En önemlisi ölümler olmak üzere sürdürülemez bir sürece girmiş bulunuyoruz. Memleketin dağları ve şehirlerinde açık bir savaş hali yaşanıyor.
“Ne oluyor?” sorularının, “bu faciayı nasıl durdururuz?” seslerinin sindirilmesi için açık bir tehdit dilinin kuşatması altındayız.
Buna karşılık "derhal silahlar susmalı ve mutlak çatışmasızlık haline dönülmeli" diyen 20 imzalı “akiller bildirisi” (02.08.2015) ve diğer aydın çağrıları barış için direnç oluşturuyor. Bu ortamda bütün fatura kendine havale edilmek istenen HDP de; "bir an önce çatışmasızlık konumuna geri dönülmesi ve ölümlerin durması" çağrısını yineliyor ve "çatışan tarafları Dolmabahçe zeminine geri” çağırıyor.
Bu çağrılara PKK’nin ilk yanıtı; “askeri operasyonların durması halinde çatışmaların da duracağı”, ama bu sefer “ateşkesin tahkim edilmiş olması” gerektiğiydi. “Sorunları yaratan etkenleri ortadan kaldırmak ve çatışmasızlığı kontrol edecek bir izleme kurulu kurulması” da, bu tahkimatın koşulu olarak açıklanıyordu.
Eğer amaç gerçek bir barış ve çözüm yönünde yürümekse, eğer memleketin demokratikleşmesi gereği samimiyetle kabul ediliyorsa, bu taleplerin meşruiyeti açıktır. Ancak durumun kontrolden çıkmak üzere olduğu bugün, en azından insan ölümlerinin durması için, ateşkesin acilen ve karşı taraf beklenmeden yapılması da şarttır.
***
Görünen o ki savaşın bu yeniden başlatılmasında iki tarafın da payı ve hazırlığı var.
Ama aynı nesnellikle şu farkın da belirtilmesi şart: PKK, çözüm sürecindeki oyalama halini aşmak yönünde iktidarı sıkıştırmak için savaşa başlarken, Hükümet ise tam tersi bir nedenle, 7 Haziran mağlubiyetini telafi edebileceği bir seçim ortamı yaratmak ve PKK’ye karşı masada üstünlük elde etmek için başlamıştır.
Bu farklılık "çözüm sürecinin" ortaya çıkardığı toplumsal-siyasal tabloyla da doğrudan ilgili. Çünkü bu süreç, Kürt hareketinin, tüm Türkiye için çözüm önerileri geliştirmesi ve kendini anlatabilmesini sağlayıp onu büyütürken, iktidarın ise yıpranmasıyla sonuçlanmıştı.
Bu bağlamda Kürt hareketi süreci yasallaştırmak ve ilerletmek isterken, iktidar ise, oy hesabı ile süreci yasallaştırmaktan ve kamuoyunu bu yönde dönüştürmekten kaçacaktı.
Gelinen noktada ise "çözüm süreci" artık iktidarın işine gelmiyor, mutlak egemenlik hayallerine zarar veriyor, aksine onu demokratikleşmeye zorluyordu. Onun buna geliştirdiği yanıt da, inkâr ve milliyetçilikle gerilim faktörlerini yeniden güncelleştirmek ve Kürt hareketini yeniden düşmanlaştırmak oluyordu. Kısacası artık barış değil savaş haline, kaybettiklerini çözümde inatla kazanmak yerine inkâr çizgisiyle milliyetçilerden ikame etmeye yöneliyordu.
***
Seçilen yol, Kürdü Türk'ü, yoksulu zengini ile bütün Türkiye'yi vurmakla kalmayacak, kendi iktidarının da altını oyacaktır. Erken seçimi kazandırmak, memleket üzerinde kontrolü arttırmak, soruşturma ve sorgulamaları engellemekte şimdilik iktidarın işine gelen bu savaş, PKK'yi geriletmek hedefine ulaşamaması ve kontrolden çıkması oranında, Hükümet'i çökertecek bir faktöre dönüşecektir.
Üstelik bu olasılık çok daha güçlüdür. Çünkü Türkiye'nin ekonomisi, dış ilişkileri ve seçmen davranışı dâhil tüm belirleyenleri, bu sefer çözüm sürecini ve ateşkes halini "satın almış", kendini buna göre konumlandırmıştır. Dolayısıyla kısa vadede gerekli taktik zaferi elde edememesi halinde, iktidarın çıkarı ekseninde geliştirilen bu savaş, iktidarı da vuracak, Türkiye'yi onun tarafından yönetilmez hale getirecektir.
