Görünen o ki “teröre karşı” temalı ve bayrak eksenli bir seçim dönemine girdik.
Geçen perşembe Ankara’da Odalar Birliği öncülüğünde yapılan, “teröre hayır, kardeşliğe evet” mitingi, coşkusuz ve düşük bir katılımla gerçekleşmiş, ancak kendisinden beklenen misyonu yerine getirmişti.
Miting, “teröre” karşı, “kardeşlik” ve “birlik” için ve 2 kilometrelik bayrağın altında, üstelik ulusalcı/milliyetçisinden İslamcısına, emekçiden sermayedarına kapsayıcılığıyla ve tüm basın yayın organlarının canlı ve propagandif aktarımıyla, adeta AKP’nin seçim kampanyası için başlangıç fişeği olarak örgütlenmiş görünüyor. Nitekim arkası AKP’nin Yenikapı mitingiyle geldi.
***
Milyonların PKK’yi kınamak için sokaklara dökülmesi Türk egemen aklının büyük hayallerinden biri oldu hep. Bunu yaratmak için İspanya’daki 2007 ETA protestosuna binlerce atıf yapıldı, angaje “sivil toplum örgütleri” üzerinden girişimler gerçekleştirildi, çatışma ve ölümler sonrasında sokaklara yol verildi. Ama ya çok sönük ya da intikam söylemiyle Kürt mahallelerine, Kürt inşaat işçilerine ve Kürt ve sol partilere saldırı, linç, yakma ve kimi zaman öldürmelerin ötesine geçilemedi.
Sürekli medeniyet övüncü gerçekleştirip bir türlü medeni bir protesto organize edememe hali söz konusuydu.
Olmadı, olamıyor. Çünkü her şeyden önce Türkiye ile İspanya arasında ciddi bir medeniyet farkı var. Bu farktır ki hem iki ülke halkının tepkisi hem de PKK ile ETA’nın konumları arasında ciddi farklar yaratıyor.
İspanya’da Bask ülkesinin ve Katalonya’nın özerklikleri var her şeyden önce, yerli parlamentoları, ana dille eğitimleri, vergi toplama yetkileri, kendi polisi, bayrağı, vs… Bunları kuşatan İspanya siyasetinde basın özgürlüğü, demokratik seçimler ve dokunulmaz haklar söz konusu. İşte bu atmosferde halk, sivillere karşı askeri eylem yapan ETA’yı her görüşten milyonlarla kınamaya çıkıyor; ama Basklıya, Katalana bayrak sallamıyor, özerkliklerini sorgulamıyor.
İspanya 1981 Tejero darbe girişiminden sonra ciddi bir demokratik dönüşüm yaşadı; hem birey hak ve özgürlükleri konusunda hem de kolektif haklar düzleminde…
Bizde ise 1980 darbesinin inşa ettiği sivil otoriterlikten ve ideolojik iklimden nemalanan egemen siyaset, bir adım ileri iki adım geri dolanıyor. Toplum sormasın, sorgulamasın, örgütlenmesin, çifte standartlardan kurtulamasın, evrenselleşemesin diye ha bire Türk-İslam sentezli, devlet kutsamalı koşullandırma yapılıyor. Zayıfken özyönetimi, Kürt sorununu kabul edenler iktidarlarını perçinlediklerinde 12 Eylül’ün Anayasası, Sendika yasası, YÖK’ü, % 10 barajı ve diğer tüm kurumlarının üstüne yatıyor; dahası onun kuvvetler ayrılığı düzenlemesi bile ortadan kaldırılıyor; yetmedi, Kenan Evren’in bile “diktatörlüğe yol açar” diye itiraz ettiği başkanlık sistemi dayatılıyor!
***
İki buçuk yıllık umut var sürecin ardından çözüm yönünde artık somut adım atmak yerine, eski Türkiye’nin en eski yöntemine, savaşa ve onun olmazsa olmazı bayrak denizinde milliyetçilik ve şehadet söylemine geri dönülmüş bulunuyor.
Bir kez daha terör karşıtı söylem, hakikilikten uzak, yukarıdan örgütlenmiş ve iktidarı sürdürebilmenin manivelası oluyordu.
Nitekim “terörü kınama” adına yapılan Yenikapı mitingi, Başbakanın doğrudan, Cumhurbaşkanının dolaylı olarak açıkladığı gibi, HDP’yi baraj altına itip, en azından fiili bir başkanlığı kurabilecek milletvekiline ulaşma amacına kilitleniyor. Bunun için HDP, kendisine karşı mücadele edilecek terörün temsilcisi ve ona oy verenler terörün destekçileri olarak imlenirken, AKP de, hepimizin altında toplanmamız gereken bayrağın hakiki temsilcisi imajı inşa ediliyor.
