Ankara katliamıyla bir kez daha görüldü ki bu memlekette egemen planlamayı bozabilecek bir etkinlik düzeyine ulaşmanın, o “sonuna kadar savaş” derken barış demenin, o “kader” derken iş cinayetlerini gündemleştirmenin, o “daha çok merkezileşme” derken özyönetim demenin bedeli vardı.
Tıpkı iktidar kürsülerinden düşmanlaştırılan işçiler ve sosyalistlerin 1 Mayıs 1977’de katledilmesi gibi…
Tıpkı “dış menfi güçlerin etkisine açık” olmakla suçlanmış Gayrimüslümlerin değişik tarihlerdeki pogromlarla tasfiye edilmesi gibi…
Ülkenin sürüklenmek istediği başkanlık sistemini engelleme kararlılığını açıklamasından ve bunu başaracak güce sahip olduğunun görülmesinden itibaren HDP’nin karşılaştığı saldırılar da bu geleneğin ifadesi oluyordu. Nitekim 11 Nisan 2015 Ağrı/Diyadin provokasyonundan başlayarak, memleket HDP’ye karşı 90’ların teyakkuz haline geçirildi.
Öyle ki makbul siyaset odakları ve etkinliklerinin saldırılardan uzak tutulmasına karşın HDP binaları ve etkinliklerinin adeta atış poligonuna çevrildiği bir sürece sokulmuştuk.
Öyle ki mafyanın bile “milli” miting yapabildiği, ama barış ve demokrasi taleplerinin kana bulanmasının sıradanlaştığı bir ülke haline getirilmiştik.
Esasen HDP’yi ve barışı ısrarla düşmanlaştıran bu kampanyanın, onu 12 Eylül barajının altına düşürmekle yetinmeyip, aynı zamanda her türlü saldırıya açık ve siyaset yapamaz hale getirmeyi amaçladığı açık.
Üstelik bu kez sadece yayın organlarında görünmez kılınma ve dezenformasyon, tutuklama furyası, seçilmişlerin görevden alınması, siyasal faaliyet yasakları, hiçbiri takibata uğramayan yaygın saldırılarla yetinilmiyordu; Türkiye tarihinde bir ilk olarak, komşu bir ülkenin iç savaşına ait güçler de, vahşi yöntemleriyle bu sürece taraf oluyorlardı.
Bu açıdan 5 Haziran HDP mitinginin bombalanması ve 20 Temmuz Suruç katliamından, 102 kişinin öldüğü Ankara katliamına yükselen bir vahşet trendi karşısındayız.
Her yanıyla hukuk, demokrasi ve adaleti yok eden böylesi durumlarda devletlerin, hiçbir gerekçenin ortadan kaldıramayacağı bir siyasal sorumluluk altında olacağı açıktır.
***
Gariptir, Türkiye tarihinin bu en büyük ve en vahşi katliamlarından biri karşısında devletin ilk refleksi, RTÜK üzerinden sorgulanmasını engellemeye yönelik olarak yayın yasağı koymak olacaktı. Ardından bu karar, Ankara 6. Sulh Ceza Hâkimliği üzerinden, hukuki mesnetten yoksun bir şekilde haber, yorum, eleştiri yasağı olarak genişletilecekti. Bunları tamamlayan diğer bir gariplik de soruşturmaya gizlilik kararının getirilmiş olmasıydı.
Kısacası sürecin denetlenebilmesi ve kamuoyunun bilgilendirilmesinin engellenmesi ve katliamla ilgili tüm bilgi ve paylaşımların hükümetin kontrolü altına alınması yoluna gidiliyordu.
Bu adımla birlikte katliam, sadece failleri ve yapılış biçimiyle değil, aynı zamanda devletin ona yaklaşım biçimiyle de Suruç’ta ve Diyarbakır katliamlarıyla aynılaşıyordu. Esasen IŞİD’in taraf oldukları yanı sıra devletin de taraf olduğu bütün dosyalara yapılan şey yapılıyor ve denetlenebilirlik olanakları karartılıyordu.