Esasen Kürtlerin haklarının inkârı üzerinden bir statünün artık sürdürülebilir olması mümkün değildir. Dahası hem PKK geçmişe oranla çok daha yüksek bir savaş kapasitesine hem de dünya çapında çok daha meşru bir konuma sahiptir. Halen yürüyen savaşın dünyadaki algısı da, AKP'nin onu iktidar çıkarları için yürüttüğü ve IŞİD'e hizmet ettiği doğrultusundadır.
Tüm bunlara karşın, başkanlığın imkânsızlaşması oranında rasyonalitesini ve ülke çıkarlarına karşı sorumluluğunu yitirmiş olan iktidardan gelen sesler ise bambaşka. Örneğin Başbakan Davutoğlu, BBC muhabiri Jeremy Brown'a verdiği demeçte, PKK'ya yönelik hava saldırılarının “grup teslim olana dek süreceğini” kaydediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, “silahların susması değil, silahların bırakılıp gömülmesine kadar, sınırlarımız içinde tek bir terörist kalmayana kadar mücadelemize devam edeceğiz” diyerek çıtayı yükseltiyordu.
Kendi başkanlığının engellenmesini Türkiye'nin kalkınmasını engellemek olarak yorumlaması ve yoksul halk çocuklarının peşpeşe öldüğü bu lanetli ortamda "şahadet makamına" yapılan övgüler de cabası.
***
Açık ki niyeti çözüm olanın asla yeltenmeyeceği bir savaş söylemi karşısındayız. Nitekim dünyanın hiçbir çözüm süreci, silah bırakmanın ön koşul yapıldığı bir yerden ilerlememiştir. Elbette ki tüm egemen devletlerin hak mücadelesi yürüten silahlı örgütlere dayattığı şey, öncelikle silahların bırakılması ve müzakerenin ancak ondan sonra başlayacağıdır. Ama tüm çözüm süreçleri göstermiştir ki buradan yol alınamamış, bu inat uğruna pek çok insan ölmeye devam etmiş, ülkeler de ciddi ekonomik kayba uğramışlardır.
Üstelik dünyanın tüm örnekleri göstermektedir ki, süreci silah bırakmakta tıkayanların bizzat sorunun sorumluları olduğu bir yana, bu dayatmaların ardında yatan temel neden de, zoraki kabullenilen hak mücadelesini etkisizleştirmek olmuştur.
Örneğin Filistinin hak sorunlarını tartıştırtmamanın yolu olarak İsrail rejimi, her seferinde Filistinlilerin elindeki silahları öne sürmüştür. Böylece Filistin sorununun asli sorumlusu, hak ihlalini bu yolla meşrulaştırmaya çalışırken, silah koşulunu da, teslimiyet elde etmek için kullanmıştır.
Bu dayatma burjuva demokratik İngiltere'de bile IRA ile müzakerelerde 8 yıl kaybedilmesine neden olmuştur. İngiliz devletinin sorunu gerçekten çözmek zorunda olduğunun içselleştirmesi sonrasında ise, silahların değil çözümün konuşulmasına geçilmiş, işte ancak bundan sonradır ki hem sorun hem de onun sonucu olan silahlar hızla sorun olmaktan çıkmıştır.
Dünyanın tüm deneylerinin gösterdiği gibi silahlar, doğru veya yanlış ama hak ihlallerinin sonucuydu ve sorunun halline bağlı olarak da, istenmese bile devre dışı kalacaklardı. Dolayısıyla çözüme niyeti olanın silahtan değil sorundan başlayacağı açıktır.
***
Kendi örneğimize geldiğimizde, barış içinde yaşama hakkına sahip ve bunu yalnızca devletten istemek durumunda olan yurttaşlar olarak, mevcut iktidardan tutarlılık beklemek durumundayız.
Şu andaki Başbakanın, ta Filipinler'e gidip, Moro İslami Kurtuluş Örgütü ile Filipinler devleti arasındaki pazarlıklarda arabuluculuk yaptığı ve bu görüşmelerde silahsızlanmanın değil, özerklik dâhil sorunların halli ve karşılıklı taahhütlerin denetimi üzerinden bir pazarlığın içinde olduğu bilinmektedir.
