10 Mayıs 2024

Yoksulluğun, eğitimsizliğin ve kadına ayrımcılığın gittiği yer: “Araplara Satılan Kızlarımız”

Kıbrıslı Türk kızları... Yaşları çoğunlukla 12-14 arasında. Satışların 1918-1919’da başladığı anlaşılıyor ve 1950’ler sonuna kadar sürüyor. Toplam sayıları yaklaşık 5 bin tahmin ediliyor. Gittikleri yerlerden çok acı, üzücü haberler geliyor

“Araplara Satılan Kızlarımız” bir kitabın başlığı. Yazarı Neriman Cahit. Toplam 684 sayfada yüz yüze görüşmeler, gazete arşivleri, mektuplar, resmi belgeler, anlatılar, tarih ve coğrafya bilgileri içeriyor.

2011 yılında yayınlanan bu kitap, kendilerinden çok büyük yaştaki genellikle Filistinli ve Ürdünlü erkeklere çocuk yaşta satılan kızların acı öyküsünü anlatıyor. Lübnan, Mısır ve Suriye gibi başka Arap ülkelerine satılan kızlar da var.

Kitap şöyle başlıyor: “Acı... Acının derini... Daha da derini... Bunlar nasıl anlatılır ki sözle.” Bu kızların çoğu, doğdukları yerden haber alamadan, ailelerini bir daha göremeden acılar içinde ölüp gitmişler. Büyük çoğunluğun cenazelerinin nereye gömüldüğü bile belli değil.

Üstelik, bir bölümü yeni geldikleri topraklara alışamadan göçmek zorunda kalmış, bir daha yollara düşmüş. Çünkü getirildikleri topraklara, Filistin’e, Yahudi yerleşimi başlamış. Kitap bu konuda da birinci elden bilgi veriyor. 

Satılanlar, Kıbrıslı Türk kızları. Yaşları çoğunlukla 12-14 arasında. Satışların 1918-1919’da başladığı anlaşılıyor ve 1950’ler sonuna kadar sürüyor. Toplam sayıları yaklaşık 5 bin tahmin ediliyor.

Bu satışlar başlarda dikkat çekmiyor, suskunluk var. Ama sonra gittikleri yerlerden çok acı, üzücü haberler geliyor. Geneleve verilmiş veya düşmüş olanlar, kuma olduğu ortaya çıkanlar, açlık ve sefalet içinde ölenler var. Kıbrıs Türk toplumu sarsılıyor.

Satılan kızlar için ağıtlar yakılıyor. Kitapta bu ağıtlardan birinin şöyle bir dörtlüğü yer alıyor; Cahit (2011, s. 169).

Baba beni satma ele / Yanağımda toydur gamze / Bırak, önce annem sevsin / ‘Kızım’ diye öpe öpe

Bu kızlar Araplara neden satıldı? Bu sorunun tek bir yanıtı yok. Bu yazının bir amacı   sorunun yanıtlarını Neriman Cahit’in çizdiği çerçevede ele almak. İkinci bir amacı ise bugünler için dersler çıkarmak. Bugünler deyince, bendeki çağrışımları belirteyim.

Aynı değil elbette ama, “kızları satmak” deyince aklıma “üzerinde bayrak olan TC kimliklerini satmak”, “Cumhuriyet’in bin bir özveriyle kurduğu fabrikaları satmak”, “limanları satmak”, “toprakları satmak” geliyor. Bu satışlar neden oldu, oluyor?  

Bu yazıyı yazdıran, satışlarla ilgili sorular ve satışların nedenleri. Zaman, mekan ve taraflar farklı olsa da, nedenler benziyor.

1) Büyük ve kitlesel yoksulluk;

2) Eğitimin dinci ögelerle süslenip çağdaş olmaktan çıkarılması;

3) Kadınlara yönelik ayrımcılık.

Satılan kızların önemli bölümü Filistin ve Ürdün’e götürüldüğü için, kızların anlattıklarından 1930’larda ve 1940’larda Filistin-İsrail konusunun nasıl geliştiğini de öğreniyoruz. Bilindiği gibi, bu konuda şu iki soruda saklı iki farklı görüş var.

