1 Ocak’ta yayınlanacak bir yazı insanda gayriihtiyari bir mesaj kaygısı yaratıyor. Öyle ya, yeni yıla dair bir şeyler söylemeli, bazı temennilerde bulunmalı.
Düşündüm, kendim de dahil herkes için ne isterim yeni yıldan, dedim. Pek çok şey istenir elbet. Dilek sandığı açılmaya görsün, kolay kolay kapanmaz.
Ama tek bir hakkım varmış gibi yapıyorum ve herkes için yeni yılda daha fazla merak diliyorum.
Evet, sadece merak. En basit haliyle merak. Üstelik dileğim öyle tek bir hedefe yönelmiş bir merak da değil. Serbest gezen bir merak diliyorum; kendim, okur ve tüm insanlar için.
Buralarda pek sevilmez merak. “Kediyi merak öldürür” diyen de eksik olmaz, ağzını bozup “İnsanın başına ne geliyorsa ya meraktan…” diye devam eden de…
Kayıtsızlığın bir meziyet olarak tarif edildiği bu çağda merak hoş karşılanmaz. Bilinmeyene yeltenen bir yolculuğun önüne “iş çıkarma şimdi”lerden, “anlamadığın işe burnunu sokma”lardan duvar örülür hızla…
Merak Türkçede görece yeni bir kelime. 17. Yüzyıla kadar Türkçe konuşulan coğrafyalarda merak kelimesine pek rastlanmıyor. Onun yerine “hayret” var. Yani şaşırmak… “Hayran” var. Hayran olmak ile hayret arasındaki ilişki merak için önemli. Bir şeyin güzelliğine, yeniliğine şaşıracaksınız önce. Ve ona öyle bir hayran olacaksınız ki, peşine takılacaksınız.
Merak ve hayret arasındaki ilişki sadece Türkçeye özgü de değil üstelik, ta Antik Yunan’a kadar uzanıyor. Sokrates “Tüm felsefe ‘thauma’yla başlar” diyor. “Thauma” Türkçeye merak veya hayret olarak çevriliyor. Aristoteles ise “Tüm insanlar doğaları gereği bilmeyi isterler” diyor ve o da “thauma”nın yani hayret ve merakın felsefenin başlangıç noktası olduğu konusunda Sokrates’e katılıyor.
“Merak felsefesi” üzerine çalışan, aynı isimde bir ders veren ve “The Philosophy of Curiosity” isminde bir yayını da bulunan Prof. İlhan İnan ise thauma’yı hayret, hayranlık ve merakın karışımı bir duygu olarak tanımlıyor.
Bu yaz başında ailemin yaşadığı kasabada sahile yapılan küçük iskelenin kazıklarının nasıl çakıldığına taktım kafayı. Yarısı bitmiş iskelenin geri kalanını bitirme işi, hava şartları izin vermediği için dört gün ertelendi. Sahile tam üç gün her sabah sabırla erkenden gittim ve elim boş döndüm. Tek derdim, o kazıkların nasıl çakıldığını görmekti. Merak ediyordum çünkü kafam kazığın o kuma nasıl çakıldığını bir türlü almamıştı. Basbayağı hayret ediyordum aslında. Dördüncü gün nihayet hava izin verdi de merakımı dindirebildim. Diyeceğim, kazıkların nasıl çakıldığının merakı hayretinden sonra gelmişti.
Sanıyorum, bu üçlüden biz en çok ve ilk olarak hayreti kaybettik. Hayret, yani şaşırma duygumuz ortadan kalkınca merak ve hayranlık otomatik olarak ortadan kalktı.
Çünkü meraka giden yolda ilkin şaşırmak gerekiyor. Daha doğrusu şaşırabilmek… Özellikle kötüye şaşırmak lazım ki kaynağını bulasın, derinine inesin. Nihayetinde kötünün karşısına hakikati çıkarasın. Hakikati karşısında gören kötülük genelde o ortamda barınamıyor.
Fakat kötüye şaşırmak, iyiye şaşırmaktan daha zor. Şöyle bir düşünün; iyi şeyler, yani olması gerekenler olduğunda daha fazla şaşırmıyor muyuz bugünlerde? Aslında çok acı bir hâl değil mi bu?