Oysa bu yola başvurulan soruşturmaların hiçbirinde bugüne kadar gerçek bir sonuca ulaşılamadığını gösteren bir tarihe sahibiz.
1 Mayıs 77 Taksim, 16 Mart 78 Beyazıt, 19 Aralık 78 Maraş, 5 Temmuz 80 Çorum, 15 Ocak 96 Güçlükonak, 2 Temmuz 93 Madımak’tan, 11 Mayıs 2013 Reyhanlı, 27 Aralık 2014 Roboski’ye kadar tüm katliamların sonu, dosyaların kapatılması olmuştur.
En son gerçekleşen Suruç, Diyarbakır, Mersin, Adana bombalamaları, Ağrı/Diyadin provokasyonu ve 8 Eylüldeki pogromun soruşturmaları üzerine konulan karartmalar da aslında adaleti imkânsızlaştıran bir işlev görmektedir
Bu son katliamda da devletin dahlinin olmadığı ve tam tersine barış isteyenlerin katli üzerinden gerçekte hükümete ve Türkiye’ye saldırıldığı iddiasının samimi gereğinin, soruşturmanın tamamen şeffaflaştırılması olacağı açıktır. Oysa tam tersi yapılmakta ve bu kez öncekileri aşan bir yayın yasağı ile katliamın ardındaki gerçeklerin kamuoyundan gizlenmesi yoluna gidilmektedir.
Peki ama niye?
Bu çabanın ardındaki kaygıyı soruşturduğumuzda karşımıza devleti IŞİD’le ilişkilendiren soru işaretleri çıkıyor.
***
Her şeyden önce saldırganlar Diyarbakır ve Suruç katliamlarındakilerle aynı zincirin parçasıydılar. Bombalar ve kullanılma biçimleri aynı. Daha önemlisi defaatle görmezden gelindikleri ve tesadüfen yakalandıklarında da serbest bırakıldıkları görülüyor.
Bu arada devletin güçlü olduğunu ispatlama kaygısı çerçevesinde, Başbakandan, katliamcıların aynı zamanda devletin izleme listesinde olduğunu öğreniyoruz; ki bu bilgi ve bizzat ailelerinin ihbarına rağmen bu katliamın yapılabilmesi ise durumun vahametini daha da artırmaktadır.
Mevcut veriler zanlılar hakkındaki bilgilerin değerlendirilmediğini, yakalansalar bile serbest bırakıldıklarını, suç soruşturmalarının gizlendiğini, sürecin basın tarafından takibinin sistematik bir şekilde engellendiğini, dolayısıyla bilinçli bir yol verme olasılığını düşündürüyor.
Bu kadar da değil: Katliamlar gerçekleştikten sonra da iktidarın örgüt ismini telaffuzdan ısrarla kaçması, kabul etmek zorunda olduğunda da, bir dizi örgüt ismiyle “kokteyl” yapılarak ve yine arka sıralara atılarak telaffuz edilmesi düşündürücüdür.
Bütün veriler IŞİD’in Dokumacılar koluna işaret ederken iktidar ısrarla bu güne kadar kimi düşmanlaştırmışsa onların isimlerini, özellikle PKK ve Cemaati, yani üç zıt kutbu birbirine karıştırıp katliama bulaştırmaya çalışmıştır. Bu ise, hem böylesi korkunç bir vahşet karşısında bile adaletin ve gerçeğin değil, mutlak iktidar için düşmanlaştırılanların etkisizleştirilmesinin peşinde olunduğunu ve hem de böylesi bir sıkışmışlıkta bile IŞİD’in kollandığını gösteriyor.
Üstelik bu katliamların, kuraldışı bir şekilde IŞİD merkezi tarafından üstlenilmemesi de bir diğer garipliktir. Bir yanı IŞİD’e bağlı, ona Türkiye’den insan taşıyan, ama Türkiye’nin içinde adeta bir taşeronluk ilişkisi içinde gibi davranan bir ara örgüt karşısında gibiyiz.
