16 Ekim 2013

Türklükten değil, Türkleştirmekten vazgeçiniz!..

Bir Kürt, bir Çerkes asla Türklere “kendi kimliğinizi bırakın, onu yaşamayın.” dememiş, tam tersine bu halklara Türklük ve resmi ideoloji dayatılmış ve dayatılmaktadır.

Andımız’ın kaldırılması ve “demokratikleşme paketi” yeni tartışmalara yol açtı. Bu paket, denildiği gibi bir seçim paketidir. İçinde “demokratikleşmenin” kırıntılarını barındırmakla birlikte, özde resmi ideolojinin bir tekrarıdır ve içi boş bir pakettir. Tarihsel olarak bu ülkede genelde, aşağıdan yukarıya kazanılmış haklar yadsınmış, yukarıdan aşağıya kırıntı şeklinde “bahsedilmiş” bir takım haklar mevcuttur. Gerçek demokratikleşme, resmi ideolojiyle hesaplaşarak olur.

Ȍzünde “laik-anti laik” çatışması sunidir ve ana çelişkilerden birisi olamaz. Bunu iktidar, dinsel referanslı uygulamaları ile beslemektedir. Ulusalcı laiklerle, İslâmcı sünni Türk anlayışı, konu resmi ideoloji olduğunda aynı noktada birleşirler. Bu anlayış, tam da iktidar tarafından ifade edildiği gibi, “Tek millet, tek dil, tek din” anlayışıdır. Tarihsel olarak bunu kabul etmeyenler, bünyeden dışarıya atılmışlardır. Bunların arasında sadece dinsel temelli uygulamalar konusunda anlaşmazlık yaşanıyor. AKP iktidarı da özünde –bazı uygulamalarıyla karşı gibi görünse de- Kemalisttir, Kemalizmin ve resmi ideolojinin bir versiyonudur.

Bu anlayıştaki “tek din” anlayışı da “sünni müslüman” anlayışıdır. Resmi ideoloji Alevileri de dışlamaktadır. Tarihsel olarak Yavuz’dan Dersim’e, Sivas’a yapılan katliamlar bunu kanıtlamaktadır.

Ortaylı: “Ama birisi Kürt’üm diyecek diye ben Türklükten çıkmam”

Tarihçi İlber Ortaylı’yı kişisel olarak tanımam, fakat ben yıllar önce Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde öğrenciyken, kendisi de orada ders veriyordu.

Ortaylı şöyle diyor: “Türk olmayan “ben Türk değilim” diyebilir, kendi kimliğini rahatlıkla söyleyebilir ama birisi Kürt’üm diyecek diye ben Türklükten çıkmam. Herkes kendi kimliğine sahip olabilir ama öbürünün kimliğini kaldırmasını isteyemezsiniz. Fransa’da, Rusya’da bunu derseniz gülerler adama.” (http://www.odatv.com/n.php?n=ilber-ortayli-tavrini-net-ortaya-koydu-0504131200)

Bu sözlerin gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur, tarihi çarpıtmaktan ibarettir. Bu ülkede tarihsel olarak, kim kime kendi kimliğini dayatmıştır? Dağlara taşlara yazılan “Ne mutlu Türküm diyene” mesajı neyi ifade ediyor?  Bu ancak, “Bir Kürt Kürdüm derse ben Türklükten çıkar mıyım?” anlayışıdır. Bir Kürt, bir Çerkes asla Türklere “kendi kimliğinizi bırakın, onu yaşamayın.” dememiş, tam tersine bu halklara Türklük ve resmi ideoloji dayatılmış ve dayatılmaktadır. Sevgili İsmail Beşikçi’nin dediği, böyle bilim, tarih olur mu? Aslında  Ortaylı bu sözleri Fransa’da söylese, tam da ona gülerler. Gerçekte Türklükten değil de, kendisini Türk olarak görmeyenleri zorla Türkleştirmekten vazgeçmek gereklidir.

Tarihçi İlber Ortaylı, Türkiye’de “değerli bir tarihçi, hatta bazılarınca bir otorite” olarak görülür. Kuşkusuz kendisi ve bazıları açısından öyle olabilir. Ortaylı bence resmi ideolojinin tezlerini yeniden üreterek tarihe bakmaktadır. Böyle bilim insanlığı olmaz.

