Yurtdışından geldiğim bir gün, İsmail Beşikçi ile Yurt Yayınevi’nde sohbet ediyorduk. Bir arkadaşını gördüğünü ve İHD’de çalışan kişinin vefat ettiğini söyledi. O an ölen kişinin o olduğunu anladım. Mutullah Döğmeci, İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi’nde (İHD) yıllarca çalışmış, emekçi bir insandı. Cenazesi kaldırılmıştı. Keşke orada olsam ve haberim olsaydı, cenazesine gitmek isterdim diye düşündüm. Birinci cenaze onun cenazesiydi.
Cenazeye katılan eski çalışanlardan bir arkadaş, cenazede İHD Başkanı’ndan başka hiçbir yönetici olmamasına şaşırdığını söyledi. Kendisi de o an benim söylediğimi düşünmüş. Döğmeci, yönetici olsaydı, herkes işini gücünü bırakır cenazeye gelirdi. Ayrıca sadece dernek yöneticileri değil, bazı siyasi partilerin başkanları dahi koşarak gelir, cenaze töreninde boy gösterirlerdi.
Şimdi ikinci cenazeyi anlatmak istiyorum. Döğmeci ölmeden bir süre önce, Ankara’daki Avrupa Birliği merkezinde çalışan bir kişinin annesi ölmüştü. Bu ölüm olayı duyulduktan sonra, yöneticilerin çoğu dernekte bir araya gelerek topluca, kadına başsağlığı ziyaretine gitmişlerdi.
Evet ilk bakışta, annesi vefat eden bir kadını ziyaret etmek insani bir davranış gibi geliyor. Ama kadının ziyaret edilmesinin tek nedeni AB Temsilciliği’nde çalışmakta oluşuydu. Eğer kadın AB’den ayrılmış olsaydı, eminim bu ziyaret hiçbir zaman yapılmayacaktı. Gerçek işte bu kadar basit ve acımasızdı.
Peki, neden yıllardır hepsinin işlerine şikayet etmeden koşturmuş bir kişinin son yolculuğunda bulunmayı önemsemiyorlardı? Nedeni çok basit. Çünkü bu adam Avrupa Birliği’nden değil, Asya Birliği’ndendi. Gerçekten de olayın iki kelime ile özeti bundan ibaretti.
Sonradan Hüsnü ağabeyin (Ȍndül) Döğmeci, ile ilgili bir yazısını okumuştum.
İktidarlar da aynı politikayı izlemiyor mu? ABD ve AB ülkelerinin karşısında boynu eğik, kompleksli, Asya ülkelerine ise küçümseyen ve tepeden bir bakışla bakıyor.
Toplumun da iktidarların ve resmi ideolojinin bakışından hiçbir farkı yok. Öyle olmasaydı insanlar Almanya Büyükelçiliği’nin önünde yatmazlardı. Gidin bakalım, Asya ülkelerinin elçiliklerinin önünde kaç tane insan bulacaksınız?
Avrupalı ve ABD’liler karşısında hayranlıkla ve aşağıdan davranan insanların, Arap ya da “üçüncü dünya” insanlarına karşı ne kadar küçümseyici ve üstünlük kompleksiyle davrandığına sık sık tanık oluyoruz.
Her ne kadar ağzımızdan eşitlik, emek, özgürlük gibi kelimeleri düşürmesek de, insanlara sosyal statülerine göre davranmaktan kendimizi alamıyoruz. Ağzımızdan birer köpük gibi saçtığımız bu sözler de, içi boş anlamsız kelimelerden başka bir şey ifade etmiyor. İnsanları kafamızda kategorize ediyoruz. Diyoruz ki bilinç altımızda kendi kendimize, bu insanın cenazesine gitmeye değmez, çünkü o sadece bir emekçi. Bir yöneticinin ya da gözümüzde sosyal statüsü önemli olan bir kişinin sağlık sorunlarıyla da ilgileniyoruz, cenazesinde de tabutu taşıyacak kadar da istekli görünüyoruz.
Döğmeci, yaşlıca, emekli, kendi halinde, etliye sütlüye karışmadan işini yapan gariban bir adamdı. Sağlık sorunları vardı. Hayatı çalışmak ve eşi ile çocuklarının isteklerine yanıt vermekle geçerdi. Tatil bile yapmaz, tatil parasını alırdı. Sağlık sorunları vardı, ama bunlara pek kulak asmazdı. Uzun Samsun sigarasını ağzından düşürmezdi.
O kemikleri görünecek kadar zayıf, emekçi, gariban bir adamdı.
Bütün hayatı boyunca çalıştı.
Ne içkisi vardı, ne de kumarı. Yalnızca elinden düşürmediği uzun Samsun sigarası…
Sonu “Bir garip ölmüş diyeler…” oldu.
Onun gibilerin sonu ne yazık ki hep böyle olurdu.
Zaman zaman sırtları sıvazlanır, emeğin ne kadar kutsal olduğu onlara bir kez anlatılır, ama cenazelerinde arkalarında yürüyecek kimse bulunmazdı.
Doğduğunda da emekçiydi, yaşarken de, öldüğünde de… Ona emekçi diyenler tabutunun bir köşesinden tutup son yolculuğuna uğurlamadılar zayıf bedenini.
Yalnızca hayat değildi ona acımasız davranan. Ölümünü de ilk karşılaması en az hayatı kadar, belki de ondan daha fazla acımasızdı.
O kendi halinde, kemikleri sayılabilecek kadar zayıf ve Asya Birliği’ne mensup bir adamdı.
Ve daha öldüğü gün zihinlerden kazınmış, unutulmuştu.