1998 yılı yazında, İHD’yi temsilen uluslararası insan hakları sorunları konulu üç haftalık bir insan hakları etkinliği programı için Kanada’nın Quebec eyaletine gittim. Ankara’dan Yıldız Temurtürkan ile birlikte katıldık. Benden bir yıl önce de Nazmi Gür aynı programa katılmıştı.
Önce Montreal’e gidecek, dönüşte ise ABD’den dönecektim. Bir önceki yıl, ABD’ye altı aylık bir dil kursuna gidip dönmüştüm, bu nedenle vizem hâlâ geçerliydi. Virginia’daki arkadaşlarımı da ziyaret etmek istiyordum. Etkinliği düzenleyen Kanada İnsan Hakları Vakfı’ndan bir kişiye, biletimi bu rotaya göre almalarını rica ettim. Onlar da beni kırmayarak, bu isteğimi yerine getirdiler. Washington DC.de açtığım resim sergisinden sonra, resimlerimi sanat galerisi sahibi Helen’a bırakmıştım. Onu da görmek istiyordum.
Yıldız, benden bir gün once oraya ulaşmıştı. Kanada Havayolları ile gittim ve bir gün sonra Montreal havaalanına indim. Orada, organizasyon görevlileri gelenleri karşılıyorlardı. Yaklaşık 100 ülkeden aşağı yukarı 120 insan hakları savunucusu etkinliğe katılacaktı. Montreal’e yakın bir kasabada, bir kolejde kalacaktık. Yaz tatili olduğu için kolej boştu.
Koleje ulaştığımızda burasının düşündüğümden daha büyük olduğunu gördüm. Kolejin adı “John Abbott” idi. Aynen filmlerdeki gibiydi: heybetli bir bina ve önünde çok geniş çim bir bahçe. Kolej, aynı filmlerdeki, aristokratların çocuklarını gönderdigi o büyük yatılı okullara benziyordu. Odaya giderek eşyalarımı yerleştirdikten sonra yemek salonuna indim. Öğle yemeği vaktiydi. Burada Yıldız’ı gördüm. Bana orası ile ilgili biraz bilgi verdi.
Yemek yedikten sonra dışarıya çıkarak göl kenarında biraz dolaştık. Burası Montreal’e bir saat uzaklıkta, göl kıyısında sakin ve küçük bir kasaba idi. Kasabanın adı “Sainte-Anne-de-Bellevue” idi. Burası Quebec eyaletinde olduğundan, resmi dil Fransızca idi; ama hemen herkes İngilizce de biliyor ve konuşuyordu.
Hayalet kasaba
Kolejden kasabaya on beş yirmi dakikalık bir yürüyüş ile ulaşılıyordu. Kasabada küçük bir yat kulübü, restoranlar ve kafeteryalar vardı. Sonraları birçok kez kasabaya yürüdüm. Montreal’e gitmediğim zamanlar, akşam yemeklerini burada yiyordum. Sokaklarda çok fazla insan göremiyordunuz. Evlerin önü de boştu genelde, sanki hayalet bir kasaba gibi idi. Daha sonraları kasabanın bu ıssızlığına bakarak, “Acaba burada insan yaşıyor mu?” diye sormuştum kendi kendime.
O ilk gün, biraz o çevreyi keşfettikten sonra geri döndük. Akşam yemeğinden sonra Montreal’e gitmeye karar verdik. Montreal’e giden belediye otobüsü, hemen Kolej’in önünden geçiyordu.
Bir otobüse binerek Montreal’e doğru yola çıktık. Yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Hava kararmıştı. Liman civarında gezmeye başladık. Bir müzik konseri vardı. Cadde cıvıl cıvıl idi. İnsanlar restoran, kafeterya ve sokakları doldurmuşlardı. Biraz oralarda dolaştıktan sonra, bir kafeteryanın dışarıdaki masalarından birisine oturarak, limanı ve gelip geçen insanları seyrederek birşeyler içtik.
