıkların 2,6 derece artması durumunda 30 yıl içinde G7 ülkeleri, gayrisafi milli hasılalarının yüzde 8,5'ini kaybedecek. Pandemi nedeniyle ortalama yüzde 4,2 oranında daraldığı söylenen en büyük ekonomilerin iklim krizi nedeniyle yaşayacağı kaybın bunun iki katı olması çok dikkat çekici. G7 dışındaki ülkeler için durumun daha da vahim olacağını ise hatırlatmaya bile gerek yok.
Bu veriye rağmen G7 ülkeleri dünyayı en çok kirleten ülkeler arasında başı çekmeye devam ediyor. Dünya nüfusunun 1/10'unu oluşturmalarına karşın karbondioksit emisyonlarının neredeyse ¼'ünden sorumlular. Uluslararası yardım kuruluşu Tearfund'un yayınladığı analize göre, G7 ülkeleri, Ocak 2020 ile Mart 2021 arasında petrol, kömür ve doğalgazı desteklemek için 189 milyar dolar taahhütte bulunurken, temiz enerji için sadece 147 milyar dolar harcamış.
Üstelik karbon emisyonlarını düşürme sözü veren şirketlerin sadece küçük bir bölümünün bu hedefleri gerçekleştirebilecek güçte ve samimi adımlar attığı da ortada. Şimdi biz, ülkelerin, şirket CEO'larının 2050'ye kadar net sıfır CO2 emisyonu sözüne nasıl inanalım?
Su, dünyanın en önemli kaynağı. Yaşamın temeli ve sürekli azalıyor. Bize sürekli dişimizi fırçalarken suyu kapatmamızı öğütleyenlere yüksek sesle söyleyelim; bu kıymetli aksiyonu aldığımızda su kaybına katkımız en fazla yüzde 2,5 seviyesinde gerçekleşiyor. Türkiye'de suyun ev kullanımı oranı yüzde 16 iken tarımda kullanımı yüzde 73 düzeyinde. Evde su tasarrufu yapınca küresel krize yeterli katkıyı yaptığını düşünüp rahatlamak en basitinden saflık oluyor. Sakın bireysel su kullanım miktarının kontrol edilmemesi gerektiğini düşündüğüm sanılmasın. Ama harekete geçtiğimizde en büyük farkı tarımsal sulamada atacağımız adımların sonucunda alabileceğimizi bilmeliyiz. Bireylerin kendi kullandığı suya hassas olduğu kadar, şirketler ve iktidarlardan da bu konuda adım atmaları yönünde baskı yaratması, azalan tarım ürünleri çeşitliliği ve verim düşüşü ile ilgili baskı kurması gerekiyor. Bireysel su tasarrufu ihtiyacı yanıtını Hans da verir ama ihtiyaç duyduğumuz asıl tasarrufun başka bir düzeyde gerçekleştirilmesi gerektiğiniz biz bilmeliyiz.
Can sıkıcı iklim krizi haberleri
Küresel iklim krizi ile ilgili olduğunu fark ettiğiniz bir haber ya da yazıyı okumaya devam ediyor musunuz? Çevre ve sürdürülebilirlik konusuna hassas ve ilgili olmanıza rağmen, çoğu zaman çaresizlikle karışık bir umutsuzluk duygusuyla, belki de kendi duygu durumunuzu korumak için negatif verileri görmekten, duymaktan kaçınıyor musunuz? Öyleyse haklı sebepleriniz var. Çünkü iklim krizinin sebep olduğu felaketlerden birinci derecede etkilenmesek bile insan psikolojisinin bu konudan olumsuz etkilendiğini ortaya koyan ciddi çalışmalar var. Nur topu gibi çağdaş hastalığımız "eko-anksiyete"ye (eco-anxiety) "merhaba" diyelim.
Imperial College London'ın yayınladığı rapora göre "iklim krizi dünya çapında yüz milyonlarca insanın zihinsel sağlığını etkilemesine rağmen bu etkiler şu anda politika ve planlamada hesaba katılmayan gizli maliyetleri oluşturuyor." İnsanların neler yaşadığıyla değil, mali bilançosunun ne olduğuyla ilgilenenler için belki daha dikkat çekici bir veri olabilir. Rapora göre anksiyeteden depresyona, travma sonrası stres bozukluğundan intihara farklı türde psikolojik hastalık, iklim krizinin etkileriyle yaşanıyor. Hatta hava sıcaklığındaki 1 derece artışın, intihar oranında yüzde 1 seviyesinde artışa neden olduğu belirtiliyor.
Eğer her şey bugün olduğu gibi devam ederse 2050'de 200 milyon insanın iklim göçmeni olacağından söz ediliyor. Bizim eko-anksiyetemiz yükselmesin de ne olsun?
Raporun iyi haberi ise iklim krizi hakkında gerçekleştirilen eylemlerin, söz konusu psikolojik rahatsızlıkları olumlu yönde etkilediği bilgisi. Başta iklim aktivisti Greta Thunberg olmak üzere küresel felaketle mücadele için sesini yükselten herkese minnettar olmamız için bir başka sebep daha…
Tıpkı Akıllı At Hans'ı izleyenler gibi, bir süredir beklentimizi öylesine belli ediyoruz ki hükümetler ve şirketler kamuoyunun duymak istediği "doğru yanıtı" açıklıyor. Fakat ne yazık ki yukarıda kısa örneklerini verdiğimiz gibi, ağızlarıyla verdikleri "doğru yanıtları" eylemleriyle "yanlış"a çevirdikleri de bir gerçek.
O zaman iklim krizinde "Akıllı At Etkisi"ni korumaya devam edelim. Ayağını bizim istediğimiz kadar yere vurması için onları zorlayalım ama vurdukları ayak sayısı kadar eyleme geçtiklerinden de emin olacak şekilde hep takipte kalalım. Çocuklarımızın yaşayacağı dünyayı ve bizim eko-anksiyeteyle mücadelemizi kendimizden başka kimseye emanet edemeyeceğimizi artık biliyoruz. Zaman, durup beklemek, başkalarının iki dudağı arasındaki kararlara ümit beslemek ve yeşil yıkamanın (greenwashing) gözümüzü boyamasına izin vermek için çok geç. Aksiyona geçmeyene geçit vermeyelim.