14 Ocak 2024

Savaşlar döneminde savaş karşıtlığının imkânı (2): Tim O'Brien'in Taşıdıkları Şeyler romanı üzerine

Romanda bir insanın öldürülmesi askerlerde farklı düzeylerde psikolojik travma yaratırken ve bu, birine yüklenmesi gereken bir suç olarak algılanırken milyonlarca balığın öldürülmesinde veya köpek ya da mandanın katledilmesinde aynı etki ortaya çıkmaz. Orman, pirinç tarlaları ya da nehir yaşayan bir öğe değil aksine taraflar için bir mücadele sahası ve hesaplaşma yeridir

Bir önceki yazımda, Mark Twain'in "Savaş Duası" isimli hikâyesinin erken dönem savaş karşıtı eserlerden biri olarak kabul edilebileceğini lakin, savaş karşıtlığının bu noktada insan odaklı bir açıdan ele alındığını belirtmiştim. Bununla, insan dışında kalan fauna, flora, su, toprak ve hava gibi canlıların ve elementlerin savaşlardan nasıl etkilendiğinin savaş karşıtlığının içine dahil edilmemesini kastediyorum. Bu da insanı odağına alan hümanist savaş karşıtlığının aslında tam anlamıyla bir savaş karşıtlığı olmadığını ya da bencil bir savaş karşıtlığı olduğunu gösteriyor. Bununla ilgili son yirmi yıldır eko-eleştirel yaklaşım, post-hümanist bakış açısının insan merkezcilik ve bunun getirdiği her türlü yozlaşma ve kötülüğü engelleyebileceği üzerine tartışma ve öneriler sunuyor. Ben de bu yazıda, geçen hafta açacağımı yazdığım savaş karşıtlığı ve ekoloji arasındaki bağlantıdan, Amerikalı yazar Tim O'Brien'in Taşıdıkları Şeyler romanı üzerinden, bahsetmek istiyorum.

Öncelikle, İkinci Dünya Savaşı'nın dışında yüzyılın ikinci yarısına etkileriyle damgasını vuran belli başlı savaşlar arasında, Soğuk Savaş yılları içinde konumlanabilecek ve onu da şekillendiren sıcak savaşlar arasında Kore Savaşı (1950-1953) ve Vietnam Savaşı (1955-1975) ile Amerika'nın ilk kez 1958'de Lübnan'da başladığı ve Orta Doğu savaşları olarak genel bir isimlendirme verilebilecek ve bu coğrafyanın kimi yerlerinde Amerika'nın halen sürdürmekte olduğu savaşlar ve çatışmalar sayılabilir. 

Buradan hareketle, bu savaşların konu alındığı savaş karşıtı eserlerin yayın tarihlerinin yaklaşık olarak ekolojik hareket, eko-eleştiri ve post-hümanizmin de edebi eleştirinin içerisinde yavaş yavaş yer bulmaya başladığı tarihlerle çakışmasının altının çizilmesi gerekir. Dolayısıyla bu eserlerin yazarlarının, eko-eleştiri ya da ekolojik hareket ve çevre etiği konularında öncüllerinden daha farklı bir bakış açısı sergilemeleri ve savaş karşıtlığına daha duyarlı ve gezegen hakları bakış açısıyla konuya yaklaşmaları beklenebilir.