Açık ki dert gerçekten terör olsa, HDP’yi baraj altına düşürmek için bunca telaş sergilenmezdi; hele ki HDP’yi baraj altına düşürmenin, Kürtlerin sistem içinde nefes alabilmelerini daha da imkânsızlaştırmak, dolayısıyla çok daha derin bir savaşa benzin taşımak olacağı açıkken!
Ama gelinen noktada AKP bunu göremeyecek halde; her ne pahasına olursa olsun başkasıyla paylaşmak zorunda kalmayacağı, dolayısıyla sorgulanmayacağı bir iktidar elde etmek için HDP’yi 12 Eylül barajının altına atma, 12 Eylül gibi Kürtleri temsilsiz bırakma hedefine kilitlenmesi bundan.
***
Görünen o ki AKP, 1 Kasım seçim kampanyasını, din ağırlıklı bir yerden ve HDP’ye karşı öfkeyle yürüttüğü 7 Haziran kampanyasını milliyetçilikle tahkim ederek yineleyecek. Bayrak denizinde seçim kampanyası başlatmak da bunun göstergesi. Bu ise başlangıcında bütün Türkiye’ye seslenebilen bir partinin bugün Türkün en dışlayıcı yanlarına çekilmesi anlamında ciddi bir akıl yitimi demek.
Özellikle anımsanmalı ki bu kadar çok bayrak, hiçbir dönem ve hiçbir ülkede “hayra alamet” olmamıştır. Çözüm önerileri ortaya koymak yerine, üstelik zaten her gün kalkan uçakların dağ taş bombaladığı ve iki bin PKK’linin öldürüldüğünün iddia edildiği bir ortamda devlet bayrak mitingleriyle halkı heyecana getirmeye yöneliyorsa ortada çok ciddi sorun var demektir.
Üstelik Türkiye siyasal tarihi de böylesi yönelimlere yabancı değil ve hiçbiri iyi anımsanmıyor.
6 Eylül 1955’t ötekileştirilen yurttaşlara karşı bayrak sallatmanın sonuçları, hala silinmeye çalışılan bir utanç olarak hafızalarda yaşıyor!
Bugün yarattıkları “bayrak denizi” ile övünenlerin hafızasıyla konuşacak olursak, böyle çok bayrak Cumhuriyet mitinglerinde kullanılmış ve mitinglere katılanlar, evlerine zafer edasıyla dönmüşlerdi. Ama onbinlerce bayrak üzerinden topluma dayatılan hâkimiyet gösterisiyle AKP’yi boyun eğdirmek isteyenlerin sonu ortada.
Bizzat mağduru olduğu böylesi bir deneyden gelmiş olan AKP’nin, artık devlet olduğu bugün aynı yöntemi HDP’ye karşı kullanması, bir akıl kaybı değilse nedir?
Dün görece daha eğitimli ve modern güçlerin, bugün daha çok esnaf ve geleneksel güçlerin “sivil toplum örgütü” olarak organizatörlüğünü üstlendiği “bayrak denizi”, dün de demokratik olmayan bir akıl tutulmasına işaretti bugün de…
Toplumun bütününe umudun ve barışın diliyle güven verici bir çıkış yerine gerilime, milliyetçiliğe, dinciliğe ve bayrağa oynamanın memlekete vereceği zarar bir yana AKP'ye de faydası olmayacağını hatırlatalım.
***
Esasen herkese ait ve siyasette araçsallaştırılmaması gereken bir sembolü düşman üstüne sallanan bir araca indirgemek, her zaman totaliter siyasetlerin ve otoriter devletlerin yansıması olmuştur. Bu açıdan Pazar günkü bayrak mitingi AKP’nin, hem devlet olmasının hem de devlet olarak siyasete ve rakiplerine hiza verme yöneliminin göstergesi; eskiden kendisini de içeren “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ndeki “düşmanlara” karşı bayrak sallama inisiyatifini bu kez kendisinin kullanması trajik.
Yüzbinlerce insanı devletin olanaklarıyla toplayıp, onlara devletin sembolünü sallandırmanın dünyanın hiçbir yerinde demokratik partilerin başvuracağı bir iş olmadığı, esasen bu işlerin her zaman toplumu bir kalıba sokmak isteyenlerin işi olduğu gerçeği, siyaset biliminin abc’sidir. Bu vesileyle kuruluş dönemindeki AKP’nin böyle bir işe tevessül etmeyeceğini de anımsayalım.
