06 Mayıs 2024

Unutmayın, mutluluk biraz sıkıcıdır

Neden en mutlu şehirler en sıkıcılar arasından çıkar? Yahut Atatürk mutlu bir yaşam hedefleseydi Atatürk olabilir miydi? Mutluluk insanın nasıl gelişeceğini bildiği bir hayatı, “kendiliğinden” olan şeylerden uzak durarak yaşaması olabilir mi? Ya da bir şeylerin aniden değişmesi ihtimaline çıkan her türlü kapıyı sıkı sıkıya kapatması?

Testament filminden, filmin baş karakteri Jean-Michel'ın bulunduğu bir sahne

İstanbul Film Festivali’nde Denys Arcand’ın Vasiyet / Testament filmini izlerken düştü aklıma mutluluk üzerine bir şeyler karalamak. Filmin baş karakteri Jean-Michel Kanada’da geçen ziyadesiyle “huzurlu” hayatında sık sık mutluluğun ne olduğunu sorgularken buluyordu kendini.

Hayatının sonuna yaklaştığını hisseden Jean-Michel fena sayılmayacak bir ömür yaşamış, varlığından kimsenin haberi olmayan birkaç kitap yazmış, sonunda kocaman bir yalnızlığın içinde ölümü bekler olmuştu.

Önemsiz ve sıkıcı bir şehirde yaşadığı huzurevi ile haftada iki gün çalıştığı Ulusal Arşivler arasında yemyeşil ağaçların gölgesinde ince bir patikadan gidip gelirken insanın en mutlu olduğu şehirlerin, ülkelerin neden hep en sıkıcılar arasından çıktığı üzerine kafa yoruyordu.

Herkesin mutluluk peşine düştüğü bu dünyaya bir türlü ayak uyduramadığını itiraf ederken aklına çocukluğunda ona “insanın bu dünyaya acı çekmek için geldiğini” hatırlatan annesi düşüyordu.

Bugünün iç içe geçen kavramları arasında bir türlü “doğruyu” bulamadığına dair hislerini paylaştığı huzurevi müdürünün “Eskiden insanlar daha mı mutluydular?” sorusunu acı bir gerçekle yanıtlıyordu Jean-Michel: “Sanmıyorum. Hepimiz hep bir miktar mutsuz değil miyiz?”

Bugün bir “mutluluk çağında” yaşıyoruz.

Öyle ya… Mutlu bir aileye doğmak, mutlu olacağımız alanda bir eğitim almak, bize mutluluk veren arkadaşlıklar kurmak, mutlu bir evlilik yapmak ve mutlu bir iş ile mutlu bir aile eşliğinde yaşlanmak… Bize öğretilen, “olması gereken” diye tarif edilen, dışına çıktığımızda toplumun farklı kademelerindeki zebaniler tarafından dönmemiz istenen sınırlarla çizgileri belirlenen hayat bu…

“En mutlu şehirler sıkıcı olanlardır” diyor Jean-Michel. Kanadalı gazeteci Jeet Heer ise Kanada’nın sıkıcılığının yaradılıştan veya oraya özgü olmadığını söylüyor: “O sıkıcılık, üzerinde çalıştığımız, değer verdiğimiz ve ödüllendirdiğimiz bir şey.” Yani sıkıcı bir mutluluk için bile bir yola çıkmak, harekete geçmek gerekiyor.

Mutluluk insanın nasıl gelişeceğini bildiği bir hayatı, “kendiliğinden” olan şeylerden uzak durarak yaşaması olabilir mi? Ya da bir şeylerin aniden değişmesi ihtimaline çıkan her türlü kapıyı daha hayatın en başından sıkı sıkıya kapatması?

Düşünün. Mesela Atatürk’ün mutlu olup olmadığı hiç aklınıza geldi mi? Ya da başka türlü sorayım: Atatürk bir hayata “mutlu olmak” için başlamış olsaydı Atatürk olabilir miydi?

Şimdi öyle bir hayat yaşıyoruz ki hem mutlu olmaya hem de şu üç günlük dünyanın sonunda sonsuza dek hatırlanacak bir iz bırakmaya zorlanıyoruz. Hem “biri” olmamız hem de “mutlu biri” olmamız bekleniyor bizden. Yazık bize…

Oysa mutluluk belki de tam olarak “biri” olmaktan vazgeçmek, tekdüzeliğin huzurlu kollarında Sisifos gibi her defasında aynı yamaçtan aşağı yuvarlanacağını bildiğimiz bir kayayı en tepeye kadar itmekle yetinmek anlamına geliyor.

