Tarihsel olarak birçok yazar ve sanatçı, sanat otoritelerinden acı çekmiş ve çoğu zaman da onlar tarafından dışlanmışlardır. Rönesans döneminde İtalya’da Tinteretto adlı bir ressam, o dönemin en ünlü ressamlarından birisi olan Titian’in atölyesinde çalışmaya başlar. Bir süre sonra Titian, onu çağırarak, “Senden ressam olmaz, ama iyi badanacı olur. Sen köyüne dön.”der. Fakat Tinteretto pes etmez ve Venedik okulunun en başarılı ressamı olur. Hatta Titian’i de geçer.
Fransa’nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan birisi olan Honoré de Balzac’ın üyelik başvurusu, o dönemde Fransız Yazarlar Akademisi tarafından reddedilir. Onu reddedenler kimlerdi, bilmiyoruz. Fakat Balzac adını dünya edebiyat tarihine silinmez bir şekilde yazdırdı. Yazarlar Akademisi’ne üye olsa ne olurdu, olmasa ne olur?
Bir yazarın tragedyası
Her yazarın yaşadıkları ile yazdıkları arasında bir bağ vardır. Ve her yazarın bir de kara kutusu vardır. Paulo Coelho’nun hayatıyla ilgili yazılar okudum ve belgesel filmler izledim. Benim bir okur olarak favori yazarlarımdan birisi değildir, ama yine de araştırmaya değer bir yazardır.
Çocukken bir günlüğe yazmaya başlayan yazar, 1960’lı yıllarda sanat dünyasının içine girmeye başladı. Yazar olarak tanınmadan önce gazetecilik, tiyatro yönetmenliği ve yazarlığı, bestecilik ve özellikle de şarkı sözü yazarlığı yaptı. Çok yakın arkadaşı besteci ve ses sanatçısı Raul Seixas ile birlikte çalışmaya başladı.
Ȍzellikle 68’li yılların getirdiği özgürlükçü düşüncelere o da kapıldı ve hatta bir dönem hippi tarzında yaşamaya başladı. Uyuşturucu ve alkol kullandı, nerede akşam orada sabah yaşadı. Ve babası tarafından tam üç kez psikiyatri hastanesine yatırılarak tedavi gördü. Bu dönemde depresyon ve ergenlik krizleri içerisinde bocaladı.
İşte, Hollywood’da filme de çekilen “Veronika Ȍlmek İstiyor” adlı kitabında, kendi hastane deneyimlerinden faydalandı.
Diktatörlük yıllarında yazdığı şarkı sözlerinden dolayı gözaltına da alındı.
Coelho’nun ilginç bir özelliği daha var. İlk kitabı ülkesinde, tam 32 yayınevi tarafından reddedildi. Bu yıllarda çok acı çektiğini ve o dönemde artık yazarlık yeteneğine olan inancını yitirmeye başladığını söylüyor. Yurtdışında başarılı olduktan sonra, ülkesinde tanınmaya başladı.
Coelho, kendi ana dilini iyi kullanamıyor mu gerçekten?
Yıllardır Brezilya’da yaşıyorum. Bu süre içerisinde gerek tanıdığım Brezilyalılar, gerekse Güney Amerikalılar arasında Paulo Coelho’yu seven bir kişiye rastlamadım. Evet, bu kişilerin çoğu onun bir ya da daha fazla yapıtını okumuştu. Yaşadığım kentte Federal Űniversite’de Portekizce dil kursuna devam ederken de öğretmenlerle bu konuyu tartışırdım ve bana genellikle şunu söylerlerdi: “Coelho, Portekizce’yi iyi kullanamıyor bir yazar olarak.” Bu, Türkiye’de Orhan Pamuk için söylenen “Türkçeyi iyi kullanamıyor.” eleştirisine benziyor. Coelho da, Pamuk gibi ülkesinin dışında daha çok ilgi gören bir yazar.
Brezilya Yazarlar Akademisi, yıllarca Coelho’yu kapı önünde bekletti
Brezilya Yazarlar Akademisi elitist ve az üyeli bir yapı. Akademi kurulurken, yapısal anlamda Fransız Yazarlar Akademisi’nden kopya çekilmişti. Son derece sınırlı üyelik sistemi var ve katı kurallara sahip. Kurumun ilk başkanı Machado de Assis idi. Kendisi Fransız ekolüne sahipti.