Benim ölçüm şudur: Resmi ideolojinin egemen olduğu, özgür bilimin üretilmediği, her gün yeniden sistemin tezlerinin üretildiği bir yapıya “özgür ve bilimin üretildiği üniversite” demek olası değilse, aynı şekilde üniversitelerde çalışarak YÖK’ün belirlediği çizgide çalışarak, bilim üretmek ve bilim insanı olmak da olası değildir. Kuşkusuz bu üniversitelerde az sayıda değerli akademisyenler de vardır. Ancak siz bataklıkta domates yetiştiremezsiniz. Bilim insanı olmak, belki üniversite dışındaki araştırmalarla, kitaplarla çalışmalarıyla bir derece olasıdır. Bilim insanı olmak önce resmi ideolojiyi reddetmek ve sonra özgür, nesnel ve olgusal biçimde yeniden gerçeği bilimsel olarak saptamak, analiz etmektir. Bunu üniversite içinde bugün yapabilmek, bu anlayışla olası değildir.

Resmi ideolojiyi yapıtlarıyla eleştiren İsmail Beşikçi yıllarca hapis yatmadı mı, kitapları toplatılmadı mı? Fikret Başkaya, Haluk Gerger ve başkaları... yazdıklarından dolayı hapislere düşmediler mi?

 

Türkleştirme ve resmi ideoloji

 

Bu konuda, yayınlandığında hemen toplatılan, ama daha sonra beraat eden “İnsan Hakları Tarihi” adlı kitabımda şunları yazmıştım:

“1908’te Cemiyet Kanunu çıkartılıyor ve ‘millet’ ismi taşıyan politik dernek ve birliklerin kurulması yasaklanıyordu... İttihat Terakki’nin 1908 programında şu maddeler yer alıyordu: ...Her unsura muhteliten kuşade remi mektepler açtırılacaktır. Tahsili iptidai de lisani türki mecburitalimdir... Ziya Gökalp, Yeni Hayat dergisine 1911 yılında yazdığı yazıda; ‘Alman filozofu Nietzsche’nin hayal ettiği üst insanlar Türklerdir. Türkler her asrın insanlarıdır. Bundan dolayı yeni hayat bütün gençliklerin anası olan Türklükten doğacaktır.” diyordu. (Erol Anar: s.115)

1912’den itibaren Osmanlıcılık terk edilerek Türkleştirmecilik uygulanıyordu.

“Ulusalcı hareket İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temelleri üzerinde kuruluyordu... Halk Fırkası’nın 1927 Kurultayı’nda kabul edilen parti tüzüğüyle başlayan süreç, ‘Altı Ok’  formülasyonunun yapıldğı 10 Mayıs 1931 Kurultayı ile devam ediyor ve 1935’te toplanan IV. Kurultay ile Kemalizm resmi bir ideoloji olarak kemikleşiyordu.” (Erol Anar: s. 128-129)

Türklüğün ana kimlik olması hedefleniyordu. Türklük kimliği, ülkedeki “müslüman azınlıkları ve halkları kapsıyordu.” Burada bir parantez açarak “müslüman=sünni” olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler ise dışarıya atılıyordu, çünkü Türklük kimliğinin onlara uyarlanması imkânsızdı. İşte bu ve başka nedenlerden dolayı, İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından Ermeni soykırımı gerçekleştirildi; Rumlara ve Yahudilere yönelik katliamlar, yağmalar, talanlar, mübadeleler gerçekleştirildi. Sonradan Türklüğün bir “üst kimlik” olması da hedeflendi.

Ancak Türkleştirme, asimilasyonda yol katetse de Türk kimliği, bir üst kimlik olamadı, diğer halklar ve azınlıklar kendi kimlik ve kültürlerinden vazgeçmedi. Sadece bir ulus kimliğinden ibaret olarak kaldı.

 

Türkler, Kürtler, Çerkesler ve diğerleri

 

Denildiği gibi bu ülkede “Kürtler, Çerkesler ve diğerleri cumhurbaşkanı, bakan, başbakan da olabilir.” Doğrudur ancak bunun için tek şart, resmi ideolojiyi benimsemek ve kendi asli kimliğinden vazgeçmektir.

Ya da  resmi ideolojinin başka bir biçimde ifadesi de şöyledir: “Kürdüz, Çerkesiz ama hepimiz Türküz.”

Ya da “sol açıdan” halk ve azınlıkların “emperyalizm tarafından ülkeyi bölmek amacıyla kışkırtıldığı” tezini işlersiniz yüzlerce yıl, halkların kendi dinamiklerini ve haklarını görmezden gelerek.

