03 Kasım 2024
Güney komşumuz Suriye’de yaşanan olayları ve uygulanan yerel ve çok taraflı politikaları doğru anlayıp, değerlendirmenin en iyi yolunun bu ülkenin tarihine kısa bir göz atma ile mümkün olabileceğini düşünüyorum. Selçuklular döneminden bu yana aynı coğrafyayı paylaştığımız ve daha yüz yıl öncesine kadar Osmanlı yönetiminin bir eyaleti olan Suriye, tam on üç yıldır iç savaş dahil önemli bir süreçten geçiyor. Belki de kısmen parçalanıyor ve istenilmeden, dış baskılarla federasyon yapısına geçiyor. Dışsal baskılar, yönetim hataları, demografik yapının iyi değerlendirilmemesi, belki de istismar edilmesinden kaynaklanan bu dönüşümün kısa hikayesini okumaya hazır mısınız?
Modern Suriyenin tohumları daha Birinci Dünya Savaşı sona ermeden İngiltere ve Fransa arasında yapılan gizli müzakereler sırasında atılır. Kut-ül Amare’de Osmanlıdan müthiş bir tokat yiyen İngiltere, savaşın kazanılmasıyla birlikte petrolün derdine düşer. İngilizler, Irak petrolünün Akdenize serbestçe aktarılması ve rahatlıkla kontrol edilebilmesi için karasal bir köprü kurmaya çalışırken, Fransa eski koloni günlerinden kalan arzularını tatmin peşindedir. Öncelikle 1854 yılında Kudüs’te, kutsal kilisede mezhepler arasında yaşanan vahim kanlı olayın etkisiyle Lübnanlı Hıristiyan Maronitleri koruma gayreti için girecektir. Sonunda 1916 yılı Mayıs ayında İngiliz ve Fransız diplomatlar Mark Sykes ve George Picot, daha sonra kendi isimleri ile anılacak anlaşmayı büyük bir gizlilikle imzalar. Anlaşmadan Çarlık Rusyası da bilgilendirilir.
İşin ilginç yanı, Arapların İngiliz ordularına yol açıp, ilerlemeleri için destek verdikleri sırada, Bolşevikler Çarlık arşivlerinde Sykes-Picot anlaşmasına atıf yapan dökümanları ele geçirirler. Vakit kaybetmeden de Türkleri bilgilendirip, uyandırırlar. Cemal Paşa Osmanlı topraklarında Hıristiyanların yaptığı bu soygun planını duyar duymaz Arapları sorguya çekerek, dikkatli olmaları için uyarmıştır. Paşanın korkusuyla Şerif Hüseyin İngilizlerin Mısır Yüksek Komiseri Reginald Wingate’den açıklama istediğinde “Savaşın koşulları değişiyor. Ruslar savaştan çekiliyor…Arap isyanı yepyeni bir şekil alabilir…” cevabını alacaktır. Araplar İngilizlerin yalanına kolaylıkla inanarak, Türklere karşı isyanı farklı bir boyuta çekecek, din kardeşlerine ihanetlerinde daha da ileri gideceklerdir.
Sykes-Picot anlaşmasıyla, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin’i kapsayan ve batılıların “Levant” olarak isimlendirdikleri bölge Fransa’nın hissesi olarak belirlenmiştir. Savaşın hemen sonrasında Milletler Cemiyeti, İsrail ve Filistin hariç bu bölgeyi Fransa’ya verecektir.
Fransa yönetimi Levant’ı eline geçirmesinden itibaren üniter bir Suriye devleti kurulmasına taraftar değildir. Sunni Arap milliyetçiliğinin kendi tasarladıkları koloni sistemine verebileceği zararın farkındadır. Fransızların gözünde modern Arap milliyetçiliği Fransa’nın çıkarlarına karşı olarak İngilizlerin uydurduğu bir masaldır. Önlemenin tek yolu, ülke içindeki demografik yapının farklılıklarından yararlanmaktır. Bu nedenle Fransa, Suriye ve Lübnan’da üniter yapılanmalara başından itibaren karşı çıkarak, birbirleriyle sürekli rekabet eden, basit bahanelerle kolaylıkla çatışabilen kabilesel yapıları tercih edecektir. Suriye’nin bugün de en büyük sorunu olan bu fotoğraf Fransızların çok işine yaramıştır.
