08 Ağustos 2015

Eski Türkiye Dersim’de restore mi ediliyor?

Dersim, yeniden insansızlaşmaya ve denetlenemezliğe sokulmaktadır

Ne yazık ki gazetelere yansımıyor ama Dersim, ormanlarının yeniden yandığı, yollarının kesildiği, köylülerinin topraklarını terke zorlandığı günler yaşıyor yeniden. Dersim Dernekleri Federasyonu, yurtlarının yeniden 90’ların koşullarına sokulması nedeniyle kamuoyunu duyarlılığa çağırıyor.

 

*  *  *

 

Bu çığlığın bir hafta öncesinde ise, nasıl habercilik yapmalarını belirlemek üzere gazete yöneticilerini toplayan Başbakan; "Devlet, şefkat yönüyle vatandaşlarına davranmak durumunda, ama kudret olmadan şefkat olduğu zaman acziyet oluyor" sözleriyle yönetim felsefesini özetliyordu. (F. Bila, Milliyet, 26.7.2015)

Davutoğlu’nun, iktidar aklını belirginleştirmek için başvurduğu kavramlar, Dersimlinin, tarihinin her döneminde aşina olduğu ifadelerdi. Nitekim 4 Mayıs 1937’de Dersim’in yerleşim yerlerine uçaklardan atılan bildiriler de aynı dille sesleniyordu:

“Cumhuriyet hükümeti sizi şefkat ve merhametle kucağına almak ve mutlu etmek istiyor. (...) sizlere son ihtarını yapıyor. Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları hükümete teslim ediniz. (...) Dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz. (...) Devlete itaat gerektir”.

1938’deki ikinci Dersim Harekâtı öncesinde de, bu kez başbakan Celal Bayar tarafından Meclis kürsüsünden yinelenmiş aynı sözler:

“Dersimliler sesimizi işitmelidir. Bizim sesimizde şefkat olduğu kadar kudret de vardır. Bu ikisinden birini seçmek kendilerine aittir. Bilinmelidir ki şefkatimiz de kahrımız da boldur!”

Devleti, kadir-i mutlak görmenin yansıması olan bu üstenci dilin, 30’ların Dersim'ine de, 90'ların Türkiye'sine de verebildiği şey huzur ve güvenlik olmamıştır; günümüzde farklı bir işlev görmesi de imkânsız.

Oysa demokratik bir yönetimde halka verilmesi gereken şey şefkat, yani acıma, yani merhamet değil, hak ve özgürlüklerine saygıdır. Toplumların inkâra ve asimilasyona, sömürüye ve yoksulluğa uğratılmış kesimlerine, diyet talebini de, kudret dayatmasını da peşi sıra getiren şefkat iletmek, demokrasiyle uzlaşmaz; çünkü demokrasi, yurttaşını merhamet edilmesi ve acınması gereken konumdan kurtarıp haklarını kullanan onurlu bir insan haline getirmekte belirlenir.

 

*  *  *

 

2.5 yıldır süren “çözüm sürecinin” en temel kazanımı annelerin ağlamaması idi; ancak bu kazanıma karşın onun en temel gerçekliği de, Kürt kimliğine ve siyasal temsilcilerine anayasal-yasal en küçük bir güvence getirilmemiş olmasıydı.  Bırakalım yasal-anayasal güvenceyi, bu süreç boyunca iktidar, sorunun bir eşit yurttaşlık ve kollektif haklar sorunu olduğunu teslim eden bir tek açıklama bile yapmyacaktı. Buna, o ana kadar ite kaka elde edilen “Dolmabahçe Mutabakatı” ve “Kürt sorunu” kavramının inkârı da eklenince, “çözüm süreci” bilinen can çekişme dönemine girdi...