Orada limanda, zaman bize fark ettirmeden su gibi akmıştı. Geri dönmeye karar verdiğimizde saat geceyarısını geçmişti. Otobüs durağına geldiğimizde, oradaki tarifeye bakarak son otobüsün geceyarısı olduğunu gördük. Koleje nasıl dönecektik? Bu sırada oradan geçenlerden birisine bunu sorduk. Adam bize yakın bir durağın ismini verdi ve oradan 01.00’e kadar otobüs olduğunu söyledi. Bir taksiye atlayarak adamın sözünü ettigi durağa geldik. Şansımız vardı, son otobüsü yakalamıştık.
Otobüs yanıyor!
Otobüsün yarısı boştu. Ön sıralardan birisine oturmuştuk. Orta ve arka sıralarda, bazı kızlı erkekli küçük grupların yanısıra, punk stilinde birkaç kişi de vardı. Sanki uyuşturucu almış gibi, dünyanın farkında değillerdi.
Yıldız ile sohbet ederek gidiyorduk. Birden orta ve arka sıralardan sesler duyduk:
“It is burning! It is burning! (Yanıyor, yanıyor!) diye bağırıyorlardı.
Birden ayağa kalktık:
“Ne yanıyor, ne oldu?” dedik.
“The bus is burning! It is burning! (Otobüs yanıyor, otobüs yanıyor!)” diyorlardı.
Herkes otobüsün arkasına bakıyordu.
Bu sırada otobüs durdu ve Şoför aşağıya indi. Hepimiz otobüsten aşağıya indik. Otobüsün arkasından dumanlar çıkıyordu.
Bu sırada sanki bu yetmezmiş gibi, otobüsten aşağıya inen bir gruptan iki genç kavgaya başladı. Birisi tekme atarak diğer genci yere yıktı; daha sonra kafasını iki kolunun arasında hapsederek otobüsün altına sokmaya çalıştı. Gruptaki kızlar da onların etrafını sarmış, müdahale etmeden izliyorlardı. Sarhoşlardı ve uyuşturucu çekmiş gibi görünüyorlardı; kafaları bir milyon idi.
“Kardeşim bir durun, az daha yanıyorduk burada.” dedim Yıldız’a bakarak. “Daha yeni geldim, herşey bugün mü olmak zorunda?”
O gülüyordu.
Orada bir saate yakın otobüs bekledik. Şoför, telefon ile başka bir otobüs çağırmıştı. Fakat, bu, son otobüs olduğundan, yenisinin gelmesi biraz gecikecekti.
Bekliyorduk, gecenin o vaktinde. Bu arada gençler kavga etmekten sıkılmış, sigara içerek kendi aralarında sohbete başlamışlardı. Sonunda beklediğimiz otobüs geldi. Saat: 03.00’ü geçmişti, bir saatlik yolculuktan sonra Kolej’e ulaştık.
Birkaç gün sonra etkinlik başladı. Gruplar halinde çeşitli insan hakları sorunları çerçevesinde tartışıyor, öğreniyor ve deneyimlerimizi birbirimize aktarıyorduk.
O haftabaşında Lübnanlı ve Filistinliler, kendileriyle aynı etkinlik grubuna konulmak istenen bir İsrailliye izin vermemişlerdi. Belediye otobüsünde Lübnan ve Filistinli iki kızla karşılaştım. Bu olayı sorduğumda, Lübnanlı kız bana şöyle dedi:
“İsrailliler, her gün bizim köylerimizi bombalayarak insanlarımızı öldürüyorlar.”
“Evet,” dedim. “İşgal eden ile edilen eşit değildir. Ama belki o kişi, kendi hükümetinin politikalarını onaylamıyordur.”
Filistinli kız ise bana bakarak şöyle dedi:
“Nasıl bir İsrailli ile aynı grupta yer alırız?”
Bunun üzerine birşey söylemedim, sustum ve düşündüm. Olaylara düz mantıkla yaklaşmak, çoğu zaman doğru sonuçlara varmayı engelliyordu. Ama Ortadoğu’da işler mantıkla yürümüyordu. Her bölgeden gelenlerin kendine özgü düşünce, özellik ve davranış biçimleri vardı. Dikkatimi çeken birşey oldu: Afrikalı kızlar, bahçede topluca geziyor ve beyazlara karışmıyorlardı.
Devam edecek...