Tüm bu gelişmelerin sonrasında ilk Suriye Devleti 1925 yılında Fransa’nın güdümünde kurulur. 1945 yılında, İkinci Dünya Savaşının bitimiyle birlikte o günlerde ortada kalan, kısmen Alevi ve Dürzi toplumlarının yaşadığı iki toprak parçasının ilavesiyle ülke bugünkü konumuna gelir. Bu süreçte Amerika ve İngiltere yeni kurulan devletin bağımsızlığını kazanması için Fransa’ya her türlü baskıyı yapacaklardır. Gerek Suriye gerekse Lübnan bir bağımsızlık savaşı sonrasında değil, iki büyük süper gücün baskısıyla bağımsız olabileceklerdir.
Kuruluşu itibariyle Suriye zayıf ve kırılgan bir yapıdadır. Ülkenin çok toplumlu ve inançlı üniter bir yapıya dönüşme olasılığı varken, salt Sunni Arap kimliğiyle devam edilmesi düşüncesi hep ön planda kalacaktır. Sonunda “Şam’ın Arapların nabzının attığı şehir” olduğu duygusu ağır basarak Arap Milliyetçiliği tercih edilecektir. Bu durumdan en çok Kürtler rahatsız olur. Kendilerini birden vatandaş bile olamadan yaşadıkları bir ülke içinde bulurlar. Hristiyan kökenli Araplar, Arap Milliyetçiliğinin ucundan sıkı bir şekilde tutmalarına rağmen, resmi ideolojinin “Sunni Arap Milliyetçiliğine” dönüşmesi üzerine kendilerini azınlık olarak görmeye başlayacaklardır.
Ülke nüfusunun yüzde 60’ı Sunni Arap, yüzde 10’u Alevi, yüzde 10’u Hıristiyan, yüzde 10’u Kürt ve küçük gruplar halinde Dürzi, İsmaili ve Ermenilerden oluşmaktadır. Kürtler Sunni Müslüman olmalarına rağmen Arap değildir. Alevi ve Dürziler esas azınlık olarak bilinir ve Esad dönemlerine kadar dağlarda yaşarlar. Her iki grup Fransızlar tarafından Sunni Arap yapının zayıflatılması için özel olarak kayırılmış, onlara karşı sürekli teşvik ve tahrik edilmiştir. Fransa askeri yapıyı geliştirirken de Alevi subayların önderliğinde ve emrinde örgütlenmeye giderek bu durumu kurumsal bir hale getirmiştir. Bu kurumsal yapı Esad döneminde hala sürdürülmektedir.
Suriye’de sadece 1949 yılında iki darbe teşebbüsü olur. 1954 yılında parlamenter yapıya geçme kararı alınsa bile, istikrar bir türlü sağlanamayacaktır. 1950’li yıllarda, Mısır’ın ikinci devlet başkanı Cemal Abdül Nasır’ın fikirleri, soğuk savaş ve Sovyetlerin yarattığı etkiyle radikal Arap milliyetçiliği daha da yükselişe geçecek, sonunda 1958 yılı Şubat’ında Mısır’la Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında çok uzun sürmeyen bir birliktelik gerçekleştirilecektir.
Suriye’de politik ortamı değiştiren Baas Partisi 8 Mart 1963 günü tüm bu gelişmelerin eşiğinde iktidara gelir. Baas’ın anlamı “Arap Rönesansı için Sosyalist Parti’dir.” Partiyi 1940 yılında Şam’lı iki aydın, Michel Aflaq ve Salah al-Bitar kurarlar. 1953 yılına gelindiğinde parti Hama’lı Akram Hourani’nin partisi ile birleşir. Hourani, partiyi genç subaylar ve göçer köylülerden oluşturmuş, Arap Sosyalizmi adına partisini geleneksel siyasi akım ve düşüncelerden uzak tutmayı başarmıştır. Baas Partisi ilerki yıllarda Irak, Lübnan ve Ürdün’de de etkisini göstermiş, bu ülkelerde yapılan seçimlerde büyük başarılar kazanarak, her üç ülkenin silahlı kuvvetlerinde ciddi bir izler bırakmıştır. Partinin Suriye’de yönetime geçmesi oldukça değişik bir şekilde gerçekleşecektir. Mısır’la birleşik devlet halinde iken, ordu içindeki azınlık Alevi ve Dürzi kökenli bir grup subay gizli hücre yapıları “Askeri Komiteler” kurarak işe başlamışlardır. Bu subaylar Mart darbesini yapan subaylardır.