Filistinliler topraklarını para karşılığında Yahudilere satıp başka ülkelere göçüp gittiler mi? Yoksa, Yahudiler tarafından, İngiltere ve ABD gibi destekçilerinin de yardımıyla, topraklarından zorla ve tehditle sürüldüler mi? Kızların anlatılarından bu konuda tarafsız bilgiler ediniyoruz.

Şimdi kızların satışının nedenlerini tarihsel ve kültürel arka planı ile birlikte ele alalım.

Kıbrıs’ta Osmanlı idaresi ve eğitim

Osmanlı Kıbrıs’ı 1571’de topraklarına kattı. Bu tarihten sonra çoğunluğu Karaman, Beyşehir, Ürgüp, Niğde, Aksaray olmak üzere Anadolu’dan adaya Türkler yerleştirildi. Ayrıca, Akdeniz ve Ege bölgesinden yörük aileleri de adaya yerleştiler.

Anadolu’da olduğu gibi, adaya yerleşen Türklerin çok büyük çoğunluğu tarımla uğraşıyordu. Hava koşulları ve tarımsal üretim kötü gittiğinde Türkler borçlanmak zorunda idiler. Borçlanmak isteyince araya tefeciler giriyordu.

Adadaki Türkler, zaman zaman, tefecilere kaptırdıkları veya kaptırmak istemedikleri topraklar için kadılara (mahkemelere) başvuruyorlardı.

Ticareti ise çoklukla adadaki gayrimüslimler ve Doğu Akdeniz’in Filistin, Lübnan, Mısır, Ürdün gibi diğer bölgelerinden gelen Müslüman Araplar yapıyordu. Arapların bazıları Kıbrıs’taki liman kentlerine yerleştiler. Türklerle evlenenler de vardı.

Araplar hem Müslüman/dindaşlar, hem zengin tacirler olarak görülüyordu. Türkler arasında itibarlı idiler yani. Bugünün Arap finansörleri, fonlayıcıları gibi.

Osmanlı’da devlete ilişkin idari, hukukî ve mali yapılanmalar ve işlemler dinî esaslara göre yapılıyordu. Anadolu’da olduğu gibi, Kıbrıs’ta da eğitim din temelinde ve vakıflar aracılığıyla yürütülüyordu. Bakınız Gökal ve Dağlı (2015) ve Sözgün (2015). Tarikat  ilişkisi de olan vakıf sistemi, Tanzimat'a kadar devam etti.

Eğitimin ilk basamağında ilkokula karşılık gelen Sıbyan Mektebi vardı. Bu okulda önce zorlanarak da olsa Arapça-Osmanlıca okuma-yazma öğretiliyor, sonra Kuran-ı Kerim ezberletiliyor ve İslam'ın kuralları süreki tekrarlatılıyordu. Anlamadan da olsa Kuran-ı Kerimin en az bir kez hatmedilmesi (baştan sona okunması) gerekiyordu.

Osmanlı, Sıbyan Mektepleri'nin eğitimi yapamadığını kabul etti ve bunların yerini Tanzimat'la birlikte İptidai Mektepleri almaya başladı. İptidai Mekteplerde okuma yazma ve din derslerine, giriş düzeyinde tarih, coğrafya ve aritmetik dersleri eklendi.

Yine Tanzimat'tan sonra ortaokula karşılık gelen Rüştiye Mektepleri eğitim öğretime başladı. Rüştiyelerde Arapça, dini bilgiler ve Kuran-ı Kerimin ezberlenmesi ve hatmi yanında aritmetik ve tarım gibi dersler okutuluyordu. Kıbrıs’ta kurulan ilk rüştiye Selimiye Rüştiyesidir. Gökal ve Dağlı (2015) ve Sözgün (2015).

Sıbyan (ve sonra İptidai) Mekteplerinin bir üst düzeyini oluşturan Medreseler, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren vardı. Bunlar ortaokul-liseye (bazen de yüksek okula) karşılık geliyordu.

Medreseler daha ileri derecede dinî ve genel eğitim vermeye çalışan okullardı. Bu okullarda Arapça cümle yapısı, Fıkıh, Fıkıh felsefesi, İleri din bilgisi, Matematik, Felsefi düşünce, Tarih ve Coğrafya gibi dersler veriliyordu. Kıbrıs'ta ilk medrese (Büyük Medrese) 1573 yılında Lefkoşa’da açılmıştı.