İlk olarak, Vietnam Savaşı üzerine yazılan eserler, dünya savaşları ile ilgili yazılanlara oranla daha yerel ve mikro düzeyde kalarak, evrensel bir okuyucu kitlesine bunlar kadar ulaşamamışlardır. Yazarları ise çoğunlukla diğer savaşlarda olduğu gibi savaşı bizzat deneyimlemiş askerler ya da gazetecilerdir. Özellikle savaşın Amerika'da kitleler tarafından protesto edilmesi ve 1960'ların Yurttaşlık Hakları Hareketi'nde özgürlük kavramı üzerinden önemli bir karşı duruş motifi olarak kullanılması, Vietnam Savaşı'nı Amerikan edebiyat tarihinde de farklı bir yere koyar. Vietnam Savaşı anlatılarında, önceki dönem romanlarının şiddet sahnelerinin mizah, aşk ya da aile gibi araçlarla seyreltilmesiyle pek karşılaşılmaz. Bu anlatıların ortak özelliği gerçekliği, tüm kıyıcılığı ve vahşetiyle betimleyerek okuyucuyu savaşın gerçeği ile daha çıplak bir şekilde yüzleştirmektir. Irwing Howe'un "Yazma ve Soykırım" ("Writing and Holocaust") (1986) isimli yazısında belirttiği üzere yazar, okuyucuyu her ne kadar gerçek olayın yaşandığı yere taşıyamasa da amacı, bu yerin en azından gölgesini yaratmaktır. Bu eserlerde herhangi bir katharsis/çözülme duygusuna yer verilmez.

Amerikan edebiyatında Vietnam Savaşı'na dair özel bir külliyat kısa zamanda oluşmuştur. Bu külliyat içerisinde özellikle öne çıkanlar arasında, bu savaş üzerine ilk önemli çalışmalardan olan ve 1958-1980 arasında yazılan eserlerden seçkiler sunan Philip D. Beidler'ın Amerikan Edebiyatı ve Vietnam Tecrübesi (American Literature and the Experience of Vietnam) (1982) ve Amerika'yı Yeniden Yazmak: Kendi Kuşaklarında Vietnam Yazarları (Re-writing America: Vietnam Authors in Their Generation) (1991) isimli kitapları, Owen W. Gilman, Jr.'ın Vietnam tecrübesinin Güney edebiyatında işlenme biçemine örnekler verdiği Vietnam ve Güney Tasavvuru (Vietnam and the Southern Imagination) (1992), özellikle bu savaşın "Amerikan hudut kahraman mitinin" çökmesine neden olduğunun altını çizen eserlerin yer aldığı ve John Hellman tarafından hazırlanan Amerikan Miti ve Vietnam Mirası (American Myth and the Legacy of Vietnam) (1986), Tobey C. Herzog tarafından kaleme alınan Vietnam Savaş Hikâyeleri: Kayboldu Masumiyet (Vietnam War Stories: Innocence Lost) (1992) isimli antoloji ve Thomas Myers'ın Yürüme Noktası: Amerikan Vietnam Anlatıları (Walking Point: American Narratives of Vietnam) (1988) ile Donald Ringnalda'nın Vietnam'da Savaşmak ve Savaşı Yazmak (Fighting and Writing the Vietnam War) (1994) isimli eserler sayılabilir.

Savaş karşıtı eserler arasında öne çıkan ve kanon edebiyat içerisine yerleşen en önemli savaş karşıtı eserlerden biri, bu yazının da odak noktasında olan, Tim O'Brien'ın (d. 1946 - ) Taşıdıkları Şeyler (The Things They Carried) (1990) isimli romanıdır. Bunun dışında Vietnam Savaşı'na dair öne çıkan ve benzer çıkarımlar yapılabilecek eserler arasında Philip Caputo'nun Savaş Söylentisi (A Rumor of War) (1977), Anthony Grooms'un Bombambul (Bombingham)  (2001), Michael Herr'in Sevkler (Dispatches) (1968), Jim Morris'in Savaş Hikâyesi (War Story) (1979), Bao Ninh'in Savaşın Elemi, Bir Kuzey Vietnam Romanı (The Sorrow of War, A Novel of North Vietnam) (1996), Tim O'Brien'ın Bir Savaş Bölgesinde Ölürsem Eğer, Beni Paketleyin ve Eve Postalayın (If I Die in a Combat Zone, Box Me Up and Ship Me Home) (1969) ve Cacciato'nun Peşinden Gitmek (Going After Cacciato) (1975), Nathaniel Tripp'in Baba, Asker ve Oğul (Father, Soldier, Son) (1996), Ron Kovic'in Doğumu Temmuz'un Dördü (Born on the Fourth of July) (1976), Marge Piercy'nin Vida (1980) ve Jim Webb'in Ateş Tarlaları (Fields of Fire) (1978) isimli eserleri sayılabilir.