Bu ortamda gidilen seçimlerden, ne yapıp edip başkanlık çıkarmak hedefi, çiğnenmeyen yemin ve yasa bırakmamakla kalmayıp, HDP’yı de, tıpkı 90'lı yıllarda olduğu gibi soruşturulmayan, peş peşe saldırıların hedefi kılacaktı. Ne ki iktidarın gerçekleşmeyen hedefine karşılık HDP’nin zaferi, demokrasiyi hazmetmez siyasal zeminin tansiyonunu daha da arttıracaktı. İşte bu ortamda önce Suruç katliamı, sonra da Ceylanpınar’da polis cinayeti ardından eski Türkiye’nin en eski refleksi harekete geçecekti. Tıpkı 90’lı yıllarda (ve tabii 2013’de) olduğu gibi Kürt siyasetçilerine yönelik yaygın gözaltı ve soruşturmalar eşliğinde, ardı arkası gelmez hava bombardımanlarıyla, bir türlü gerekleri yapılmayan “süreç” de bitirilmiş görünüyor.

Bütün bunlar Türk’le Kürt’ün kardeşliğini zehirleyen bir savaş ve nefret yayıncılığı eşliğinde ve tabii bu sonu gelmez bombardıman ve artan güvenlik harcamaları nedeniyle tüm Türkiye’nin yoksullaşması pahasına gerçekleşiyor.

Gerek “sürecin” bitirilmesine yol açan adımları gerekse de önceki politika değişim süreçlerini belirleyen yalın gerçek, ne yazık ki ülkenin değil, muktedirlerin iktidar gereksinimleri olmaktadır.

Örneğin “çözüm” ve “analar ağlamasın” söylemi, eğer iktidarın rakiplerini geriletmeye ve hegemonya inşa etmeye hizmet ediyorsa bayraklaştırılıyor; yok eğer tersi bir işlev görüyorsa itibarsızlaştırılıyor ve "evlatlarımızı da feda etmeye hazırız!" diyen bir savaş dili egemen kılınıyordu. Oysa feda edilen hep yoksulların çocukları, medeniyet ve refah kaybeden de hep ülkenin kendisi oluyor, ateş hiçbir durumda egemenlere dokunmuyordu.

Bu noktada 90’ların çetelesini dökerek, durumun hiç de sanıldığı gibi vahim olmadığı iddia edilebilir kuşkusuz. Ancak böyle hafifseyici bir yaklaşım, 90’ların sembol ismi Mehmet Ağar’ın bile, “ovada siyaset” yapılması için düzenleme yapılması çağrısının 10 yıl sonrasında gerçekleşen mevcut duruma rıza üretme çabasından başka bir anlam taşımayacaktır.   

 

*  *  *

 

Kürt’ün Türk’le eşit yurttaşlık haklarını tanımamaya devam eden zihniyet ve Türklük dışındaki kimlikleri tanımayan yasal durum, bizi süreğen olarak 90’ların eşiğinde yaşatmaktadır. 2013'de yaşadığımız kanlı savaş ortamını takiben, son iki buçuk yıllık çatışmasızlığın bile bizi savaştan koruyamamış olması buna delalettir.

Dolayısıyla kalıcı ve gerçek güvenlik, kendi iktidar çıkarları için sorunu araçsallaştıran ve çözmeden süründüren egemen anlayışı daha da geriletmeyi veya değişime mecbur bırakmayı zorunlu kılıyor; aksi takdirde 90’lar, ne yazık ki Türkiye’nin ensesinde durmaya devam edecek.

Nitekim daha şimdiden, cenazelerin rehin tutulduğu, özel güvenlik bölgelerinin kurulduğu, manipülatif ve militarist haberciliğin gemi azıya aldığı, kitlesel tutuklamaların yapıldığı, parti kapatmaların konuşulup milletvekilleri hakkında fezlekelerin çıkarıldığı, kitlesel ölümlerin yaşanıp soruşturmaların karartıldığı, rejimin cenderesi dışına çıkanların, rahatlıkla “şerefsiz” ve “vatan haini” ilan edilebildiği bir döneme geri dönmüş bulunuyoruz. 90’lar, yalnızca polisiye soruşturması konusu olması gereken Ceylanpınar'daki iki polis cinayetinin, Türk Hava kuvvetlerinin bu güne kadarki en kapsamlı ve en uzun bombardımanının bahanesi yapılabilmesi olarak karşımızda duruyor.