Baas Partisi’nin ilk dönemi Mart 1963 ile Şubat 1966 arasını kapsar. Bu ilk dönem içinde Nasır’cılar, ülke içindeki Sunni elit ve orta sınıf ile uğraşırlar. Sosyalist sayılabilecek reform hareketlerine girişirler. Büyük şirketler devletleştirilir. Tarım reformu yapılır. Aynı dönemde köylülere büyük toprak sahiplerinin toprakları dağıtılır. Reformlar sürerken, parti içinde Mısır’la birleşilen dönemden kalan Marksist ve orta yolcu grupla ana akım Baas’çılar arasında tartışmalar sürüp, gider. Ordu içinde Alevi, Dürzi ve İsmaili kökenli askerlerin gücü ele geçirmesi Sunni Müslüman çoğunluğu rahatsız etmeye başlamıştır. Fransa döneminden miras kalan böl ve yönet politikası artık partinin de ana yörüngesi olmuştur.
Baas yönetimine karşı ilk ayaklanma 1964 yılında Mısır’lı Müslüman Kardeşler’in Hama’da organize ettiği İslamcı eylemdir. İkincisi 1965 yılında Homs’da olur. Sonuncusu ise Ateist Alevi bir yazarın askeri bir dergide yayınlanan makalesi ertesinde 1967 yılında gerçekleşir. Suriye’nin içsel sorunu kendisini hissetttirmeye başlamıştır.
Baas yönetimine karşı “Yeni Baas” olarak adlandırılan bir darbe kısa bir süre sonra 23 Şubat 1966 günü gerçekleşir. Rejim değişmiştir. Yeni rejime göre Baas’ın gerçek fikir babasının Arsuz’lu Zeki el Arsuzi olduğu ilan edilir. Bu dönemde Sunni Müslüman elitle daha önce sürdürülen zayıf bağ tamamıyla koparılır. Bu rejimi Mısır ve Sovyet Rusya da desteklemektedir. İsrail düşmanlığı ve Filistin Kurtuluş Örgütüne verilen tam destek yeni dönemin diğer bir özelliğini yansıtmaktadır. Bu dönemde, güçlü rakibi General Salah Jadid’i alt eden Hafız Esad ön plana çıkacaktır.
“The Corrective Coup-Islahatçi Darbe” olarak bilinen darbe Suriye tarihinin dönüm noktasıdır. Bu darbeyle Hafız el Esad’ın otuz yıl (1970-2000) süren iktidarı başlayacaktır. Esad’ın iktidarı iç içe geçmiş yapılar sayesinde ayakta kalır. En içerde, merkezde ailesi vardır. Alevi akrabalar ve sırasıyla yakın ve yandaş tüm Alevi toplumu katmanların parçası haline getirilir. Merkezi çevreleyen resmi katmanlar sırasıyla Başkanlık, Baas Partisi, Silahlı Kuvvetler, Hükümet, işbirlikçi Siyasi Parti ve gruplar ve diğer organizasyonlardır. Yönetim ve Silahlı Kuvvetler en yakın aile bireyleri ve akrabalara emanet edilirken, özel sektör aile ile akraba olan güvenilir Sunni ailelerle paylaşılmıştır. Esad ailesinin gençleri güvenilir Sunni aileler ile evlendirilerek bu toplumla doğrudan ve kontrollü bir ilişki kurulması sağlanır.
Hafız dönemi Arap-İsrail savaşları ve Mısır’la olası siyasi birlik tartışmaları gibi zor ve kritik bir süreci kapsar. 2000 yılında, ölümünden hemen sonra yerine üç yıldır Londra’da yaşayan göz doktoru oğlu Beşar Esad geçer. Beşar aynı zamanda Suriye Bilgisayar Topluluğunun da başkanıdır. İlk mesajı, değişim, reform ve modernleşme üzerinedir. Halka doğrudan ümit vererek görevi devralır.
Aynı günlerde, 2000 yılının Eylül ayında bir grup sivil toplum örgütü ve sivil aktivist “99 Manifesto” başlıklı bir bildiriyi yayınlar. Bu manifesto ile 1963 yılından beri uygulanan olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kaldırılması, siyasi suçluların serbest bırakılması, basının özgür olması ve sosyal hayatın özgürleşmesi talep edilir. Aydınların arasında Suriyeli meşhur şair Adonis de vardır. Sonrasında serbest seçimlerin yapılması ve Baas Partisinin tekelinin kaldırılarak çok partili siyasi hayata geçilmesi talebi yönetime sert bir dille hatırlatılır. Ortaya çıkan bu bildiri ve talepler sonrasında ülkede kısa sürede forum ve açık hava toplantıları baş gösterecektir.