Tüm bu eserlerin yazarlarına benzer şekilde, O'Brien da savaş karşıtlığını, savaşın insana verdiği zarar üzerinden yapar. Doğaya ve çevreye karşı Taşıdıkları Şeyler romanının tutumu, ekolojik farkındalıktan ziyade yine bir fon konumundadır. O'Brien, savaş karşıtlığını yaparken romanda insan haklarının ötesinde bir yaklaşım sergilemez veya hayvanlar ya da doğanın katledilişi üzerine analizler yapmaz. Daha romanın girişinde nostaljik bir doğa tasviri vardır: "[Üsteğmen Jimmy Cross] New Hampshire'ın Beyaz Dağlarında kamp yapmaya gittiklerini hayal ederdi" (7). Üsteğmenin cephede hayallerini süsleyen arkadaşı Martha ile ilgili kurduğu düşlerde de doğa, romantik bir ilişkinin fonunu oluşturan önemli bir öğedir:

Nisan'ın ilk haftasında, Lavender ölmeden önce, Üsteğmen Jimmy Cross, Martha'dan ona şans getirmesi için gönderilmiş bir şey aldı. Bir çakıl taşıydı sadece, en fazla otuz gram gelirdi. Pürüzsüz ve üzerinde mor lekeler olan süt beyaz bir çakıl taşı; minyatür bir yumurta biçiminde. [ . . . ] Üsteğmen Cross bunu romantik buldu. Fakat ona karşı gerçek duyguları neydi ve ayrı-fakat- birlikte derken neyi kastediyordu? Martha çakıl taşını görüp onu jeolojiden koparmak için eğildiğinde dalgaların sahile nasıl vurduklarını zihninde canlandırmaya çalıştı. (12-13)

Bulunduğu yerden çakıl taşını almak ve ait olmadığı yere onu göndermek karakterlerde romantik etki dışında herhangi bir ahlaki mesele olarak algılanmaz.

Romanın ilk bölümünde, askerlerin hem araç-gereç hem de fikir, duygu ve his gibi soyut pek çok şeyi nasıl "taşıdıkları" uzun uzun anlatılır. Taşımak, omuzlardaki yük bağlamında genç erkeklerin cephede kendilerinden büyük hayatları yaşamaya mahkûm edildiklerine dair romanın en önemli sembollerindendir. Tanımadıkları bir coğrafyada - Vietnam'da- nedenini bilmedikleri ya da emin olamadıkları bir savaşın aktörleri olarak çevreyle kurdukları ilişki korku, öfke, hüzün, cesaret, mutluluk ve onur gibi birbiriyle çelişen duygular yumağında bilinmez, muğlâk ve yıkıcıdır. "Arazi[nin] mayın ve bubi tuzağı döşeli" olması, askerlerin yaşamına verdiği etkiden öte sorgulanmaz (9). Siper çukurlarının, mayınların ve tuzaklarla patlayan bombaların toprağa, ağaçlara, bitki örtüsüne ya da hayvanlara verdiği zarardan roman boyunca hiç söz edilmez. Zaten roman mekânlarından biri olarak kurgulanan cephede, odak noktası ölümdür: "Üç standart silaha –M—60, M—16 ve M—79- ilaveten öldürmeyi veya hayatta kalmayı sağlayacak ne bulurlarsa taşırlardı" (12). Ölüm, askerler için utanç ve onurun arasındaki ince çizgiyi oluşturur: "Onurlarını taşırlardı. Bir askerin en büyük utancını taşırlardı, yüz kızarıklığını. Öldürür ve ölürlerdi, çünkü bunu yapmasalar utanırlardı. Savaşta bu yüzden vardılar zaten, olumlu hiçbir şey yoktu ne düş ne görkem ne de onur; onursuzluğun yüz kızarıklığı olmasın yeter ki" (24).