Oysa asayiş soruşturmalarını kendi mantığına göre yaparken, toplumsal sorunu,  mevcut rejimin demokratik dönüşümüyle çözmek gerekmektedir. Bu sorumlu ve demokratik davranışı tıpkı 90’ların egemenleri gibi reddeden, sorunu çözmek yerine, onun sonucu ortaya çıkmış olan silahlarla uğraşan bir egemenlik aklı, Türkiye’yi 90’ların eşiğinde tutup anaların ağlamasını süreğenleştirmekten başka bir sonuç üretemeyecektir.

 

*  *  *

 

Anımsanacaktır, 2009 CHP’sinin milletvekili Onur Öymen, “Dersim isyanında analar ağlamadı mı?" diyerek, hak eksenli yeni bir Türkiye’ye “terörle mücadele” konseptiyle karşı çıktığında, dönemin AKP’since bile ağır bir şekilde eleştirilmişti. Dönemin başbakanı Erdoğan ise, bir adım daha öteye giderek, “devlet adına (…) özür diliyorum” demişti.

Normal bir ülkede bu özrün doğal sonucu olarak, o ana kadar inkâr edilmiş hakların iadesi, Türkleştirme politikalarından vazgeçilmesi, herkesin kendi kimliğiyle eşit ve özgür yaşayacağı yeni bir anayasal düzene geçilmesi ve bombardıman uçaklarının toplumsal sorunların çözüm aracı kılınmasından vazgeçilmesi beklenirdi. 

Ancak sadece CHP’yi sıkıştırmak ve demokrasi kaygısı olanları kendine yedeklemek amacıyla telaffuz edildiğinden, bu “özrün” gerekleri asla yapılmayacaktı. 

Açık ki bu özrün asgari samimi gereği, Dersim'e 1936'da yasaklanan ismini geri iade etmek, o dönemde yasaklanan ana dilini öğrenmesini sağlayan bir eğitim müfredatı gerçekleştirmek, zorunlu din derslerinde Aleviliğin sistematik asimilasyonundan vazgeçmek, Dersim’in inancı üzerindeki kısıtlamaları kaldırıp köylerine yapılmış camileri cemevine dönüştürmekti. Oysa bırakın bunları yapmayı, “çözüm süreci”, Dersim’in her dağının kalekollarla donatılıp, kutsalı Munzur'unun barajlarla imhasında belirginleşecekti.

Son 15 günde Dersim’de gelinen yer ise vahimdir; şimdilik 14 tane olmak üzere Dersim’i güvenlik bölgeleri cenderesine almak, seyahat yasağı uygulamak, 17.00’den sonra köylere giriş çıkış yasaklamak, köylerini terk etmeyenlere, can güvenliği olmadığı yönünde tutanaklar imzalatmak, insanları yaşam alanlarını terk etmeye zorlamak, ormanlık bölgeleri yakmak... Kısacası Kürt sorununu çözmeye yaklaşmamak nedeniyle yeniden başlayan yangında Dersim, yeniden insansızlaşmaya ve denetlenemezliğe sokulmaktadır.

Oysa hayat bize “artık yeter!” demekte, herkesin haklarının teslim edildiği bir huzur kurumlaşması beklemektedir; evrensel hukuk bir yana, “yaratılmışın yaratandan dolayı” sevilmesi ve “vicdan” standardı bile başkasına cevaz vermemektedir...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Geri 'Evet', ileri 'Hayır'!

Bu koşullarda elde edilebilen zafer, gerçekte devletin toplumuna ve ülkesine karşı elde ettiği bir 'Pirus zaferi' oldu

Gidişat tüm kaygıların ötesinde

Başkanlığın referandumla yasallaşması halinde bile, bu durumun memleketin sorunlarını azaltmaya en küçük bir katkısı olmayacaktır

Hem dersini şaşırmış, hem herkesten iddialı

Savaş politikalarına sunduğu bu destekle uluslararası hukuk kavrayışını kaybetmiş bir siyasetçi profili çiziyor Baykal

"
"