Osmanlı ülkesinde ve haliyle Kıbrıs’ta eğitim sisteminin şu özellikleri dikkat çekiyordu.

1- Çok az sayıda Türk çocuğu okula gidebiliyordu. Özellikle kızların ve yoksul çocukların okullaşma oranı çok düşüktü. Bazen yoksullar için Mekteb-i Sebil denilen ayrı Sıbyan Mektebi açılıyordu ama bunlar çok azdı.

2- “Kıbrıslı Türkler, değil kızlarını, erkeklerini bile okutamıyordu. Bu dönemde kadınlarımızın yüzde 98,3’ü okuma yazma bilmiyordu.” Cahit (2011, s. 36).

3- Sınırlı sayıda çocuğa verilen eğitim din ağırlıklı ve ezbere dayalı idi. Sonuçta eğitim dış dünyadaki gelişmelerle ilgili değildi, çocukların gerçek ve sosyal ortamla ilgisini kurmuyordu. Halbuki gayrimüslim eğitiminde aydınlanma ve sanayi devrimi anlatılıyordu.

4- Osmanlıda kızlar biraz büyüyünce hemen çarşaf, peçe ve kafes arkasına alınıyor, dünyadan eli eteği çekiliyordu. İyi hizmet edebilecek bir ev kadını olarak neler yapması gerektiğini öğreniyor, 11-15 yaşları arasında da evlendiriliyordu.

5- Bu durumda yoksul aileler kızlarını kasabalarda yaşayan zengin ailelerin yanına hizmetçi ve besleme olarak veriyorlardı.

6- Kızları Araplara satma gibi yollar da bu koşullarda ailelerin akıllarına geliyordu. Cahit (2011, s. 37).

Şimdi kısaca Türkiye’nin bugününe bakalım.

1) Madde 3’te olduğu gibi, Türkiye’de bugünkü iktidar eğitimi Osmanlıdaki gibi dinci unsurlarla yoğurup gerçek hayattan, teknolojiden kopartıyor. Dinciliğin ağırlığı artarken, matematik ve fen gibi konuların ağırlığı azalıyor.

2) Türkiye’de iktidar kadınlara Madde 4’tekine benzer bir rol biçmeye çalışıyor ve onların işgücüne katılımını engellemek istiyor. Türkiye’de kadının işgücüne katılımı oldukça düşüktür. Halbuki işgücüne katılım üretimi ve büyümeyi yükseltecektir. 

Kıbrıs’ta Büyük Britanya idaresi ve satılan kızların duyulması

Eğitim vermeyi din ezberciliği zanneden, zamanın sanayi devrimini göremeyen, gelişen teknolojiyi anlayamayan Osmanlı, giderek zayıfladı, Avrupa’nın “hasta adamı” oldu. Birçok bölgede dış destekli isyanlar başladı.

Bilime, eğitime, sanayiye uzun süredir yatırım yapan Rusya, etki alanını genişletmek üzere hasta adamdan parçalar koparmak istiyordu. 1877’de (Rumî takvime göre 1293’te) II. Abdülhamit yönetimindeki Osmanlı’ya hem Balkanlar’da, hem Kafkasya’da askeri harekât başlattı.

Böylece 1877-1878 Savaşı, diğer adıyla 93 Harbi (1293 Harbinin kısaltması) başladı. Bu savaşta Osmanlı büyük yenilgiye uğradı, Ruslar İstanbul’a dayandı.

Savaş sırasında ve sonrasında Türk ve Müslüman halk büyük kıyım, hatta soykırım yaşadı. Anadolu’ya Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan büyük ve acılı bir göç akını oldu.

Savaş sonunda Ruslar bir antlaşma için çok ağır koşullar dayattı. Abdülhamit (kimilerinin Abdülhamit Han’ı) kabul etti. B. Britanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinin Osmanlı’dan pay kapmak için araya girmesiyle Berlin Antlaşması süreci başlatıldı.

Bu süreçte B. Britanya Osmanlı’ya “yardım etmek adına, koşulları hafifletme” sözü verdi. İki ülke arasında 4 Haziran 1878’de “Kıbrıs Konvansiyonu” olarak anılan savunma antlaşması yapıldı.