Kıdemli Parti yöneticilerinin kuşkulu bakışları altında önceleri demokrasi, özgürlük ve refahın paylaşımı gibi önemli konularda atılımlar yapmak isteyen Beşar kısa bir süre içinde Partinin ve statükocu bürokrat ve askerlerin etkisine girecek, babasının kurduğu raylar üzerinde ilerlemeyi tercih edecektir. Yeni dönemde Suriye 11 yıl baskı ve kontrollü göstermelik seçim modeliyle yönetilecek, Tunus’daki Arap Baharı ile başlayan olaylar Devlet Başkanının “bu bahar bize uğramaz” demesine rağmen kısa sürede ülkede kendisini hissettirecektir.
2011 yılına gelindiğinde tarımsal sübvansiyonların ciddi bir şekilde azaltılması ve yüksek enflasyon nedeniyle orta sınıfın geçim sıkıntısına düşmesi artık gizlenemeyen bir gerçek olarak gözler önüne serilmeye başlamıştır. 2008-2011 arasında küresel ısınmanın neden olduğu büyük kuraklık felaketin ilk habercisidir. Kırsal kesimlerden şehirlere doğru başlayan büyük göç, artan işsizlikle birlikte ülkede ciddi bir huzursuzluk ve hareketliliğe neden olacaktır. Şam ve diğer büyük şehirlerin yakınlarında teneke mahallelerinin hızla büyüdüğünü, toplumsal yaşamın alt üst olduğunu artık yönetim çevreleri bile yüksek sesle dile getirmektedir.
Arap dünyasındaki hareketlilik yaşanan günlerde azınlık yönetimine tepki duyan Sunni çoğunluk, Alevi aydınlar ve öğrenciler gösterilere başlamışlardır bile. Tunus’ta yaşanan Arap Baharının daha da şiddetlisi Esad’ın tahmininin aksine yönetimin en güçlü olduğu yerlerde bile kendisini belli ederek iç savaş sinyallerini vermiştir.
Suriyeli Kürtlerin durumu
Suriye’de yaşayan yaklaşık üç milyon Kürtle ilgili olarak ortak tek bir tarihin olmadığı söylenir. Birinci Dünya Savaşının bittiği, Sykes-Picot’un sonuçlarının henüz ortaya çıkmadığı günlerde Halep, Şam ve diğer Suriye şehirlerinde yaklaşık bir milyona yakın Kürt kökenli insanın yaşadığı, bir çoğunun kısmen veya tamamen Araplaştığı bilinen bir gerçektir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, gerek Fransız mandası döneminde ve gerekse 1950’li yıllarda ülkenin genel politik ortamı ve askeri yaşamında çok az sayıda Suriyeli Kürdün ön plana çıktığı görülür. Bunlardan ikisi Hüsnü Zaim ve Edip Şişakli’dir. Hama’daki Barazi ailesi de Kürt orjinlidir.
Daha sonra yıllarca sürgünde kaldığı Brezilya’da ölen Edip Şişaklı, 1949 yılında Suriye hükümetini devirip, 1955 yılına kadar Suriye siyasetinde söz sahibi olan Kürt kökenli bir devlet adamıdır. Darbeyi muhtemel bir Suriye-Irak birleşmesini önlemek için yakın arkadaşı Fevzi Salu ile birlikte yapmıştır. Edip’in bu mücadelesi Suriye siyasi hayatında önemli ve derin bir iz bırakmıştır.
Kürt kökenli diğer önemli bir isim olan Halid Bekdaş, Suriye Komünist Partisi’nin yıllarca liderliğini yapmıştır. Bekdaş 1986 yılında Parti içinde Prestroyka karşıtı politikalar sırasında ön plana çıkarak bir Arap ülkesi Parlamentosunda seçilen ilk komünist vekil olmuş 1995 yılına, ölümüne kadar partinin yönetiminde kalmıştır.
Suriye’de yaşayan Kürtlerin çok büyük bir kısmı 1920’li yıllarda Türkiye’den göç etmiş, ancak kendilerine Suriye vatandaşlığı verilmemiştir. Suriyeli Araplar onlara “Bidun- Dışardaki” lakabıyla hitap ederek, toplum içinde her türlü sosyal ve siyasal ilişkiden tamamıyla soyutlamışlardır. Bu dönemde Kürt kimliğinin ön plana çıkmaması için her türlü baskı yapılmış, yoğun bir Araplaştırma Politikası izlenmiştir. Suriye’nin genelde en zengin coğrafyası olarak bilinen bu bölgedeki Arap halk zenginleşirken Kürtlerin ve Kürt toplumunun varlıklarını göstermelerine izin verilmemiş, yoksul bırakılmışlardır.
Arap milliyetçiliğinin doruğa ulaştığı Baas Partisi yönetimi döneminde, her iki komşu Türkiye ve Irak sınırlarına yakın bölgelerde yaşayan Kürtlere her zaman şüphe ile yaklaşıldığı, yoğunlaşmalarını önlemek amacıyla o bölgelere zorunlu Arap yerleşimlerinin yapıldığı söylenir.