Diğer yandan bu tip güç gösterilerinin, gücün ve özgüvenin göstergesi olmadığı da anımsanmalı. Aksine tüm topluma ait olan, saygınlıkları için siyasete araç edilmemesi gereken sembollerin, bayrağın, Kur’an’ın, vb. seçim meydanlarında rakiplere karşı kullanılması, özgüven kaybının, eşit koşullarda rekabet edemeyeceğini görmenin, onları siyaset dışı araçlarla etkisizleştirme çabasının göstergesi.
Liberal anlamda “siyasetin” de devre dışı bırakılmasıdır yapılan; çünkü bu anlamda demokratik siyaset, dini ve ulusal değerlerin istismar edilmediği, devlet olanaklarının egemen tarafından kendisi için kullanılmadığı, topluma seslenme kanallarının herkese eşit kullandırıldığı koşullarla mümkündür. Totaliter siyaset gelenekleri ise, tüm bu meşruiyet ve hukuksal dayanakların ihlali üzerinden ve her ne pahasına olursa olsun iktidarı kaptırmamak, bunun için de kutsallar da dâhil bütün devlet olanaklarının araçsallaştırılması üzerinden şekillenir.
Tabii anımsatalım ki böylesi yönelimler, bizzat “ergenekoncuların” Cumhuriyet mitingleri organizasyonunun sonucunda da görüldüğü gibi, eğer toplum belli direnç olanakları oluşturmuş, eğer toplumun duruma ilişkin farkındalığı gelişmişse başarısızlığa mahkûmdur. Ama buna rağmen siyasetin vesayet altına alınmasının ve fay hatlarının kanırtılmasının açtığı yaraların sarılması hiç de kolay değil; ölümler, sistematik hak ihlalleri, ekonomik gerileme de işin cabası.
***
Siyasal tarihin Yenikapı mitingini de Cumhuriyet mitingleriyle aynı kategoride kayıt altına alacağı kuşkusuz. Çünkü nasıl dün memleketin ihtiyacı “cumhuriyet” değil demokrasi mitingiyse, bugün de “teröre karşı” değil barış mitingidir.
30 yıldır yapılıp da ölümleri arttırmaktan başka işe yaramayan, savaşı kışkırtan, sorun ve çözümü unutturan, nefreti, intikam duygusunu kışkırtan, gençlerimizi şehitliğe hazırlamaktan başka bir yol önermeyen söylem ve mitingleri tekrarlayıp durmak, çözümsüzlükten iktidar çıkaran bir egemenlik aklının hortlamasıdır.
Oysa barış için miting, savaş dışında yol aramaya, ortada bir sorun olduğunu kabullenmeye, sorunun kaynağını düşünmeye, toplumu kışkırtmak yerine rehabilitasyona, duyguların yerine aklı ve hukuku geçirmeye, kısacası Ergenekon’un yapageldiği işi tekrarlamamaya, sorunu çözmeye yarar.
Üstelik “yaşamakta olduğumuz şiddet ortamını “terör”, “bölücülük” parantezine sıkıştırmak da asıl soruna gözlerimizi kapatmaktır. Böyle bir politikanın halkın özgürlüklerini, güvenliğini ve ekmeğini azaltmaktan, yani hem taşınamaz hem de medeniyete yabancılaşmaktan başka sonucu olmaz.
Oysa mevcut ve her gün başka annelerin yüreğine ateş düşüren şiddet ortamını çözmek için sorunun kendini çözmek gerek. Sadece çözüleceğine dair sözlerin verildiği geçen iki buçuk yılda da görüldüğü gibi bu konuda yol almak pekâlâ mümkün.
Dahası Davutoğlu’nun “gayri milli” bir gözlemci olarak gidip katkı verdiği Filipinler’deki çözüm süreci dâhil, dünyanın tüm çözüm deneylerinde görüldüğü gibi, sorunu bütünüyle çözmek de mümkün. Ama bunun için onu başkanlık siteminin kozu haline getirmemek ve “teröre karşı kardeşlik” söylemiyle boğmaktan vazgeçmek gerek.
Üstelik çok bonkörce kullanılan “kardeşliğin” medeni dünyada bir karşılığı olduğunu da unutmayalım:
Kardeşlik, evrensel hukukta Kürt’ün Türk’le eşitliğini gündemleştirmektir; kardeşin dil yarasını, kendini kolektif kimliğiyle yansıtma ve yönetme hakkını, eşit yurttaşlık özlemini hissetmektir.
Kardeşlik hukuktur. Hukuk ise, bir zamanlar Cumhurbaşkanının da altını çizdiği Kürt sorununu kabullenmek ve dünyada kimlik haklarına dair hukuki mevzuatın öngördüğü şekilde çözmeye yönelmektir.
Yani bayrak sallamak değil, medeniyetin gereğini yapmaktır kardeşlik!..