***
Esasen iktidarın IŞİD’i eleştirmekten başından beri uzak durduğu, dahası onun sosyolojik gerekçelendirmelerle meşrulaştırılması yoluna gidildiği bilinmektedir. Eleştirilmek zorunda kalındığı her durumda da IŞİD’in asla tek başına eleştirilmediği, Hükümetin yayın organlarından “PYD’nin IŞİD’ten daha tehlikeli olduğu” söylenerek, kamuoyunun IŞİD konusunda hayırhah bir tutuma yönlendirildiği görülmektedir.
Yine çözüm sürecinden yana son umutları da bitireceği biline biline Kobani’nin IŞİD’in eline geçmesi yönünde bir duruş sergilendiği ve Kobani direnişine insani ve maddi desteklerin olabildiğince engellenmesi yönüne gidildiği bilinmektedir.
Daha önemli olanı, IŞİD’i, Türkiye’nin iç politikasıyla bu kadar ilişkili yapan ve IŞİD’in hedeflerinin AKP’nin de hedefleri olmasındaki olağanüstü garipliktir. IŞİD’in Türkiye’deki hedefinin AKP’nin de rakipleri olması, bizim düşünebileceğimizden de öte ilişkileri düşündürmektedir.
Daha önemlisi IŞİD’in Türkiye’de Kürtlere ve barış isteyenlere karşı katliamlarına sistematik bir şekilde yol verilmiş olmasıdır. Öyle ki bu eylemlerin çapı ile Türkiye’nin uluslararası planda güvensiz bir ülke konumuna düşürülmesine rağmen IŞİD’in engellenmesi yoluna gidilmemesi gerçekten de ilginçtir. Buna karşın IŞİD’in de Türkiye’deki iktidara saldırmaması yönünde adeta mutabakat görüntüsü ortaya çıkması da bu garipliği tamamlayan bir diğer ögedir.
Daha garip bir diğer veri de, bu katliamlar sonrasında, saldırıların Türkiye’ye karşı yapıldığı ve AKP’nin tek başına iktidarının sağlanması halinde böyle şeylerin olmayacağı yönünde, iktidar ve yanlılarınca yapılan açıklama ve analizlerdir.
***
Buna eklenecek daha pek çok şey daha var tabii: Uzun zamandır müttefiklerini oyaladıktan sonra nihayet İncirlik’in kullanılmasına izin vermek zorunda kaldığında bile devletin, IŞİD’e saldırıya katılmak yerine PKK’ye topyekûn saldırıya geçmesi örneğin...
Yakın zamana kadar Türkiye’den IŞİD’e insan geçişi ve ticaretin kesintisiz bir şekilde sürdüğü bilinmektedir. Ona silah taşıdığı söylenen TIR’larla ilgili soruşturmanın engellenmesi bir yana, bu gidişi deşifre eden devlet görevlilerinin de “vatana ihanetten” yargılanması ve bu davaya da gizlilik konması da gariplikler zincirinin bir diğer halkasıdır.
Sorgulamamızı biraz daha genişlettiğimizde IŞİD’in, iç politika yanı sıra dış politikada da AKP'nin müttefik alanında durduğu görülmektedir
ABD'nin IŞİD’i önceleyen saldırı çizgisinin engellemesi, IŞİD’in büyümesinden en küçük bir rahatsızlık duyulmaması, başta Tel Abyad olmak üzere sınır yerleşimlerinin IŞİD elinde olmasından rahatsızlık duyulmazken, PYD’nin eline geçmesinin infial ve güvenlik zirveleriyle karşılanması da gariptir.
Bütün bunlar, adeta açığa çıkması istenmeyen şeylerin varlığını ve IŞİD’le kesişme noktaları yaşanmış olduğunu düşündürüyor.
Türkiye’nin bu durumdan acilen çıkarılması, yurttaşlarının can güvenliği kaygısında yaşamaktan ve şiddetin siyaset üzerinde vesayet kurduğu bu durumdan acilen kurtarılması, farklı görüşlerin ve kimliklerin eşit haklı yurttaşlar haline getirilmesi yaşamsaldır.