2011 yılında, Beşar Esad’ın kardeşi Maher’in zalimce bastırdığı Al-Hasakah (Kamışlı) isyanından yedi yıl sonra yaşanan ayaklanmalarla birlikte işler değişecektir. Ülkede baş gösteren yönetim aleyhtarı gösteriler sırasında destek arayan Suriye yönetimi ani bir politika değişikliği yaparak, daha farklı yaklaşma eğilimine girecek, vatandaşlık vaadi ile yanlarına çekmeye çalıştığı kuzeyli Kürtleri ülkenin güney bölgelerine yerleşmeleri için teşvik etmeye başlayacaktır. Kuzeyli Kürtlerden bu bölgelerde kalan boşluk, kısa sürede önce IŞID, sonrasında çoğu Irak’tan gelen Kürtlerin oluşturduğu Suriye Kürt Partisi PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) (1) bu bölgede etkinliğinin artmasına neden olacak, nüfus yapısını ve olayların doğal seyrini değiştirecektir.
2013-2014 yılları arasında IŞID’ın ortaya çıkması ve bölgede varlığını hissettirmesi sonrasında Suriyeli Kürtler kendilerini birden iç savaşın içinde bulacaklardır. A.B.D. gelene kadar Kürtler bu süreçte Esad rejimine destek olmaktan çok kendi bölgelerini güven altına alarak, kuzey Suriye’deki varlıklarını güçlendirme çabası içine girerler. Aynı bölgede devlet kurma ve yayılma faaliyeti gösteren IŞID’ın, A.B.D.’nin müdahalesiyle Kürtlerle savaş aşamasına gelmesi, Kobani’de en çetin savaşlardan birinin gerçekleşmesine neden olacak, A.B.D.’nin büyük destek sağladığı Suriyeli Kürtler savaşı kazanacaktır.
Kobani savaşı sonrasında A.B.D. artık bölgedeki askeri ve siyasi varlığını en açık bir şekilde göstermeye başlamıştır. Türkiye, Kobani savaşında tarafsız kalmasına rağmen, yüzlerce Peşmergenin Irak Kürdistan’ından Suriyeli Kürtlere katılmaları için geçiş koridoru sağlamış, sürece katkıda bulunmuştur. Türkiye’nin beklentisinin, yıllardır iyi ilişkiler kurduğu Irak Kürdistanı yönetimini de yanına alarak, bu vesile ile Suriyeli Kürtler üzerinde de “benzer iyi bir etki yaratmak” olduğu ifade edilmektedir.
Kobani savaşı Türkiye’nin Suriyeli Kürtlerle ilişkilerinde dönüm noktası olur. Iraklı Kürtlerle üzerinde uzlaşılan “modus vivendi-geçici anlaşma” onların ilerde bağımsız bir devlet kurmamaları gibi “verilen bir sözü” işaret etse de, PYD ile olan ilişkiler oldukça sorunlu başlamıştır. PYD’nin bölgede A.B.D. desteği ile kazandığı askeri başarılar Türk yönetimi tarafından başından beri haklı olarak birer alarm zili olarak değerlendirilmektedir. PYD, PKK’nın bir kolu olarak algılanmakta, Abdullah Öcalan tarafından Marksist bir yapı olarak kurulmasına rağmen Sovyetlerin çöküşü ile birlikte yeni bir anlayışa yönelen PKK ve kimlik değiştirmeye çalışan PYD’nin faaliyetleri Suriye’de yakından izlenmektedir.
Öcalan’ın PKK’sının artık Marksist bir çizgiden ziyade Amerikalı Yahudi yazar Murray Bookchin tarafından geliştirilen, anlamı oldukça muğlak “communalizm-aynı kökenden grupların küçük komünler halinde yaşadığı modele” (2) daha yakın durduğu söylenir. Bu yeni politika değişikliği, “Kürtlerin Kuzey Suriye’de zorunlu olarak boşaltılan topraklara komünler halinde yerleşebilmeleri ve sonrasında Akdeniz kıyılarına kadar ulaşabilmelerine fırsat sağlaması” ihtimaline karşı Türkiye tarafından mercek altına alınır. Ankara için daha önce güvende hissettiği Suriye sınırı artık ciddi bir tehlike arz etmeye başlamıştır.
