Aydın Engin
Afganistan’da emek hareketini nasıl anlatmalı ?
Yoksa anlatmaktan vazgeçip oturup ağlamalı mı ?
Zaten yoksul, içsavaş sonundan yoksuldan da yoksul hale gelmiş, nüfusun yüzde 80’inin okuma yazma bilmediği, doğru dürüst sanayi tesisi olmayan, Sovyetler Birliği döneminde oluşturulan birkaç sanayi işletmesinin de iç savaşta yağmalanıp, Taliban döneminde yok edildiği bir ülkede emek hareketi ne olabilir ki ?
Tıpkı toplumun aşiretlerden oluşan (feodal)parçalanmışlığı gibi derme çatma ve çoğu kamu görevlisi olan emekçiler de yakın zamana kadar örgütsüz bir yığın(mış).
Afganİşçi ve Memurları Uliusal Birliği (NUAWE) BaşkanıMaruf Kadiri ile konuşuyoruz. Heyecanla ve umutla anlatıyor.
Neyi?
Hükümet yeni bir İş Kanunu hazırlıyor ve böylece hem işçiler, emekçiler resmi olarak tanımlanmış olacaklar.
Başka ?
Grev yapıp yapmadıklarını soruyorum.
Tam anlamıyor. Sonra anlıyor ve ben de grev eyleminin çok uzağında olduklarını anlıyorum.
Grevden, bir grevi yürütebilmenin olmazsa olmazını anlamak için sendikanın mali gücünü soruyorum.
Cevap “Hükümet bu konuda bize hiç yardımcı olmuyor…”
Üyeleri ile ilgili bilgi ?
Çoğunluğu (yoksa hepsi mi?) kamu çalışanı. Onlarında çoğunluğu memur. Sendikal etkinliğe verdiği bir örnek var: Güney’deki bir vilayette doktorlar paralarını alamamış ve orada “Kavga vermişler” ve doktorlar da ücretlerini alabilmişler…
Ülkenin pek çok vilayetinde örgütlenebilmişler. Ama hala örgütlenemedikleri vilayetler de var. Sohbet ilerledikçe “örgütlendik” sözcüğünün “”Orada temsilcilerimizi oluşturabildik” anlamına geldiğini anlayabiliyorum.
Söyleşiye başlamadan “Bütün yeryüzünde sendikal hareketlerin ciddi bir bunalım yaşadıklarını; çoğu ülkede sendikaların toplum yaşamından kazındığını” anlatıp sonra “Sizde durum nasıl” diye sormayı tasarlamıştım.
Vazgeçtim.
Afgan emekçilerinin bu kederli bakışlı, alçak gönüllü, imkansızı başarmaya çabalayan temsilcisi ile aynı dili konuşmuyoruz, konuşamıyoruz.
Afganistan’da sendikal hareket ya da örgütlü emek hareketi çocukluk değil bebeklik dönemini yaşıyor.
* * *
Çok cılız, bazan yok denecek kadar cılız örgütlenmeler sadece işçi hareketinde değil, toplumun hemen her kesiminde egemen.
Buna iyi bir örnek medya çalışanları.
Afganistan’ın çeşitli gazete, radyo ve TV’lerinde çalışan bir gazeteci grubu ile bütün bir gün süren bir toplantıda buluştuk. Yine Alman Friedrich Ebert Vakfı’nın (FES) bir etkinliği. Bu toplantı epeydir yürüyen ve Afgan gazetecilerin pek önemsediği,bence epey başarılı bir projenin bir halkası.
Toplantıda Afgan meslektaşlar “Medya ahlakı, medyada gazetecinin sorumluluğu” gibi konularda Türkiye deneyimini öğrenmek istiyorlar.
Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyorum.
Ellerinde bizim Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”nin çevirisi var. Kimileri kimi satırların altını kalın kalın çizmiş.
Yine de…
Toplantıya katılan Afgan gazetecilerle ve onların sözcüsü durumundaki Sidiqullah Tavhidiile aynı dili konuşamıyoruz çünkü dertlerimiz, sorunlarımız aynı değil.
İrili ufaklı 10’u aşkın gazetecilik örgütünü, bu yıl bir araya getirmeyi başarmışlar ve Afganistan Gazeteciler Federasyonu’nu kurmuşlar. Şimdi hükümetin bir basın yasası hazırlamasını sağlamak için çabalamaklar. Bu yasa “Kim gazetecidir, kim değildir ve gazetecilerin yasal hakları nedir” gibi sorulara cevap verirse epey rahatlayacaklar. Bütün Afganistan gibi onlar da 2014 sonunda ISAF birliklerinin çekilmesinden sonra başlayacak yeni ve sürprizlere gebe döneme hazırlanıyor.
Tavhidi’nin deyişi ile medya özgürlüğünü açıkça reddeden politikacılar ve gruplar var. Onlara karşı ancak böyle örgütlenerek karşı koyabilecekler.
Bir de devlet gazeteci örgütüne mali destek sağlasa… Bunun devlete bağımlı bir medyaya yol açması tehlikesine dikkat çekmek istedim. Tavhidi ve arkadaşları boş gözlerle, “Bu da ne demek” dercesine baktılar. Üstelemedim…
Toplantı soru-cevap düzeninde sürüyor ve ister istemez konu “medya ve demokrasi” eksenine kayıyor. Hâlâ çok uzakta olan demokrasiye ve henüz pek cılız olan medyaya…
Soruların ve cevapların ayrıntısına girmeyelim. Ama içimi yine keder bastığını belirtmeliyim.
Bu –kimilerinize kabak tadı verdiğini sandığım- dizi boyunca Afganistan için “Acılı ve kanayan ve tahrip edilmiş ülke” tanımlamasını çok ve sık kullandım. Tanım doğru ama görmeden bu acının, bu kanamanın, bu tahrip edilmişliğin kavranması pek güç.
Afgan gazetecilerle yaptığımız toplantının sonunda, dağılmadan önce ayaküstü vedalaşma sohbetlerinde genç bir gazeteci umutsuzca başını salladı:
- Türkiye’de, dedi, siz koşuyorsunuz; burada biz yerimizde sayıyoruz…
Gönlünü almak istedim:
- Yok canım siz de koşmasanız bile en azından yürüyorsunuz…
Güldü:
- Evet yürüyoruz… Ha bire daire çizerek yürüyoruz…
Bugünkü Afganistan’ın zorluklarını, açmazlarını daha iyi anlatamazdım…
Zaten anlatamamanın sıkıntısıyla yazdığım bu beş günlük diziye de burada nokta koyacağım…
Orada, uçakla beş saat uzakta, Hindikuş dağları ile Pamir dağlarının sardığı, şiirler çağrıştıran Dari dilini (Saray Farsçası diyebilirsiniz) konuşan, 33 yılda yıkımlar, iç savaşlar, işgaller yaşamış, yoksul, çok, çok, çok, çok yoksul ve çok acılı bir ülke olduğunu unutmadan…