Antlaşmadaki bir maddeye göre Osmanlı, Doğu Anadolu'daki ve Kafkasya'daki Hristiyanları koruyacaktı. Burada Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı korunması belirtiliyordu.

Başka bir maddeye göre, uzunca süredir göz koyduğu Kıbrıs, Britanya’ya sözüm ona “kiralandı”. Bu kiralama ile Osmanlı, “Kıbrıs adasının B. Britanya tarafından işgal edilerek yönetilmesini kabul etti”. Sonyel (1978). Böylece B. Britanya Kıbrıs’ı 12 Temmuz 1878’de işgal ettti.

B. Britanya, Kıbrıs Konvansiyonuna dayanarak, Doğu Anadolu’daki Ermeni komitacılar ile Kıbrıs’taki Ermenilerin birlikte yaptıkları silah taşıma gibi faaliyetlerine ortam hazırladı ve hatta bu faaliyetleri teşvik etti. Günay (2007).

B. Britanya Kıbrıs’ta 1902’de Viktorya Kız Lisesi'ni (Viktorya İslam İnas Sanayi Mektebi) kurdu. Türk kızları, çok az sayıda da olsa, bu liseye devam ederek daha üst düzeyde eğitim alabildiler.

Bunu Neriman Cahit (2011, ss. 39-40) olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyor. Çünkü kızların eğitimi yanında bu liseye Türkiye’den öğretmenler geliyordu ve Türkiye bağlantısına katkı yapıyordu. Önemlisi, bu öğretmenler Türkiye’deki eğitim reformlarını ve daha sonra özellikle Atatürk devrimlerini adaya taşıyorlardı.  

Ancak genel olarak B. Britanya Kıbrıs’ta hristiyan nüfusu kolluyor, müslüman Türk nüfus için önemli bir değişiklik yaratmıyordu. Türkler yine içe kapanık ve yoksul biçimde tarımla uğraşmayı sürdürdüler; tefecilerle sorunlar, toprak kayıpları ve yoksulluk daha da arttı.

B. Britanya, 5 Kasım 1914’te 1. Dünya Savaşında Osmanlı’ya savaş ilan etti ve Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Bu durum Kıbrıslı Türkleri daha da olumsuz bir ortama itti. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan antlaşması ile Türkiye Britanya’nın Kıbrıs’ı ilhakını kabul etti.

Aynı antlaşma ile Kıbrıslı Türkler güç bir seçime zorlanmış, Britanya veya Türkiye uyruğundan birini seçmeleri istenmiştir. Türkler, Kıbrıs’ta kalıp Britanya uyruğunu veya Türkiye uyruğunu seçebilirlerdi. Ancak Türkiye uyruğuna geçenler iki ay içinde Türkiye’ye göçmek zorunda idiler. (Cahit, 2011, ss. 13-14).

1925 ve sonrasında Kıbrıs’tan Türkiye’ye yaklaşık 8000 kişinin, yani kabaca nüfusun yüzde 10’unun göçtüğü tahmin ediliyor. Bu kişiler Mersin ve Muğla gibi kıyı bölgelere yerleştirildiler.

1929’da başlayan Büyük Buhran Kıbrıslı Türkleri böyle bir ortamda yakaladı. Yoksul ailelerin genç kızlarının Araplara satışı “acımasız kadın simsarları” kanalıyla hızlanarak ve yıllarca sürdü.

B. Britanya 1. Dünya Savaşında Osmanlıya ait birçok bölge gibi, Filistin’i de işgal etti. Bu işgal 1948’de Filistin’de İsrail devleti kuruluncaya kadar sürdü. Bu süre içinde Filistin bölgesine Kıbrıs’tan da paralı asker toplayıp gönderdi.

1940’ta Filistin’e gönderilen Türk (ve Rum) askerler, hem gemilere doluşup Kıbrıslı Türk kızları satın almaya giden Araplardan haberdar oldular, hem de daha önce Filistin’e getirilmiş kızların acılı yaşamlarını duydular. “Kıbrıslı Türk kızların durumu eski çağlardaki kölelerden farksızdı.” Cahit (2011, s.50).