Şimdi gelelim 1 Mart 2003 tezkeresine. Meclis’ten geçememesi nedeniyle Türkiye’nin bugün bölgedeki konumunu ve gücünü fazlasıyla olumsuz etkilediğini düşündüğüm 1 Mart Tezkeresi olayı yaklaşık 21 yıl önce, A.B.D.’nin Kuzey Irak’tan Irak topraklarına geçiş sürecinde gerçekleşmiştir. A.B.D. ile Irak harekatı konusunda pazarlıklarını yürüten Hükümet tarafından 1 Mart 2003 günü TBMM’ne sunulan ve tam adı “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yabancı Ülkelere Gönderilmesi ve Yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye’de Bulunması için Hükümete Yetki Verilmesine İlişkin Başbakanlık Tezkeresi” olan tezkerenin Anayasanın istediği 267 salt çoğunluğa ulaşamaması ve 250’ye karşı 264 kabul oyu çıkmasına rağmen olumsuz sonuçlanması Türk – Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacaktır. Türk Hükümeti ile yapılan ve oldukça iyi giden pazarlığın olumlu sonuçlanması beklenirken, Türk hava sahasını, liman ve topraklarını kullanma olanağı bulamayan ABD yönetimi, hayal kırıklığına uğrayarak Irak harekatı sırasında uçak gemileri, Suudi Arabistan hava üsleri, İngiliz Lakenhealth ve Hint Okyanusundaki Diego Garcia üslerini alternatif olarak kullanarak ilerlemek zorunda kalmıştır. Böyle bir gelişme ABD’nin Irak harekatının seyrini olumsuz etkilediği gibi nihayetinde Türkiye’nin bölgedeki muhtemel kazanımlarını fazlasıyla zayıflatmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuyla ilgili olarak 7 Şubat 2016 günü Güney Amerika gezisinden sonra yaptığı açıklamada “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben, 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı” şeklinde kişisel kanaatime göre oldukça haklı ve doğru bir değerlendirmede bulunmuştu. Tezkerenin geçmesi halinde Türkiye, Kuzey Irak’daki hiç güvenilir olmayan, kaypak Kürt kabile yönetimi de dahil, terör yapılanmaları üzerinde ciddi bir kontrol sağlayarak o günlerden itibaren kuzey Irak’ta ve büyük olasılıkta günümüzde Suriye’nin kuzeyinde ve Kürt grupları üzerinde silahlı mücadele yoluna gitmeden ağırlığını çok daha fazla koyabilme olanağı bulabilecekti. 2003 yılından bu yana uğranılan ve sayıları binlere ulaşan can kayıpları da büyük bir olasılıkla hiç olmayacaktı.
Tezkerenin görüşülmesinden bir gün önce akşam yemeği için tesadüfen bulunduğum Ankara Bilkent’teki bir otelin yemek salonunda, salonun geçmeli kapılı bir bölümünün yaklaşık 50-60 kişilik bir grup için tahsis edildiğini gözlemlemiştim. Tahminim doğru çıkmış, birkaç saat içinde, içlerinde Iraklı Kürt liderler Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin de bulunduğu, birçoğu Kürt kökenli CHP, ANAP, DYP ve AK Partili eski ve yeni parlamenterin belirttiğim salona yöneldiklerini ve katılım tamamlandığında sürgülü kapıların kapatılarak yemekli toplantının gerçekleştiğine şahit olmuştum. Bu görünüm, ertesi gün yapılacak Meclis görüşmesinin sonucu hakkında önceden yeterli kanaate varmamı sağlamıştı. Barzani, Talabani ve arkadaşları Irak’ta muhtemel bir Türk askeri varlığına engel olabilmek için kişisel ve toplumsal çıkarlarını düşünerek Türk siyasetçilerini etkilemeye çalışmış, başarılı olmuşlardı. Bu sonuç Kandil’deki terör odakları için de oldukça sevindirici ve umut vericiydi. Türkiye’de savaş karşıtı grupların sevinç gösterileri yoğunlaşırken, gelecekte karşılaşılması muhtemel tehlikeler gözlerine inen perde nedeniyle görülmemişti.
Sonrası… Bu olay, aradan on yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, o geceki oylama sonucunu ve verilmeyen sözleri unutmayan ABD’nin, NATO ortağı Türkiye yerine PYD’yi “vekil” tercih etmesine ve ülkemiz için sonuçları daha zor ve tehlikeli olan yeni bir maceraya girişilmesine neden olmuştur. IŞID’a karşı gösterildiği iddia edilen başarı PYD’yi Amerika Birleşik Devletlerinin adeta kara kuvveti konumuna getirmiş, hava kuvveti bile kullanılmadan Suriye’nin yüzde otuzbeşi büyüklüğündeki bir bölgenin kolaylıkla kontrol edilebilmesi fırsatını A.B.D. yönetimine vermiştir.