Kürtler, Türkler Orta Asya’dan gelmeden önce bu topraklarda yaşıyorlardı. Çerkesler, Kuzey Kafkasya halkları ise etnik olarak Türk kökenli değillerdir. Bunlar, 150 yıl soykırıma uğrayarak bu topraklara sürgün olarak gelmişlerdir. Bunların Kuzey Kafkasya’da kendi devletleri, bayrakları, dilleri ve farklı kültürleri vardır. Ancak Türkiye’deki Çerkeslerin ve İstanbul gibi büyük kentlerde, Anadolu’nun iç bölgelerinde yaşayan Kürtlerin bir bölümü asimile olmuş, Türkleştirilmiştir. Gürcüler, Lazlar ve diğer etnik azınlıklar gibi. Fakat bugün bu halklar kendi doğal haklarını talep etmekte ve ana dillerini özgürce kullanmak, parasız olarak öğrenmek istemektedirler.

Asimile olmuş bir Kürt, Çerkes vb... kendisine “Türküm” diyebilir. Bu onun tercihidir. Ama “Türküm ve burada yaşayan herkes Türktür.” derse işte problem de orada çıkar.

 

“Benim için insan olmak önemli, hepimiz insanız” anlayışı üzerine

 

Bir insan kuşkusuz “Benim için insan olmak önemli, hepimiz insanız. Benim ırkım, ulusum insandır. Hepimiz insan kimliğimizle birlikte yaşayalım.” demek hakkına sahiptir. Ancak böyle yaparak kendisini “aşmış”, etnik kültürünü yaşayanları ya da yaşamak isteyenleri ise “milliyetçi, ırkçı” olarak görüyorsa o insan “sol” değil, “faşist” anlayışlıdır ve egemen kültüre, resmi ideolojiye hizmet etmektir.

Evet ulusçuluk 19. yüzyıl ideolojisidir, ama uluslar çağının en azından kendisini özgürce ifade edememiş, ezilen halklar açısından yeniden ortaya çıktığından da söz ediliyor.

Ȍncelikle herkes insandır, ama aynı zamanda bir halka, bir kültüre de mensuptur. Ama önce sen insanı onun kendisini kabul ettiği şekilde, onun kültürünü tanıyarak ve saygı duyarak kabul edeceksin.

Bir insanın en doğal hakkı olan kendi ana dilini konuşmak, kendi kültürünü yaşamak isteği milliyetçilik ya da ırkçılık değil, tam tersine bunları tanımamak ırkçılıktır. Dolayısıyla bu kültürler insanlığın ortak zenginliğidir. Çünkü bu dünyada ya da bu ülkede tek bir kültür yoktur; eğer tek bir kültür egemen olsaydı bu dünya yaşanılası bir yer de olmazdı. “Tek ırk, tek kültür, tek dil, tek din” faşizmde vardır. Kendi etnik kökenini, kültürünü üstün görmedikten ve diğerlerine dayatmadıktan sonra bir insan o kültüre, etnik kökene mensup olmaktan gurur duyabilir, bu son derece doğaldır. Egemen baskın bir kültür vardır ve kendilerini yaşayamayan ezilen hakların kültürleri vardır. Herkesin kendi kültürünü yaşaması değil, yaşayamaması aslında bölünmektir.

 

Herkes kendi kültürünü özgürce yaşasın, ana dilini konuşsun

 

Sonuç olarak siz kendi Türk kimliğinizden vazgeçmeyiniz, onu yaşayınız, bu sizin hakkınızdır. Ancak farklı etnik grup, dil ve kültürleri de resmen tanıyınız, onlara Türlüğü dayatmayınız ve onların kendi kültürlerini özgürce ifade etmelerinin demokratik kanallarını da açınız. Gerçek çözüm budur.

Resmi ideoloji sürdükten sonra, görece bazı haklar elde ediliyor gibi görünse de, gerçekte 40 paket açılsa da oradan gerçek demokrasi, hak ve özgürlükler çıkmaz. Bu bir saptamadır,  herşeyi siyah beyaz olarak görmek değildir; bir ülkede resmi ideoloji geçerliyse herşey zaten siyah ve beyaz olarak ayrılmıştır. Çünkü resmi ideoloji kendisinden başka görüşü tanımaz.

 

Twitter: @erolanar

Yazarın Diğer Yazıları

İktidar kavramı üzerine anarşist notlar

İktidar olgusu, çağlar boyunca insanın birbiri üzerinde egemen olma, yönetme ve yönlendirme arzularına neden olmuştur. Bu olgu, imparatorluklar kurmuş, yıkmış, toplumsal ve bireysel düzlemde ise ilişkilerin niteliğini belirlemiştir.

Gerçek nedir? Ya da gerçek gerçek midir?

Bu soru tarihsel olarak filozofların yanıt aradığı en önemli sorulardan birisidir. İnsanların çoğu aslında toplumsal yaşam içerisinde gerçeği aramazlar, daha doğrusu gerçek diye bir sorunları yoktur. Çünkü çoğu zaman gerçeğe ulaşma çabası riskli ve tehlikelidir.