Taşıdıkları ekipman arasında haşarat kovucu sıvılar olması, farelerin kuduz mikrobu taşıyıp taşımadıklarını merak etmeleri, mezarların içinden solucanlar çıkması, askerlerden birinin –Dave Jensen- uğur getirsin diye tavşan ayağı taşıması, öldürülen köylülerin ağızlarına ve gözlerine üşüşen sinekler, kaplan motifli üniformalar, hayallerinde evlerine gitmek üzere uçtukları jumbo jetlerin benzetildiği kuşlar; bunların hepsi askerler üzerinde savaşın karanlık tarafını göstermesi adına yararlanılan araçlardır. Cephede insan hayatının ne kadar ucuz olduğu ve askerin aniden ölebileceği gerçeği de roman karakterlerinden Kiowa tarafından "pat-küt" kelimesiyle ilk bölümde sürekli vurgulanır. "Kiowa haklıydı. Pat-küt ve ölürdün; öylece, bütünüyle" (27). Bu travmatik ve ani ölüm gerçeği söz konusu hayvanlar ya da bitki örtüsü olduğunda ise ne karakterler ne de yazar tarafından sorgulanır.

Bunun dışında, insan dışı canlılar ve doğa, roman boyunca cephede karşılaşılan ve merkezinde karakter olduğu sahnelerde çoğunlukla araçları oluşturur: Kâh Mitchell Sanders'in sessizce gölgesinde oturduğu bir incir ağacı kâh kafasından ayıklamak zorunda olduğu bit kâh acıdan kıvranırken kendisine benzetilen bir domuz ya da askerleri rahatsız eden ve nefret edilen sivrisinek, korkunun hızlıca çoğaldığını göstermek için kullanılan yabani otlar (33, 36, 43). Kimi sahnelerde ise karakterlerin nevrotik ve saldırgan ruh durumları hayvanlara gösterdikleri sevgi ve şiddetle açığa çıkar: "Ya da Ted Lavender'in yetim bir köpek yavrusunu himayesine alması – onu plastik bir kaşıkla besleyip sırt çantasında taşıdı, günün birinde Azar yavruyu bir mayına bağlayıp patlatıncaya dek" (37). Yine de doğa kimi sahnelerde ender de olsa savaşa ya da askerlere başkaldırısıyla bağımsız bir karakter kimliğine de bürünür: "Helikopter pervanesinin rüzgârında uçuşan bir tarla, otlar koyu ve itaatkâr, iyice yere yatmışlar, fakat helikopter gider gitmez dikiliyorlar tekrar" (38). Ancak burada tarla Vietnam toprağı ve Vietkongluların Amerikan politikalarına karşı direnişini gösteren bir motif olarak okunmalıdır daha çok.

"Yağmurlu Nehirde" bölümü hayvanların romandaki yeri bağlamında diğer bölümlerden ayrı tutulabilir. Bölümde O'Brien'ın, 1968 yazında Minnesota'da Armour et paketleme fabrikasında çalıştığı dönem özetlenir. Uzun uzun domuzların fabrikada nasıl kesildiğinden, montaj hattında hangi işlemlerden geçtiğinden ve bu sürecin karakter/yazarın üzerinde bıraktığı etki ve kokudan bahsedilir. Bu tasvir, Vietnam'daki askerlerin de tıpkı fabrikada sırayla katledilen domuzların insanların besinlerini sağladığı gibi bir yığın halinde devletlerin çıkarlarını doyurmak adına nasıl katledildiğini ve bunun bireyde yarattığı dehşet ve korkuyu göstermesi bakımından önemlidir. Burada odak, domuzların et sanayinin bir ürünü olması değil insan hayatının da böylesi bir sanayi ürünü olarak nasıl hiçe sayıldığıdır. O yüzden O'Brien sadece devlet politikalarını ve orduyu değil aynı zamanda sivil militarizmi de eleştirir ancak domuzların kitleler halinde katledilmesi konusunu metafordan öteye götürmez:

Her şeye körü körüne, düşünmeden teslim olmalarından ne kadar tiksindiğimi haykırıyordum onlara; aptal milliyetçiliklerinden, gurur duydukları cehaletlerinden, ya-sev-ya-terk-et palavralarından, beni anlamadıkları bir savaşa göndermelerinden. Onları sorumlu tutuyordum. Tanrı aşkına, evet, sorumlu tutuyordum. Hepsini –kişisel ve ferdi olarak- bir örnek Kiwanis üyelerini, tüccarları ve çiftçileri, yobaz kilise müdavimlerini, geveze iş kadınlarını, Lion Kulübü'nü, Savaş Gazileri Derneği'ni ve kasaba kulübünün saygın ve seçkin üyelerini (44).

Çam, huş ve sumak ağaçları, yemekte yenen balıklar, sokak kedisi, baykuş, köpekler, böğürtlenler, sincap, karga, sosisli sandviç, nehre balık tutmak için atılan bomba sonucu ölen milyonlarca balık, ağaçların beyaz tomurcukları, çalılar ve dağlar, çimler, maymunlar, "sabaha kadar bombalan[an] dağlar," (70), havaya uçurulan ağaçlar, DNS'sı bozulmuş hayali mutant böcekler, sülükler, "koyaklar, vadiler, akıntılı nehirler, şelaleler, egzotik kelebekler, tavuk, sarp kayalıklar, küçük ve puslu köyler, bambu kaplı büyük vadiler ve yüksek çimler" (85), levrek, yusufçuklar, solucanlar ve su tavukları gibi insan dışı canlılar, roman boyunca bir taraftan savaşın vahşetini derinleştirmek için kullanılırken diğer taraftan kimi sahneleri romantize eden nostaljik metaforlar olarak kullanılırlar. Kaotik, boğucu ve "uygarlıktan çok uzak" Vietnam'ın cephelerine dair gerçek bir savaş hikâyesi ortaya koymanın zorluğunu başkarakter O'Brien şöyle anlatır (69):

Gerçek bir savaş hikâyesi asla ahlaki değildir. Öğüt vermez, erdemli olmaya teşvik etmez, doğru insani davranış modelleri önermez, insanları her zaman yaptıkları şeyleri yapmaktan alıkoymaya çalışmaz. Bir hikâye size erdemli geliyorsa ona inanmayın. Bir savaş hikâyesinin sonunda kendinizi iyi hissediyor, ya da bu büyük ziyandan ahlaklı bir şeyler çıkabileceğini düşünüyorsanız çok eski ve korkunç bir yalana kandınız demektir. Ahlak diye bir şey yoktur. Erdem yoktur. Dolayısıyla, ilk kural, bir savaş hikâyesini müstehcenlik ve kötülüğe tavizsiz ve kesin olarak bağlı anlatma gerekliliğidir.

[ . . . ] Bir savaş hikâyesinin gerçek olduğunu seni utandırmasından anlarsın. Müstehcenlikten hazzetmiyorsan, hakikatten de hazzetmiyorsun demektir.

[ . . .] Bazen, gerçek bir savaş hikâyesini anlatamazsın. Bazen, anlatılamaz. (64-67)

O'Brien, böylece savaşı cehennemin somutlaşmış bir yüzü olarak görerek, Batı medeniyetinin ahlaki bir sorgulamasını yapar. Roman karakterleri tarafından kimi zaman hem hayvanlara hem de insanlara karşı uygulanan acımasız muamele, gerçeği yansıttığı derecede ahlaktan soyunmuş olarak yansıtılır:

Daha sonra, dağların zirvesinde, yavru bir Vietkong su mandasına rastladık. [ . . . ] Yemekten sonra Sıçan Kiley gidip burnunu okşadı yavru mandanın.

Bir kutu fasulyeli domuz eti konservesi açtı, fakat yavru manda ilgi göstermedi. Sıçan omuz silkti.