Son durum, olasılıklar, ne olmalı?
Türkiye ile ABD arasında tezkereden sonra ortaya çıkan gerginlik ve güvensizlik, boşluğun Rusya tarafından büyük bir fırsatçılıkla hızla doldurulmasına yol açacaktır. Türkiye artık yeni müttefikini bulmuştur. Suriye’deki iç savaş sırasında barışın sağlanması için yapılan zirvelerde önce ABD ile ikili oynayan ve sonrasında İran’ın da dahil olmasıyla üçlü oyuna geçen Rusya ile flört, Rus uçağının düşürülmesi gibi hiç de hoş olmayan bir olay vesilesiyle başlamış, günümüzdeki konumuna gelmiştir.
Aslında diğer önemli oyuncu olan ABD Başkanı Obama’nın kendi güvenlik ekibinin ısrarlı tavsiyelerine rağmen üzerine düşeni yapmaması, Suriye sorunun başından itibaren çözümsüz kalmasının ve ülkesinin Türkiye ile geri dönülemez bir şekilde karşı karşıya kalmasının en önemli nedenlerinden biridir. Başkan Obama’nın defalarca “Kırmızı Çizgi” olarak ilan etmesine rağmen Suriye halkına kimyasal silah kullanan Beşar Esad’ı cezalandırmaması ve bu tereddütüyle Esad’ı yüreklendirmesi oldukça yanlış bir dış politika örneği olarak siyasi tarihteki yerini almıştır.
Bir diğer beklenilmeyen büyük hata, yine Başkanlık güvenlik danışmanlarının Türkiye’nin de desteklediği FSA-Özgür Suriye Ordusu ve rejim muhaliflerine doğrudan destek verilmesini ısrarla talep etmelerine rağmen, Obama’nın bu kararı almaktan da ısrarla kaçınmasıdır. Obama’nın muhaliflere doğrudan destek sağlama yerine kısmi silah yardımının yeterli olacağını düşünmesi olayların seyrinin ciddi bir şekilde değişmesine yol açmış, Türkiye ile ilişkileri daha da gerginleştirmiştir.
IŞID’ın ortaya çıkmasından hemen sonra ABD’nin 1 Mart Tezkeresinin de yan etkisiyle “vekil” olarak PYD’yi tercih etmesi üzerine Türkiye bu sefer Obama’dan sonraki yeni Başkan Trump’ın tutarsız politikalarına muhatap olacaktır. Türklerden gelen şikayetlere defalarca kaçamak cevaplar vermesine rağmen Başkan Trump sonunda pes ettiğini ilan edecek Suriye ve PYD ile ilgili ilginç ifadeler kullanacaktır. Arjantin’de yapılan 20’ler toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PKK’nın bir terorist organizasyon olduğunu defalarca belirtmesi ve PYD’nin PKK’nın bir kolu olduğunu söylemesine rağmen tepki vermeyen Trump, IŞID tehlikesinin ortadan kalkması üzerine daha sonra telefon görüşmesi yaptığı Erdoğan’a “…Şunu bilmenizi isterimki, PYD artık sizindir. Biz Suriye’den ayrılıyoruz. Oradaki varlık sebebimiz IŞID idi, artık işimiz bitti….” şeklinde hiç beklenilmeyen bir yanıt verecektir. Sonunda attığı tweet’lerle dünya kamuoyunun kafasını iyice karıştıran Trump da verdiği sözde durmayacak, Amerika Suriye’deki konumunu farklı bir çizgiye çekerek PYD’yi ve Kürtleri tercih edecek, yani bildiğini okuyacaktır.
ABD’nin tutumunu bu şekilde özetledikten sonra, kişisel olarak Suriye ve genel dış politika çözümlerinde Rusya’nın kapalı,renk vermeyen ve antidemokratik yapısının uzun vadede sağlam ve güvenilir sonuçlar alınması açısından umut vermediğini söylemeliyim. Bu süreçte İran, İran’ın vekili Hizbullah ve Suriye yönetimiyle günübirlik politikalarla işini yürütmeye çalışan Rusya’nın bölgede Türkiye’ye gönülden ne kadar destek sağladığı ve sağlayabileceği konusunda ciddi endişelerim var. Yanlışlıkla yapıldığı iddia edilen, ancak onlarca askerimizin yaşamına neden olmasına rağmen özür bile dilenmeyen olayları hatırladığımda, hala ciddi endişe duyduğumu ifade etmek isterim. İşin ilginç tarafı, Türkiye’nin şiddetle itiraz ettiği ve ABD’nin YPG’yi hemen sınırımızın yanıbaşında olası federasyon parçası olarak hazırladığı günlerde, Rusya’nın böyle bir federasyon yapısına sıcak bakması ve Esad yönetimiyle bile görüş ayrılığında olduğunu gizlemeyerek, bu politikasını açıkça ifade etmesidir.
