Geçenlerde edebiyatçı birkaç arkadaşımla sohbet ederken kitap okuyucularının büyük bir çoğunluğunun kadın olduğundan bahsettiler. En azından kitap okuduğunu “belli edenlerin…” Yani sosyal medyadan yazara görüşlerini aktaranların, kitap kulüplerine katılanların, yazara e-posta gönderenlerin neredeyse tamamı kadın okuyuculardan müteşekkil imiş.
Bu durumda ya erkek okuyucuların sayısı kadınlardan çok çok daha az ya da erkekler bir sebeple kitap okuduklarını belli etmemeyi tercih ediyor. Yahut ikisi birden…
Tam bu anekdot aklımdayken geçenlerde Financial Times’ta birkaç araştırmayı derleyen bir makale yayımlandı. Makale Z jenerasyonunun (1997-2012 arası doğanlar) siyasi görüşlerini kadın ve erkek ekseninde ele alıyordu.
John Burn-Murdoch imzalı makaleye sosyal medyada bazı eleştiriler de yöneltildi. Özellikle birbirinden farklı araştırmaları sanki hepsi aynı yöntemle yapılmış gibi ele alması ve bu araştırmaların bir kısmının ırk, sosyo-ekonomik statü gibi alt kırılımları yok sayması nedeniyle. Fakat tüm bu haklı eleştirilere rağmen ele alınan verinin bize şeyler söylediği, bir resim oluşturduğu da bir gerçek.
Bu resme göre Z jenerasyonunun kadınları erkeklere göre çok daha özgürlükçü ve ilerici. Yani kelimenin Batı’daki anlamıyla liberal… Örneğin ABD’de Gallup’ın araştırmasına göre kadınlar erkeklere kıyasla yüzde 30 oranında daha özgürlükçü görüşlere sahip. Üstelik bu fark sadece altı yıl gibi kısa bir sürede oluşmuş.
Almanya’da da oran aynı: Yüzde 30. Birleşik Krallık’ta yüzde 25. Polonya’da ise daha büyük bir kopma var. 18-21 yaş aralığındaki erkeklerin yarısı aşırı sağcı Konfederasyon Partisi’ni desteklerken aynı yaş grubu kadınların yalnızca altıda biri aynı partiye destek veriyor.
Makalenin derlemesinde Asya ve Afrika’dan da örnekler var. Çin, Kore, Tunus… Her yerde benzer bir görüntü ortaya çıkıyor: Sağa kayan dünyada erkekler hızla koşuyor, kadınlar ise ilerici ve özgürlükçü bir yerlere tutunmaya çalışıyor.
Geçmişte bu denge nasılmış diye de bir baktım. Birkaç çalışmada görülüyor ki, 1960’ların ortasına kadar kadın ve erkek arasında belirgin bir siyasal görüş farkı yok. Hatta bazı dönemlerde kadınların muhafazakâr partilere yönelimi erkeklerden daha fazla. 1970’lerle birlikte kadınların “sola” kayma süreci başlıyor ve bu süreç bazı dönemlerde (örneğin 80’lerin sonu) düşüşe geçse de genelde artarak devam ediyor.
Türkiye’de Konda’nın seçmen kümelerine baktığımda (2017 yılı verisi) MHP’nin yüzde 32’yle en düşük kadın seçmene sahip parti olduğunu görüyoruz. Diğer partilerde örneğin CHP ve AKP arasında 1-2 puanlık farkın dışında büyük bir fark görünmüyor.
Dünyaya dönecek olursak kadın ve erkek arasındaki siyasi görüşler son 40 yılda kadının liberal çizgiye doğru ilerlemesi şeklinde bir eğilim gösterse de farkın son on yıldaki kadar hızla açıldığı bir başka zaman dilimi yok. Bu durumun şüphesiz birden fazla sebebi olabilir. Bugün hızla uçlara savrulan tüm bu sağcı partilerin aşırı maskülen, maço halleri… Partilerin hedef kitle olarak kendilerine halihazırda silaha, roketlere, bombalara meraklı erkekleri seçmesi vs…
Fakat bu tür gerekçelendirmeler bir şeyi açıklamakta zorlanıyor: Neden bu fark son on yılda, hatta özellikle son 5-6 yılda açıldı? Öyle ya, maço dilli maskülen partiler hep oradaydı, o zaman da maçoydular, ne oldu da genç kadınlar daha önce değil de son 5-6 yılda erkeklerle siyaseten ayrışmaya başladı?
Konuya dair başka yazılara da baktığımda bu ayrışmaya dair açıklamalardan biri diğerlerinden daha çok dikkatimi çekti: Algoritma! Yani sosyal medyada ilgilendiğiniz içeriklerin size daha çok gösterilmesi.
Bu görüşe göre algoritma sosyal medyada kadın ve erkeklere farklı içerikler gösteriyor. Kadınlar hemcinslerin maruz kaldığı ayrımcılığa, feminist kavramlara karşı çok daha fazla duyarlı olduklarından daha çeşitli kaynaklardan içerikleri tüketiyor. Dolayısıyla daha özgürlükçü ve ilerici fikirlerle karşı karşıya geliyor, bunları anlama ve öğrenme şansı buluyor. Genç erkekler ise tüm bu tartışmaları kadınlar kadar ilgi çekici bulmadığından ve karşılarına çıkan bu türden içeriklerle etkileşime girmediklerinden seksist içeriklerle dolu bir tavşan deliğinde yaşayıp gidiyor.