Bir adım geri çekilip yavru mandanın sağ dizine ateş etti. Hayvan hiç ses çıkarmadı. Yere yığıldı, sonra kalktı. Sıçan bu kez dikkatle nişan alıp bir kulağını uçurdu hayvanın. Sonra sağrısına ve sırtındaki küçük kambura ateş etti. Ardından iki mermi de böğrüne sıktı. Öldürmek için değil, ama acı vermek için. (73)

Burada savaşın dehşeti, merhametsizliği, umutsuzluğu ve eğlenceli ama korku dolu olması gibi çeşitli duygu durum karmaşası, savaşın sert yanını bir manda yavrusunun askerlerden birisi tarafından öldürülmesi üzerinden verilir. Romanın; kurgusal olmayan bir şekilde yapılandırılması, kelime seçiminde bol miktarda argonun yer alması, karakterlerin sürekli değişen ruh halleri ve kimi bölümlerde geçen olayların bir başka bölümde yalanlanması okuyucuda katharsis yaşanmasına olanak vermeden neyin gerçek olup olmadığı konusunda hem okuyucunun romanla arasındaki mesafeyi hem de kafasındaki muğlaklığı artırır. Lakin hayvanların tasviri, yukarıda alıntılanan grafik sahnede dahi insanı odağına alan ve derin ekolojik bir perspektifin okuyucuda oluşmasına zemin hazırlamayan bir üslupla yapılır.

Romanda bir insanın öldürülmesi askerlerde farklı düzeylerde psikolojik travma yaratırken ve bu, birine yüklenmesi gereken bir suç olarak algılanırken milyonlarca balığın öldürülmesinde veya köpek ya da mandanın katledilmesinde aynı etki ortaya çıkmaz. Orman, pirinç tarlaları ya da nehir yaşayan bir öğe değil aksine taraflar için bir mücadele sahası ve hesaplaşma yeridir. Kısaca, eser her ne kadar kimi açılardan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet meselelerini kapsayacak şekilde genel ve sert bir savaş karşıtlığı yapsa da post-hümanist açıdan bakıldığında yazarın bu karşıtlığı tamamen insan merkezli bir açıdan yaptığı su götürmezdir. Dolayısıyla, savaş karşıtlığının yeniden tanımlanması gerektiğine verilebilecek en önemli örneklerden biridir Taşıdıkları Şeyler.

Yazarın Diğer Yazıları

2023 insan hakları endekslerinin satır aralarında Türkiye

Bu yazıda özel olarak Türkiye'ye ayrılan yerleri irdelemekten ziyade, metinlerin Türkiye'ye ayrılan özel kısımlarından ayrı olarak, farklı kısımlarda Türkiye'nin hangi durumlara örnek gösterilerek adının geçtiğini ortaya koyacağım

Yirminci yüzyıl öncesi Amerikan edebiyatı geleneğinde savaşlar, çatışmalar ve aykırı sesler

1700'lere kadar erken koloni döneminde Amerikan edebiyatının kanon eserlerinde, doğayla savaş başta olmak üzere yerlilerle çatışmalar detaylı bir şekilde anlatılarak Püriten ahlakına karşı barbarlığın savaşında, Avrupa medeniyeti ve inanışının gücü ve galibiyeti vurgusu yapılır. Burada karşıt güçler şeytani, barbar ve yıkıcı olarak düşmanlaştırılarak Amerikan tarihinin çatışmaları haklı bir zemine oturtulmaya çalışılır. Bu eserler, gelecek kuşaklar için Amerikan ulusunun tuğlalarını birbirine yapıştıran tutkallar olarak önemli bir rol oynayacaklardır

Savaşlar döneminde savaş karşıtlığının imkânı (1): Mark Twain ve "Savaş Duası" üzerine

Twain'in, ölümünden sonra yayımlanmasını istediği hikâye, Amerikan dış politikasındaki emperyalist çizgiye ve insanlığın savaş üzerinden yarattığı yıkıcılığa karşı modernizm öncesi atılan bir çığlıktır