Kanaatimce, Türkiye için en doğru yol Rusya ve ABD’yi doğrudan yanına almadan, her iki ülkeyi hatta İran’ı da askıda tutup, yerini sağlamlaştıran Esad yönetimi ile doğrudan görüşmelere başlanılmasıdır. Bu konuda bir diğer bölge ülkesi Mısır’la da ilişkilerin düzeltilmesi büyük bir şanstır. Afrikaya ihracatın doğal kapısı olan Mısır’ın devreye girmesi, yapılması muhtemel görüşmelerle Türkiye’nin Suriye ile siyasi ve ekonomik işbirliği şansını oldukça yüksek tutan bir fırsattır.
Rusya ile İran’ın iç savaş sırasında yaptıkları yardımlar ve verilen askeri destekleri karşılığındaki beklentileri, ABD’nin gelecekte muhtemel bir federasyon parçasını kontrol edebileceği ihtimali düşünüldüğünde Türkiye’nin beklentilerinde daha ihtiyatlı davranması gerektiği aşikardır. Her üç ülkenin de yeni üsler açmak, mevcut askeri üs sayılarını arttırmak ve Suriye savunma sanayi üzerinde ağırlıklarını koymak şeklinde bir beklenti içinde oldukları, bunlara ek olarak savaş sonrasında ülkenin imarı konusunda ısrarcı olabilecekleri kuvvetle muhtemeldir.
Tüm bu alternatifler değerlendirildiğinde aynı coğrafyanın iki ülkesi olarak, Mısır gibi bölgesel güçlerin de dikkate alınması suretiyle çözümün ortak ve birlikte geliştirilmesi olası siyasi ve ekonomik modellerle tamamlanması ve olayların doğru bir şekilde izlenmesi gereken en doğru stratejidir.
Bu çalışmaların arasına, siyasi konuların yanında göçü önlemek ve bölgede istihdam yaratacak ekonomik modeller de dahil edilebilir. (3) Avrupa Birliğinden göçü önlemek için parasal yardım alınması yerine, Suriye ile birlikte Avrupa Birliği ile ortak müzakerelere girişilerek, her iki ülkenin ihracatını artıran, işsizliğe ve göçe çözüm bulan ikili ve çok taraflı yeni ve verimli modeller yaratılmasının mümkün olduğunu düşünüyorum.
Olası ekonomik modellerin siyasi müzakerelerle birlikte çözüme önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum.
Kaynakça:
Enver Güney kimdir? Kısa bir süre yeminli mali müşavir / proje ve yatırım danışmanı olarak çalıştı; 2005-2007 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. T24'de yer alan yazılarının yer aldığı ikinci kitabı "Tarih Tesadüfleri Sever" Kasım 2022'de yayımlandı. |
Brest-Litovsk Barış Anlaşması, Lenin’in devriminin bitiş çizgisi olarak adlandırılır. Anlaşma boyunca izlediği yol ve politika, onun bireysel mücadelesinin ve gücünün göstergesidir. Lenin bu konuda hiçbir uzlaşmaya yanaşmamıştır. Onun belirlediği koşullar ve sınırlar dışında, devrim için belirlediği yoldan hiçbir fedakarlık yapılmadan yola devam edilir. Bu kararlı tutumu ve inatçılığı, Bolşeviklerin diğer devrimci partilerden ayrışmasına ve parti içinde birçok önemli görüş ayrılığına neden olur. (Orlando Figes-A People’s Tragedy)
Kaptan John Smith, henüz 21 yaşındayken Türklerle çarpışır ve esir düşer. Kaçmayı başarıp, İngiltere’ye döndükten sonra Amerika’nın ilk kolonileşme mücadelesinin tam içinde yer alır. Virginia’daki ilk keşif yürüyüşü sırasında bu defa yerlilere esir düşer ve kabile şefinin kızı Pocahantas sayesinde hayatta kalmayı başarır. Yaşamı kitap ve filmlere konu olur.
Tarih tekrarları olduğu kadar, tesadüfleri de sever. Geçmişte yaşanan acı ve tatlı olayların aydınlattığı gerçekler unutulmaz, hatırda kalırsa bizleri, hepimizi hata yapmaktan alıkoyar. Tekrarlanan olaylar iyi olanlarla devam eder ve tarih güzel olaylara tesadüf eder
© Tüm hakları saklıdır.