Bir asker anlatıyor: “Geçenlerde Yafa’da Kıbrıslı bir kızı kocası Arab’ın geneleve sabahleyin götürüp teslim ettiğini ve gece yarısı tekrar aldığını öğrendik... Meğer kocası Arab’ın evde iki tane daha yerli karısı varmış...” Cahit (2011, s.56 - 57).

Bu gibi olayları tercümanlık da yapan bir gazeteci yazmaya başlayınca, konu duyuluyor. Neriman Cahit daha derin araştırıp artık yaşları 80’lere, 90’lara varan kızlarla yüz yüze konuşuyor. Bunları bir gazetede yazınca, yüzlerce benzer olay ortaya çıkıyor. Bu olaylar içinde iyi örnekler de yok mu? Var, ama sayıca oldukça az.

İşte yoksulluk, eğitimsizlik veya gerçek yaşamdan ve dünyadaki gelişmelerden kopuk dinci eğitim ve de kadınlara yapılan ayrımcılık çok acı olaylar yaşatabilir. Sorumlu olanlar en azından utanıp daha fazla yanlış yapmadan gitmelidirler. 

Konuyu burada keseyim. Sonraki bir yazıda Filistin’de İsrail devleti kurulurken Filistinlilerin yaşadığını ve onlara yaşatılanları Kıbrıslı Türk kızların anlatılarına dayanarak açıklamaya çalışacağım. 


Kaynaklar

Cahit, Neriman (2011) Araplara Satılan Kızlarımız, 3. Baskı, Ajans Yayın, Lefkoşa.

Gökel, Ömer ve Gökmen Dağlı (2015) “Osmanlı dan Günümüze Kıbrıs Türk Eğitim Sisteminin Geçirmiş Olduğu Evreler” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 8 (37), Nisan, ss. 747-758.

https://www.researchgate.net/publication/276292179_Osmanli_dan_Gunumuze_Kibris_Turk_Egitim_Sisteminin_Gecirmis_Oldugu_Evreler

Günay, Nejla (2007) “Kıbrıs’ın İngiliz İdaresine Bırakılması ve Bunun Anadolu’da Çıkan Ermeni Olaylarına Etkisi”, Akademik Bakış, 1(1), ss. 115-126.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/74042

Sonyel, Salahî (1978) “İngiltere Dışişleri Bakanlığı Belgelerine Göre Osmanlı Padişahı Abdülhamit 48 Saat İçinde Kıbrısı İngilizlere Nasıl Kiraladı?” Belleten-Türk Tarih Kurumu, Ekim, 42(168), ss. 725-744.

https://belleten.gov.tr/tam-metin/1523/tur

https://belleten.gov.tr/tam-metin/1523/tur

Sözgün, Zenal (2015) “Kıbrıs’ta Osmanlı Dönemindeki Eğitim Sistemine Genel Bir Bakış” Yakın Doğu Üniversitesi İslam Tetkikleri Merkezi Dergisi, Yıl 1, Cilt 1, Sayı 2, 2015, ss. 7-29.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/529539

Ercan Uygur kimdir?

Türkiye'nin önde gelen ekonomistleri arasında yer alan Prof. Dr. Ercan Uygur, 1969'da ODTÜ'yü bitirdi. Mezuniyetinin ardından Devlet Planlama Teşkilatı'nda (DPT) 'uzman yardımcılığı' sınavına girdi. Ancak, Uygur'un da aralarında olduğu sınavda başarılı olan üç kişi göreve başlatılmadı.

Uygur, daha sonra sınavına girdiği Maliye Bakanlığı'nda göreve başladı. Bir yıl sonra iki yıllık lisansüstü öğrenim bursu için OECD'ye yaptığı başvuru, davet edildiği mülakatın ardından kabul edildi. İngiltere Warwick Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimi aldı. Doktorasını East Anglia Üniversitesi'nde yaptı; bu sırada bir yıl 'ekonometri' dersi verdi. 1977 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) İktisat ve Maliye Bölümü'ndeki 'ekonometri' kürsüsünde asistanlık sınavına girdi; aynı yıl bu kürsüde göreve başladı.