Yaşları daha büyük olan kadın ve erkekler internet dışında kalan fiziksel dünyada birbirleriyle daha fazla etkileşim içinde olduğu için bu yaş gruplarında ayrışma daha düşük. Gençlerde ise hayatın çok daha önemli bir bölümü sosyal medyada geçiyor ve bazı konulara dair sadece sosyal medyadan besleniyorlar.
Bu aslında bir yanıyla da çok korkutucu bir durum. Algoritma sana senin ilgilendiğin şeyi gösteriyor ki, sen o mecrada bulunup içerikleri tüketmeye devam edesin. Sen de sadece algoritmanın sana gösterdiklerini tüketmekte olduğundan aslında hem algoritmayı sana sadece kısıtlı bir içerik üretmesi için eğitiyor ve aynı zamanda hiçbir zaman büyük resimde süregelen tartışmalardan haberdar olamadan yaşamına devam ediyorsun.
Yani kendi mahallenin dışına asla çıkamıyorsun! Benzer bir durumu yapay zekâ çalışmalarında görmüştük. İnternetteki bilgiyi işleyen yapay zekâ modellerinin karşısına o kadar çok ırkçı ve ayrımcı içerik çıkmıştı ki, bu modellerin ilk örnekleri adeta birer küçük Hitler gibi çalışmaya başlamış; bazı sorulara yakası açılmadık cüretkarlıkta ırkçı, ayrımcı cevaplar verir hale gelmişlerdi.
Bu sorun çeşitli kısıtlamalarla büyük ölçüde giderilse de mesela ChatGPT’de hala benzer örneklerle karşılaşabiliyoruz.
Oysa internetin yaşamımıza girdiği ilk günlerde gelecek tasavvurumuz hiç de böyle değildi. Her türden bilgiye kolaylıkla ulaşabilecek, dünyanın dört bir yanından farklı sesleri duyabilecek, farklı kültürlerimize rağmen ortak bir bilinçte buluşabilecektik.
Çevrimiçi zamanımızın bir tüketim nesnesine dönüşmesiyle birlikte bu hoş bir hayal olarak kaldı. Artık internet bize duymak istediklerimizi gösteren, hoşumuza gitmeyen gerçekleri ise yok sayan algoritmalara teslim olmuş durumda.
Bunun sonu nereye varır bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki dijitalleşme, bu sürecin insana olan etkisini anlayabilmek için ihtiyaç duyduğumuz süreyi bize tanımayan bir hızla ilerliyor. Dolayısıyla aslında insanlık kontrolsüz bir şekilde yeni bir evrenin içinde yuvarlanıp gidiyor.
Sanki bir noktada “tüh, keşke bu gelişmeleri birer ürüne dönüştürürken daha kontrollü gitseydik” diyeceğiz ama bunun için çok geç kalınmış olacak.
Fakat işimiz algoritmaya kaldıysa öyle görünüyor ki tek umudumuz kadınlar! Şaka bir yana, sahiden de dünyada büyük bir değişim yaşanacaksa motor gücü kadınların oluşturacağına inanıyorum. Kadınların hak mücadelesinde gösterdikleri kararlılık ve cesaret, gelecekte büyük toplumsal değişimlerin altında en çok onların imzasının yer alacağının en büyük kanıtı.
Öyle görünüyor ki, bizi içine düştüğümüz bu tavşan deliğinden birileri çıkaracaksa o kişiler erkek olmayacak!
“Beklemenin Zamanı”
Detlev Glanert
Yukarıdaki fotoğraf geçen hafta Asmalımescit’teki Yakup 2 restoranda çekildi ve çok acayip bir hikayesi olduğu için sizlerle de paylaşmak istedim. Fotoğraftaki sanatçı Detlev Glanert çağdaş klasik müziğin önemli isimlerinden. Çok sayıda müzik ödülüne sahip Alman besteci bugün bestelediği operalarla tanınıyor.
Yolu bundan tam 35 yıl önce, müzik kariyerinin ta en başında İstanbul’a düşüyor. Berlin Senatosu’nun verdiği bir burs sayesinde İstanbul’da bir süre kalıyor ve bu esnada akşam yemekleri için Yakup 2’ye gelip gitmeye başlıyor. Kısa sürede müdavimi haline geldiği bu mekâna her gelişinde ortadaki sütunun dibindeki masaya oturuyor.
Buradan o kadar etkileniyor ki, Almanya’ya döndükten sonra keman, çello, piyano ve klarnet için yazdığı konçertosuna “Yakup 2 – Beklemenin Zamanı” ismini veriyor. Yani Yakup 2 dünyada adına konçerto yazılmış ilk ve herhalde tek restoran oluyor.
Glanert geçen hafta 35 yıl sonra Yakup 2’nin kapısından içeri girmiş ve her zaman oturduğu masaya yöneldiğinde duvarda kendisinden ve konçertodan bahseden gazete haberini görmüş. Epey duygulanmış tabii haliyle… O zaman 29 yaşında olan Glanert bugün 63 yaşında… Bu fotoğraf aslında Glanert’in konçertosu için uygun gördüğü alt başlığın tam da vücut bulmuş hâli gibi… “Beklemenin Zamanı” böyle bir şey olsa gerek…
Keşke Glanert için bir organizasyon yapılsa ve eseri kendisinin de katılımıyla Yakup’ta icra edilse… Çok güzel olmaz mı?
Eray Özer kimdir?
Eray Özer ODTÜ’de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi’nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi.
Meslek hayatına Radikal Gazetesi’nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu’nda devam etti.
Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak’ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken’de yazdı.
Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ’ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu’ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.
|