Geçen hafta dünyanın en büyük ikinci elmasını çıkardılar Botsvana’da. Tam 2,492 karat.
Bu alışık olmadığımız ölçü biriminden tahmin yürütemeyenler için (mesela ben) yumruk kadar diyeyim, siz anlayın büyüklüğünü.
Çıkaran Lucara isminde bir firma. Aslında dünyanın en büyük elmas madenlerinin yer aldığı Botsvana, De Beers firmasının oyun alanı.
Öyle ki, şirketin yüzde 15’i Botsvana devletine ait.
Ama işte De Beers bu yumruk kadar elmasın çıktığı Karowe madenini 2009’da kârlı bulmadığı için Lucara’ya satmış.
2 bin karatlık elması yanlışlıkla kırmışlar
Allah da Lucara’ya yürü ya kulum diyor ve bu son çıkan elmastan bir süre önce 1,109 karatlık bir elmas çıkarıyorlar. Bir de isim koyuyorlar: Lesedi La Rona. (Bu elmas işinde büyük taşlara isim koymak gibi bir âdet var. Hatta isim yarışması yapılıyor bazen. Lesedi La Rona da yarışmayla bulunmuş bir isim ve Tswana dilinde “ışığımız” anlamına geliyor.)
Sonra aynı alanda bir de 374 karatlık bir başka parça bulunca anlıyorlar ki, çıkarırken Lesedi’yi kırmışlar. Aslında o da 2 bin karatın üzerinde yumruk kadar bir parçaymış.
Fakat olsun, Lesedi’nin satışıyla madene verdikleri parayı çıkarıp üstüne kâr ediyorlar.
Lesedi’yi kırmanın verdiği dersle de 17 milyon dolar harcayıp bir X-Ray cihazı getiriyorlar madene, ki büyük taşları çıkarmadan tespit edebilsinler.
En büyük elmaslar kraliyet taçlarında
En büyük ikinci elmas deyince insan birinciyi merak ediyor haliyle. O da 1905’te Güney Afrika’dan çıkarılan Cullinan elması. 3,106 karat. Bir buçuk yumruk diyeyim, siz anlayın.
Cullinan, sömürgeciliğin parlak dönemlerine denk geldiği için alıp İngiltere’ye getiriyorlar ve Britanya Emperyal Kraliyet tacına yerleştiriyorlar.
Sadece Cullinan olsa iyi… Afrika’da ne kadar büyük elmas çıkıyorsa alıyorlar getiriyorlar kraliyet ailesine.
200 karattan büyük yedi taş bizzat 2. Elizabeth’e büyükannesi Kraliçe Mary’den miras kalıyor.
317 karatlık bir diğer parça (Cullinam II diyorlar ona da), başka bir kraliyet tacına monte ediliyor.
Bir çocuk tarlada elmas buluyor ve Afrika’nın kaderi değişiyor
Afrika’nın meğerse bir elmas yatağı olduğu 1866’da anlaşılmış. Erasmus Jacobs isminde bir çocuk tarlada çalışırken büyük parlak bir taş buluyor ve o andan sonra Afrika’nın kaderi değişiyor.
Tesadüfe bakın ki, Afrika’dan önce elmasın anavatanı olarak kabul edilen ülke de yine bir İngiliz sömürgesi: Hindistan.
Hatta bizim Topkapı Sarayı’ndaki meşhur Kaşıkçı elmasının da Hindistan’dan yola çıkıp bir şekilde Napolyon’un annesine kadar ulaştığı, Napolyon’un annesinden Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa tarafından satın alındığı, oradan da Osmanlı Hazinesi’ne girdiği söylenir.
Milattan önce 4. yy.’dan itibaren insan evladının peşine düştüğü bu taş yüzünden Hindistan’ın güney krallıkları da bir zamanlar kıyasıya bir savaşa tutuşuyor.
Hindistan’dan sonra Portekiz sömürgesi Brezilya’nın zengin elmas yataklarına sahip olduğu anlaşılıyor.
Ve ardından Afrika…
Yaşlı kıtanın en büyük laneti yerin altında altın, elmas kobalt gibi madenlerin yatmasıydı aslında.
Askeri ve ekonomik gücü elinde tutan her devlet insanını köle, madenini kolye yapmak için üşüştü Afrika’nın topraklarına.
“Kanlı elmas” verip, birbirlerini öldürmek için silah alıyorlar
Sadece kendileri zulmetmekle kalmadı, sömürgecilik rafa kalkınca bu defa Afrikalıyı Afrikalıya kırdırdılar. Angola, Liberya, Sierra Leone… İnsanlar iç savaşlarda birbirlerini katlederken silahlar elmas karşılığı temin edildi beyaz adam tarafından. El altından.