Sisifos’u bilirsiniz: Gazabını üzerine çektiği Tanrılar tarafından yeraltı dünyasında gerisin geriye yuvarlanacağını bildiği bir kayayı sonsuza dek bir tepeye çıkarmakla cezalandırılan Korint Kralı.

Hepimizin cezası da benzer değil mi şu dünyada? Acıkacağımızı bilerek yemek yemek… Biteceğini bilerek para kazanmak… Kirleneceğimizi bilerek yıkanmak… Su içmek… Uyumak… Sevişmek…

Albert Camus Sisifos Söyleni/Miti kitabında “saçma” kavramını buradan kurar. Nafile bir tekrardan ibaret hayatın saçmalığının farkındalığıdır aslında insanı mutsuzluktan koruyan. Camus’ye göre “Sisifos’ı mutlu hayal etmek gerekir.” Tanrılara karşı gelmiş, ölümü reddetmiş, buna karşın hiçbir şey kazanamayacağını bildiği bir cezaya razı olmuştur. Yine de o taşı en tepeye çıkarmaya çalışmaktan, denemekten vazgeçmez.

Bütün büyük dinler insanın bu dünyada “çile çektiğinin” altını çizer. Hz. İsa tüm insanlığın günahlarının bedelini fiziksel acı çekerek ödemeye girişmiştir. Budizm’in ilk Yüce Gerçeği yaşamın acı çekmek olduğudur. İslamiyet’te bu dünyanın acısı, ahirette tüm yasakların ve kötülüğün ortadan kalktığı bir cennetle karşılık bulacaktır.

Mutluluğa dönelim… 2014’te Harvard’da yapılan bir çalışmaya göre aslında “kemanların sadece bizim için çaldığı bir Sevgililer Günü yemeği” gibi eylemlerle değil basbayağı sıradan anlarımızı hatırlayarak mutlu oluyoruz.

Rutinin içinde kendiliğinden ortaya çıkan küçük mutluluklar, önceden planlanmış (kişisel tecrübeyle sabittir: …ve nadiren istendiği gibi giden) törensel etkinliklerden çok daha iyi geliyor insana.

Fakat bunun için “kendiliğinden” olana alan açmak, hayatı elinize tutuşturulan reçetelerin dışına çıkarak yaşamak gerekiyor. Olan bitenin saçmalığını, olduğu gibi kabul ederek…

Macar asıllı ABD’li psikolog Mihaly Csikszentmihalyi insanın en mutlu olduğu anları “akışın içinde” olduğu anlar olarak tarif ediyor. Fakat ne olur, bu “akış”ı yoga terminolojisinde sıkça dillendirilen akışla karıştırmayalım. Gerçekten iyi yaptığınız zorlu bir görevi en iyi performanslarınızdan birini ortaya koyarak yerine getirdiğinizde “akıştasınızdır.”

Bir Formula 1 pilotunun mükemmel bir yol tutuşuyla, bir tenisçinin raketiyle topa hükmetmeye başlamasıyla, Mustafa Kemal’in bir halkın kaderini değiştirmekte olduğunu hissettiği anla gelir o “akış” hissi… Ve o akışa ulaşmanın öncesi acı, keder ve gözyaşıyla doludur. Tüm çekilen acılar o anın hazzına yöneliktir. Pişmanlıklar, kızgınlıklar, aldatılışlar eşlik eder o yolculuğa… Üstelik asla başaramamak, yarı yolda kalmak da ihtimaller arasından sıkça başını çıkarır yolculuk boyunca… Küsmeye, pes etmeye, bırakıp gitmeye en yakın anların sıklığı akışı güçlendirir. Tabii pes etmedikçe…

Yani iki türlü mutluluk tarif ediyor bu konuya kafa patlatanlar… Ya birisi olmak için verilen mücadelenin kazanılması halinde gelen mutluluk… Ya da döngüye teslim olmanın, döngünün kendisinden zevk almanın, saçmalığın farkındalığının getireceği mutluluk…

Wim Wenders’in leziz filmi Mükemmel Günler / Perfect Days’teki (MUBI’den izleyebilirsiniz) Hirayama gibi yaşamın kıyısına -bir sebeple- ilişmeyi de tercih edebiliriz, kendimize herkesin imreneceği bir hikâye yazarak başrolüne kendimizi seçmeyi de… (Kaldı ki, bana kalırsa Hirayama hayatının bir yerinde kendisiyle baş başa kalmayı ve sessizliği dinlemekten keyif almayı tercih etmiş olmasaydı belki de bize bambaşka bir hikâye anlatacaktı.)