Doçentlik çalışmaları için 1981'de dokuz aylık Norveç Hükümeti bursu ile bu ülkeye gitti, Prof. Dr. Leif Johansen ile çalıştı. Türkiye'deki doçentlik sözlü sınavının yapılacağı gün, 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunu ile iki jüri üyesi, Prof. Dr. Tuncer Bulutay ve Prof. Dr. Nuri Karacan üniversiteden uzaklaştırılınca yapılamayan jüri toplantısı yedi ay sonra gerçekleştirilebildi. 12 Eylül 1980 darbesini izleyen süreçte üniversiteden uzaklaştırılan Türkiye'nin önde gelen iktisatçılarından Prof. Bulutay'ın "Bizleri temsilen Mülkiye'de kalacaksın" dediği Uygur, 1983'te 'doçent' unvanını aldı.

1988'de Fulbright bursu ile ABD'ye gitti, Prof. Dr. Lawrence Klein ile LINK projesinde çalıştı. 1989'da 'profesör' unvanını aldı. 1994-2012 döneminde Koç Üniversitesi'nde yaz dersleri verdi.

Mülkiye'den 2010 sonunda erken emekli oldu. Mülkiye'de öğretim üyesiyken şu kurumlara danışmanlık yaptı: - İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomik ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi (1986-1994) - Wharton Econometric Forecasting Associates (1988-1991) - T. C. Merkez Bankası (1988-1993 ve 1997-1998) - Devlet İstatistik Enstitüsü, TÜİK (1990-1996) - ILO / Uluslararası Çalışma Örgütü (proje danışmanı, 1990) - T. C. Hazine Müsteşarlığı (proje danışmanı, 1992-1993 ve 1997-1999) - Dünya Bankası (proje danışmanı, 1999, 2002, 2009, 2010-2011) - Birleşmiş Milletler ECE (proje danışmanı, 1999-2000) - Third World Network (2009)

Yeni Yüzyıl gazetesinde köşe yazarlığı (1995-1998), Mülkiye'de İktisat Bölümü Başkanlığı (1996-2008), Ankara Üniversitesi Bilim Kurulu üyeliği (2002-2010), Türkiye Ekonomi Kurumu Başkanlığı (2003 -2019), Ekonomi-Tek dergisi editörlüğü (2012-2020), Uluslararası Final Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve İİBF Dekanlığı (2016-2021) yaptı.

2011'de Uluslararası Ekonomi Birliği (IEA) Danışma Kurulu üyeliğine seçildi, bu görevi halen devam ediyor. 2012'de Kyoto Ödülü Danışma Kurulu üyeliğine davet edildi; editörlüğünü yaptıkları dahil olmak üzere Türkçe ve İngilizce 12 kitabı yayımlandı, 50'nin üzerinde bilimsel makale yazdı. Eylül 2021'den itibaren, Mülkiye'den öğrencilerinin kurup yönettiği T24'te köşe yazısı yazıyor. Prof. Dr. Ercan Uygur, 38 yıllık üniversite hayatını; 18 Mayıs 2017'de davet edildiği Mülkiyeliler Birliği Çarşamba Söyleşileri'nde Prof. Dr. Tuncer Bulutay'ın konuşması için koyduğu başlıkla özetliyor: "ODTÜ'de Öğrenci, Mülkiye'de Hoca…"

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kamuda tasarruf paketi ve yapısal reformlar

"Kamuda tasarruf ve verimlilik" paketleri veya genelgeleri çok sayıda var ve fazlasıyla var. Ama sorun şurada ki, bu paketler veya genelgeler sözde kalıyor, bunlara iktidarın kendisi uymuyor. Veriler ortada: 2021'den bu yana hemen tüm harcama kalemleri katlanarak artmıştır

Tasarruflar ve geleceğimiz

Adı “Milli Eğitim” olan bakanlık, eğitim, öğretim diyemiyor da maarif diyor. İçerik diyemiyor, müfredat diyor. Amaç, seçilen kelimelerle bile tarihi geri döndürmek

Faiz kararı ve döviz kuru

TCMB, 500 baz puanlık artışın etkisini “bekleyip görelim” mi dedi? Hangi değişkene, değişkenlere etkisini bekleyip görecekti? Zaten bakabileceği göstergeler yok mu?