Brezilyalı entelektüeller yıllarca Coelho’yu dışladılar, aslında hâlâ da bir ölçüde dışlıyorlar. Brezilya Yazarlar Akademisi, yıllarca onu kapı önlerinde bekletti ve üyeliğe kabul etmemeyi tercih etti. Onu, “çok satan, içi boş bir yazar olarak görüyorlardı” belki de. Oysa Coelho, hiçbir Brezilyalı yazarın ulaşamadığı şekilde tüm dünyada başarılı olmuştu. Neden sonra üyeliğe kabul edildi.
Coelho aynı yazardı hiç değişmedi, daha sonra neden 21 numaralı akademi koltuğu ona verildi?
Bence bunun nedeni açık, kendisini dünyada kabul ettirmiş bir yazarı artık üyeliğe kabul etmemek olmayacaktı. Coelho aynı yazardı, ama koşullar değişmişti. Fildişi kuleden, Yazarlar Akademisi’nden dünyaya tepeden bakan “entelektüellerin” burnu kırılmıştı.
Brezilyalı entelektüeller, hâlâ Coelho’ya tepeden bakar. Ȍrneğin Brezilya’da her yıl düzenlenen ünlü Paraty Uluslararası Edebiyat Festivali’ne (Festa Literária Internacional de Paraty) Coelho hiç davet edilmedi. Hâlâ eleştirmenler tarafından yazarlık yeteneği sorgulanıyor.
Peki neden Yazarlar Akademisi üyeliğine kabul edilmek onun için bu kadar önemliydi? Akademi üyesi yazarların hangisi onun kadar çok dile çevrilmiş ve dünyanın dört yanında tanınıyordu? Coelho, Akademi’ye üye olsa ne olacaktı, olmasa ne olacak? Kendisi böyle ifade etmese de, aslında onun yazarlar akademisine üye olmak istemesinin altında “entelektüel çevreler” tarafından onaylanmak isteği geliyordu. Kendisi bu konuya takılmış ve o koltuğu elde etmek için yıllarca mücadele etmişti.
Bazı yazarlar, edebiyat baronlarını da aşar
Edebiyat baronları her ülkede vardır. Bunlar kendi çevrelerini oluşturur ve onları desteklerler yalnızca. Kendi onay vermedikleri yazarların başarılı olmasını istemez ve ellerinden geleni yaparlar bu konuda.
Ben bir Coelho hayranı değilim. Onun birçok kitabını okudum, fakat onu bir okur olarak, bir Dostoyevski ayarına koymam. Buna rağmen bir yazar olarak onun başarısına, herşeye rağmen istediğini elde etmesine, pes etmemesine de saygı duyarım.
Paulo Coelho, en çok yabancı dillere çevrilen yazar olarak Guinness rekorlar kitabına geçti. Yazdıkları tüm dünyada yaklaşık 120 milyon sattı. Bu herhangi bir yazarın rüyasında bile göreceği bir rakam değildir. “Simyacı” adlı kitabı, Brezilyalı bir yazar tarafından yazılmış tüm zamanların en çok satan kitap oldu. Dünyanın birçok yerinde yazdıklarından dolayı ödüller kazandı.
Elbette yabancı dillere çok çevrilmek, çok satan bir yazar olmak iyi yazar olmak anlamına gelmiyor. Ama diğer yandan, bu başarıları küçümsemek de kimsenin haddi değildir. Bir okurun bireysel tercihinden öte, hangi entelektüel ya da yazar, diğer bir yazarın iyi olup olmadığını söyleyebilir, kimin haddine düşmüştür bu? Yalnızca bir okur bireysel tercihinde bunu yapabilir.
Gerçekte sanatsal, edebi otorite denilen şey, kendisini bir tür onay kurumu gibi görmüştür tarihsel olarak. Ve defalarca da yanılmış, sanatçı olarak görmediği kişiler tarafından aşılmıştır. Fildişi kulelerde yaşayan eleştirmen ya da otoritelere değil de, sanatçının, yazarın yapıtlarını okuyarak, inceleyerek öyle değerlendirmek gerekir. Çünkü herkesin değerlendirmesi kendi ölçüsündedir. Tek ölçü ve gerçek otorite zamandır.