Uruguay’da nüfusun yarısı başkent Montevideo’da yaşıyor. Ülke, yüzölçümü olarak Brezilya’dan kırk dört kez daha küçük. 1973’teki askeri darbe muhalefeti eziyor. 1985’e kadar süren bu süreçte, askeri diktatörlük, Tuparamoları siyasal ortamdan silemiyor. 2010 yılında başkan seçilen Jose Mujica eski bir Tupamaro gerillası.
Hayvancılığın geliştiği bir ülke burası. Arjantin ve Brezilya’da olduğu gibi, et burada da temel beslenme maddesi.
Genellikle havaalanlarından ya da otobüs terminalinden kent merkezine belediye otobüsü ile giderim. Böylece insanların arasında, o ülkenin havasını koklayabilirim. Kenti tanımak için ise, önce bir kent turuna katılır, sonra programsız, özgür olarak gezerim. Montevideo havaalanından kent merkezine giden belediye otobüsüne bindikten bir süre sonra, ne kadar çok dilencinin otobüse binip indiğini gözlemledim. Çocuk, yaşlı, kadın, erkek birçok dilenci otobüse biniyor, dilendikten sonra başka bir durakta iniyorlardı. Yoksul mahallelerden geçiyordu otobüsümüz. Geçmişte buraları, muhtemelen Tupamaroların örgütlendiği alanlardı. 1960’lardan sonra Tupamarolar, banka ve büyük şirketleri soyarak, tıpkı Robin Hood gibi elde ettikleri parayı gecekondularda (Barrio bajo) yaşayan yoksul halka dağıtıyorlarmış.
Kent merkezine geldiğimde, otobüsten inerek otelimi arıyorum. Bir büfeye adres soruyor ve bir süre yürüdükten sonra otelime ulaşıyorum. Daha sonra eşyalarımı yerleştirip, duş aldıktan dışarıya çıkıyorum. Bir süre yürüyerek kentin havasını kokluyorum. Her kentin kendine özgü bir kokusu ve rengi vardır.
Akşam otelin lobisinde kahve içerken, otel sahibi ile tanışıyorum. Adam yetmiş beş yaşında, Uruguaylı bir Ermeni. Ailesi, Türkiye’den göç etmiş. Uruguay, Ermeni halkının yerleştiği, ilk Latin Amerika ülkelerinden. Türkiye’den oralara pek fazla kişinin yolunun düşmediğinden söz ediyor. Uruguay’da yaklaşık yirmi - otuz bin Ermeni olduğunu söylüyor. Duygulanıyor ve gözlerinden yaş gelerek şöyle diyor:
“Buraya çok uzak olmasına rağmen, ölmeden önce İstanbul’u mutlaka görmek istiyorum. Ailemin kökenlerini orada. Eskiden param yoktu zamanım vardı, şimdi ise param var zamanım yok.”
Sonraki günlerde çok misafirperver davranıyor ve beni tanıdığı herkesle tanıştırıyor.
Otelin ilginç bir özelliği de, resepsiyondaki bir kutunun içindeki yüzlerce televizyon kumandası. Odadaki televizyonlar, kumanda ile çalıştırılamıyor. Ben de birkaç kez kumanda değiştirdikten sonra kumanda ile değil, televizyonun üzerindeki düğmelerle ayar yapıyorum. Resepsiyondaki görevliler, kim kumanda isterse tartışmadan veriyorlar, fakat nedense kumandalar bir işe yaramıyor.
Ertesi gün limana doğru yürüyorum. Limanın olduğu her kentte çok sayıda seks işçisi kadın da vardır. Bir saat kadar yürüdükten sonra liman yakınlarındaki barların önünden geçerken, bu kadınlar yolumu kesiyorlar. Sarışın bir kadın hafifçe kolumu tutarak beni içeriye çekmeye çalışıyor ve,
“Señor señor, por favor!” ( Bayım lütfen!) diyor.
“Muchas gracias!” (Çok teşekkürler) diyorum. Gülümsemeye çalışarak, oradan hızlı adımlarla uzaklaşıyorum. Biraz uzaklaştıktan sonra geriye dönerek kadınları izliyorum. Yoldan geçen erkekler aynı benim gibi mahçup bir şekilde kaçarcasına uzaklaşıyorlar. Orada paradoksal bir gerçeği bir kez daha anlıyorum. Yalnız bulduğunda kadına laf atan, taciz eden maço erkek tipi, kadın biraz agresif olduğunda hemen kabuğuna çekiliyor ve korkarak oradan hızla uzaklaşıyor.
Devam edecek