Kötü şeyleri bu kadar kanıksamamız, kötülüğe sıradan muamelesi yapmamız ve hatta duymazdan, görmezden gelmemiz… Buna karşın iyi bir şey olduğunda, örneğin sosyal medyada bir iyilik öyküsüne denk geldiğimizde gözümüzün dolması, duygulanmamız…
İnsanın “zaten her şey kötü” denizinde boğulmadan, her bir kötülüğe teker teker şaşırmayı sürdürmesi çok zor. Kendini dayatan bir kanıksama halinden çıkmak, başımıza gelenlere “Bu olamaz, bu doğru değil, bu bize yapılamaz” diye şaşırmayı sürdürmek güç istiyor. Yoruyor ve üzüyor.
Ortalama bir çocuk, 10 dakika içinde ortalama bir yetişkinin 10 günde sorduğundan daha fazla soru soruyor. Biz ise sorularından yıldığımız o çocuklara bir noktada “Evladım ne çok sordun ama sen de, haydi bakalım tabletinle oyna” diyoruz.
İstiyoruz ki, onların da merakları bizimkiler gibi iğdiş edilsin. Edilsin ki, geriye kalan hayatlarında bizim gibi “üzülmesinler."
Etimolojiden devam edelim; merakın İngilizcesi “curious”un kökeninde ise Latince “cura” ve “cure” kelimeleri var. Yani tedavi etmek. Oradan “curiosus” türüyor, yani “careful”. “Careful” bizde yuvarlayarak “dikkatli” diye çevrilir ama “itinalı” demek daha doğru sanki… Yani hem dikkati hem özeni aynı anda gösterebilmek. İlgilendiğiniz şeye önemseyen bir dikkatle eğilmek.
Merakın insanı iyileştiren, tedavi eden, şifalı bir yanı olduğuna inanıyorum. Sadece ben değil, bilim insanları da aynı saptamada bulunuyor.
Depresyondan uzak tutuyor mesela. Enerji veriyor. Bir araştırmada, meraklı hissettiğiniz bir günü anlatmanın zihinsel ve fiziksel enerjinizi, derin bir mutluluk anını anlatmanıza kıyasla yüzde 20 artırdığını tespit etmişler örneğin.
Ayrıca zihnin genç kalması, zekanın gelişmesi için meraka çok ihtiyaç olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Einstein bile kendi halini “Herhangi bir özel yeteneğim yok fakat tutkulu derecede meraklıyım” diye tarif ediyor.
Bu coğrafyada tutkuyla yaşamak zor. Bilginin bu kadar görünür ve erişilebilir hale geldiği bir dünyada, tutkunun iğdiş edilmesi aslında bir tezat gibi görünüyor ama değil.
Güç ilişkilerinin olduğu her noktada, soru sormaktan vazgeçmemiz isteniyor. Önceden hesaplanmış ve ezberletilmiş tekrarlardan ibaret bir hayata razı olmamız dayatılıyor.
Erişilebilecek bilginin büyüklüğü karşısında fener tutulmuş bir tavşan gibi kalıyoruz ve kendimizi o koca dağın yanında küçücük ve zır cahil hissediyoruz.
Cehalet duygumuz ve onun yol açtığı özgüvensizlikle elimizde Tanrı’dan başka sığınabileceğimiz bir liman kalmıyor. Oysa Tanrı bir cevap aslında. Tanrı’ya giden yolda da soru sormayı bırakmamak, ezbere teslim olmamak gerekiyor.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı benim hepimiz için yeni yıl dileğim daha fazla merak.
Çünkü ya o koca dağı elimizdeki küçük ama sağlam kazmalarla delecek ve kendimize ucunda ışığı görebileceğimiz bir tünel kazacağız… Ya da kayıtsızlığın insanı uyuşturan derin çukurunda kendi hezeyanlarımız ve hayal kırıklıklarımızda boğulacağız.
Hem unutmayın, merakı alana hayret ve hayranlık bedava! İyi seneler!