Afrika’nın devletleri madenlerinden doğru düzgün para kazanamadı uzun yıllar boyunca. Hükümetlere isyana kalkışan çeteciler silah alabilmek için kaçak madenler kurdular balta girmemiş ormanların ortasında.
Çocukları ailelerinden kaçırıp ya ellerine silah verdiler ya da bu madenlerde işçi yaptılar. Afrika’nın evlatları kendi evlatlarını köleleştirdi beyaz adama özenip. Bunlar öyle yüz yıl önce filan yaşanmadı ha, 1980’lerden, 90’lardan bahsediyorum.
Çıkardıkları elmaslara “kanlı elmas” denmeye başlandı bir süre sonra. Uluslararası toplumun sağduyulu kimi bireyleri “Bu iş böyle gitmez” deyince, nihayet 2003’te elmasla uğraşanların çok iyi bildiği Kimberley Süreci başladı.
Çatışma bölgelerinden kaçak elmasların ülke pazarlarına girmesini engellemek için her taşın nereden nasıl çıkarıldığına dair bir Kimberley Sertifikası’na sahip olma zorunluluğu getirildi.
Bugün “kanlı elmasların” oranının çok azaldığı, hatta tamamen ortadan kalktığı söyleniyor.
Ama mesela Ukrayna saldırısı sonrası Rusya’nın Sibirya’daki zengin elmas yataklarından çıkardığı taşlar artık “kanlı elmas” olarak kabul ediliyor.
Uluslararası Af Örgütü hala kimi madenlerdeki çalışma koşullarının insan haklarına aykırı olduğunu dile getirmeye devam ediyor.
Milyar yıl önce oluşmuş, parlak bir taş
Elmas değişik bir maden. “Görevini başarıyla yerine getirmiş kömür” diye tarif ediyor kimileri onu. Yerin yüzlerce kilometre altında yüksek basınç ve 3 bin derecenin üstündeki sıcaklıkta birbirine sıkı sıkıya bağlanmış ve bu yüzden dünyanın en sert madenine dönüşen karbon atomlarından oluşuyor.
En yenisinin yüz milyonlarca, en eskisinin birkaç milyar yıldan fazla bir sürede oluştuğunu biliyoruz.
Sonra volkanik aktivitelerle yeryüzüne doğru bir yolculuğa başlıyor ve bir zamanlar tarlada, şimdilerde ise X-Ray cihazlarıyla gözlenen bir kaya parçasında çıkıyor insan karşısına.
Evet, çok sert olduğu için endüstride de kullanılıyor ama artık endüstride kullanılanını laboratuvar ortamında üretebiliyoruz. Dolayısıyla bunca kan, ter ve gözyaşı beyaz adam beyaz kadına evlenme teklifi ederken parmağına bir tektaş yerleştirebilsin diye dökülüyor.
Dünyanın her türlü nimetinden bolca talep eden Amerika elmasın da en büyük talibi. Her yıl çıkarılan elmasın yarısından fazlası sadece ABD’ye gidiyor.
Tüm bu savaşlar insanlık parlak taşlarla süslensin diye…
Tüm bu hikâye dışarıdan bakınca size de çok saçma gelmiyor mu?
Yerin altından parlak bir taş çıkıyor. Ve tüm insanlık o parlak taşa sahip olmak için bin yıllardır birbirini boğazlıyor, savaşıyor, başka toprakları işgal ediyor.
Niye?
O parlak taş sadece bizim parmağımızda olsun, bizim tacımızı süslesin diye…
Taş bin yıllar boyunca parlak bir halde durmanın dışında başka bir işe yaramıyor. Bir yaraya merhem, bir derde deva olmuyor. Yenmiyor, içilmiyor.
Öylece parlıyor.
İnsan bu diyardan vakti gelince herkes gibi çırılçıplak göçeceğini bilmenin yarattığı buhranla kendini diğerlerinden farklılaştırmak, ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaşmak için parlak taşlarla bezenmek istiyor.
İstiyor ki, en çok o parlasın.
İstiyor ki, nadir olan sadece kendinde olsun.
İstiyor ki, başkaları ne kadar güçlü olduğunu üzerindeki taşlardan anlasın.
Tıpkı küçük bir çocuk gibi…
Tıpkı varlığına anlam bulamadığı için histeri krizine giren bir delinin kendine kanlı oyunlar icat etmesi gibi…
Bugünün savaşlarının daha anlamlı sebeplerden çıktığını mı sanıyorsunuz?
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?
Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.
Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.
Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.
Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.
|