Keza şimdinin Cumhurbaşkanı'nın da, bırakalım Hamas'ın silahlarını tartışmayı, tersine bunu tartışan İsrail'i suçlayan bir siyaset izlediği bilinmektedir.
Bu noktada Filistinlinin veya Moro Müslümanlarının silahını sorgulamayan, aksine bu silahlara rağmen onların hakkını esas alanların, söz konusu olan Kürdün ana dili ve kendini yönetme hakkı olunca, bunu ölümler pahasına tanımamaktaki inatları, tutarsızlık ve hak tanımazlık anlamında ciddi bir sorun alanıdır.
Bu anlayışın geldiği nokta, eski Türkiye'nin, çözümü yapısal olarak imkânsızlaştıran eski kalıplarına geri dönüştür: Nitekim seçim atmosferine girilmesini takiben Cumhurbaşkanı'nın, 15 Mart Balıkesir konuşmasında, "Şimdi bakıyorsun varsa yoksa Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Neyin eksik senin... daha ne istiyorsun? Allah aşkına bizden farklı neyiniz var, her şeye sahipsiniz" dediği görülecektir.
Böyle düşünen ve bunu kamuoyuna mâlederek tahkim etmeye çalışan bir aklın, çözüm diye bir derdi olamayacağı açık. Tartışmanın sadece silahlara indirgenmesi de bundan; böyle bir bakış açısının, silah olmasa bile Kürt sorununu çözmeyeceği de cabası.
***
Bu noktada yurttaş olmanın, hele ki aydın olmanın, süreci silah tartışmasına sıkıştırma basıncına karşı, sorunun çözümüne dikkat çekmesi zorunludur. Ne yazık ki farklı yaklaşanlar var. Nitekim ana fikri ve cümlesi, çok doğru ve herkesin anlayacağı bir şekilde; "derhal silahlar susmalı ve mutlak çatışmasızlık haline dönülmelidir" olan bir bildiriye karşı, onu imzalayanlardan Oral Çalışlar'ın, hükümetten bildiriye gelen tepkiler sonrasında durumu düzeltme yazıları yazmaya başlaması düşündürücüdür.
Bunların ilkinde (03.08.2015) “20 imzalı “akiller bildirisi”ni imzalarken; PKK'nin, “silahlı güçlerini Türkiye'den çekeceğini ilan etmesi” düşüncesindeydim”; “PKK'nin silahlı güçlerinin, öncelikle ve hiç bir tartışmaya gerek kalmadan, Türkiye'yi terk edeceklerini ilan etmelerinden yanayım” diyecekti. Oysa barışçı olmanın gereği, silahlı taraflara eşit mesafeden çözüm çağrısı geliştirilmesini gerektiriyordu ve bu durumdan çark etmeden imzaladığı metin de bunu yapıyordu.
Başta da belirttiğim gibi tek taraflı da olsa PKK'nin çekilmesini isteyelim elbette; ama bunun, Kürt sorununun varlığının bile inkârına gelmiş bir Hükümet'i sorgulamanın önüne koymanın nasıl bir demokratlık olduğu üzerinde ayrıca düşünmeyi de ihmal etmeyelim; çünkü 20 imzalı “akiller bildirisi”nden ayrımla tipik bir, arabayı atın önüne koşmak tavrı karşısındayız.
Bu tip önermeler karşısında anımsanmalı ki dünyada, devlet dışı tarafın silah bırakması önkoşuluyla sorun çözüldüğüne dair bir örneğe tanık değiliz; hele ki devletin mağdur kimliğin doğal haklarını tanıdığına ilişkin açık, geri dönüşsüz bir taahhütte bulunmadığı bir zeminde.
Yeniden anımsayalım ki bizzat Davutoğlu’nun aracı olduğu Filipinler örneğinde, önkoşul olarak silahları değil özerkliği tartışan bir devlet aklının, sıra kendi egemenlik alanına gelince, bırakın özerklik ve anadil hakkını, sürecin güvenle yürüyebilmesi için üçüncü bir gözün, bir gözlem heyetinin, bir yasal çerçevenin bile gerçekleştirilmesine yanaşmaması hali karşısındayız.