Yeter ki, aradığımızın ne olduğuna dair önce kendimize dürüst olalım.

Bugünlerde ikisini birden aynı anda istiyoruz gibi geliyor bana. Belki de bu konu üstüne yeteri kadar düşünmüyoruz. Bir başarı öyküleri yağıyor üzerimize sosyal medyadan, bir de huzurla bezenmiş küçük mutlulukların abartılı temsilleri… Bildiğiniz aldatılıyoruz yani. Ruhsal dengemizi bir sosyal medya illüzyonuna kurban ediyoruz.

Bunun için sanırım kim olduğunu ve hayattan ne istediğini sıklıkla kendine sormalı insan. Böyle soruları arkadaşımıza, eşimize dostumuza sık sık soruyoruz da kendimizle yüzleşmeyi unutuyoruz. Yahut unutmuyor, buna cesaret edemiyoruz.

Yine konunun uzmanları insanın mutlu bir hayat sürmesi için tıpkı yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenmiş bir çocuk gibi kendisiyle konuşması gerektiğini söylüyor. McMaster Üniversitesi’nden Hasan Merali mutlu bir yaşam için küçük bir çocuktan alınacak çok fazla ders olduğunu söylüyor. Kendinle konuşmak da bunlardan biri…

Küçük yaştaki çocuklar yetişkinlerden altı kat fazla gülüyor, bir saatte ortalama 107 soru soruyor, düzenli uyuyor ve kendileriyle üstelik de yüksek sesle konuşmaktan hiç ama hiç imtina etmiyor.

Başa dönelim: Vasiyet’in bir yerinde “İnsan…” diyor Jean-Michel, “İz bırakır. Bu temel bir ihtiyaçtır.”

Hirayama “Bu dünya birden fazla dünyayı barındırıyor. Bazıları bağlantılı, bazıları değil” diye tamamlıyor onu.

Yaşamda iz bırakmak, yaşadığımız hayatla bağlantılı dünyalarla ilişki kurmak için ülkeleri kurtarmaya gerek yok. Bir ağaç dikerek de öldükten sonra yüzyıllara kök salmak mümkün. İyi bir evlatla… Güzel birkaç şiirle… Böyle yazılar yazmaya çalışarak…

Yahut çok ama çok sıkıcı görünen bir mutluluk haliyle…

Unutmayın, mutluluk biraz sıkıcıdır. Bol sıkıntılar…

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Küresel savaşta yeni bir cephe: İnternet

Yola çıkarken internetle ilgili hayallerimiz bunlar değildi. Bill Gates bile bir zamanlar interneti “yarının küresel köyü için bir köy meydanı” diye tanımlamıştı. Bugün artık o köy yok! İnternet bölünüyor, taraflar yeni ittifaklar kuruyor, cepheler sahada olduğu gibi dijital dünyada da belirginleşiyor

Öğrenciler Gazze’nin yanında, “demokrat” medya ise nerede duracağını şaşırmış durumda…

ABD’de öğrenciler ayakta… İsrail protestoları kampüsten kampüse yayılıyor, polis eylemlere sert müdahale ediyor. Demokratları destekleyen medya seçime gidilirken Biden’ın elini zayıflatmaktan korkuyor. Özgürlüklerden yana tavır alması gerekenler eylemleri elden geldiğince büyütmeden haberleştirmeye çalışıyor. Acıklı bir hal bu…

Silah varsa kanun yok: Namlunun ucundayız!

15 Temmuz darbe girişimi sonrası bireysel silahlanma rakamlarında yaşanan artışa dikkat çekiliyor. Muhalefet bireysel silahlanma konusunda bir tür “göz yumma” olduğuna vurgu yapıyor