01 Aralık 2024

Zaman, ölüm ve korkunun derinliklerini anlatan “Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün”ün yazarı Murat Gülsoy: Aynaya baktığınızda kimi görüyorsunuz, hep aynı kişiyi mi?

"Ölüm, hakkında emin olduğumuz tek gerçeklik. Dolayısıyla en büyük korkumuz. Arzu denilen duygunun derinliklerinde en karanlık korkumuz duruyor"

Murat Gülsoy’un Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün, kıyameti sadece bir felaket ya da yıkım olarak değil, durdurulmuş bir zaman, unutulmuş anılar ve rüyalardan sızan gerçekliklerle dokunmuş bir varoluş sahnesi olarak yeniden tanımlıyor. Bu dünyada eşyanın anlamı kayboluyor, yaşam ve ölüm birbirine karışıyor, insanla insan dışı varlıklar arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. Ve tam da bu belirsizliğin içinde bir kadın, göbek kordonunda zeytin yaprağıyla umudu taşıyor.

Gülsoy, kıyameti kaosun değil, bizi en derin korkularımız ve arzularımızla yüzleştiren bir duraklama anı olarak ele alıyor. Peki, kıyamet gerçekten bir son mu? Yoksa zamanı durdurup, her şeyi yeniden düşünme şansı mı? 

Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün’de, gerçeklik kâğıt gibi yırtılıyor, doğum ve ölüm iç içe geçiyor, hayaller ve mitolojik figürler dünyaya sızıyor. Zamanın sona erdiği bu dünyada her şey mümkün.

Tuhaf bir sevinç” ve “muzip bir kaygı” ile kaleme alınmış bu roman, okuru kendi kıyametini ve kurtuluşunu aramaya çağırıyor. Murat Gülsoy ile buluştuk; kıyametin, rüyaların ve insanlıkla doğanın derinliklerine uzanan bu olağanüstü evreni ve romanın ardındaki düşünceyi konuştuk.

- Yeni romanınız diğerlerinden oldukça farklı. Bu sefer zamanın durduğu bir evrende belleğin ve kimliğin anlamını sorguluyorsunuz. Daha önceki sohbetlerimizden de rüya günlüğünüzü tuttuğunuzu biliyorum. Bu minvalde, anılarınızın ve yazdığınız rüyaların bu kitap üzerindeki etkisi nedir? Ve hâlâ rüya günlüğü tutmaya devam ediyor musunuz?

Evet rüyalarımın kaydını tutmaya çalışıyorum. Bu kitaptaki kimi bölümlerin doğrudan rüyalarımdan kaynaklandığını da söyleyebilirim. Rüyalar, insan ruhunun derinliklerinden kaynaklanır; insanın içsel çatışmalarını ve arzularını yansıtır. Bu yüzden de onları kaydederken bir yandan da kendi üzerime düşünmüş oluyorum. Kendime dair farklı bir bakış açısı ediniyorum. İnsanın uyanıkken kendisine biçtiği birçok rol var, rüyalarda bu rollerin gevşediğini, kimi zaman birbirine karıştığını, yeni melezlikler ürettiğini fark ediyorum. Bunlar da yazarken daha yaratıcı olmamın önünü açıyor.

- “Gelecek yoksa geçmiş de yok olur” mu? Emin olamadım. :)

Bu kitapta söylenen hiçbir şeyden emin olmazsınız zaten!

- Romanda insan ve insan dışı varlıklar arasındaki sınırların bulanıklaştığını görüyoruz.  İnsanın kendisini diğer varlıklardan ayıran çizgiyi yeniden düşünmesi neden önemli?

İnsan dışı varlıklar, yani hayvanlar, bitkiler, yeryüzünün diğer tüm unsurları ile aramızdaki sürekliliğin farkına varmamız çok önemli. Çünkü nicedir kültürün şekillendirdiği bir ortamda yaşıyoruz. Ancak doğayı tüketilecek sonsuz bir kaynak ya da kontrol altına alınacak bir hasım gibi gören zihniyetin insanlığın sonunu getirmekte olduğu aşikâr. Kaldı ki bu türden tahripkâr bir sonucu olmasa bile yeryüzüne, doğaya yabancılaşmak aslında insanın kendine de yabancılaşmasına neden oluyor. İnsan dünyayı evrenin merkezinde sanıyordu bir dönem; daha sonra güneşi merkezde sanmaya başladı. Sonunda anlaşıldı ki dünya da güneş de hatta galaksimiz de merkezde değil. Öyle bir merkez yok. İnsan türü olarak da aslında dünya üzerine mutlak bir hakimiyet kurduğumuzu düşünüyoruz nicedir ama bunun çok kısa süreli bir sapma olma olasılığını düşünmemizin zamanı geldi de geçiyor bile… 

"Bir gözünüzü güne diğer gözünüzü geceye çevirmiş olsaydınız ne hissederdiniz?"

- Yüzü bir yarısı karanlıkta, bir yarısı aydınlıkta kalan karakter, yaşamın dualitesine güçlü bir gönderme yapıyor. Bu insanın kendi iç çatışmalarını mı yoksa varoluşun kaçınılmaz ikilemlerine bir atıf mı?

Zamanın durmuş olduğu bir dünyadayız. Öyle keskin bir durma anı ki bu, gece ile gündüzü birbirinden ayıran çizgiyi görebiliyoruz. Hatta bu çizgiyi geçebiliyoruz. Uçakla günbatımına doğru yolculuk yaparken hissettiğimiz türden bir deneyimi şehrin büyük meydanlarından birinde yaşadığınızı düşünün… Benim aklımdaki böyle bir sahneydi. Bu çizginin alnınızın ortasından geçtiğini, bir gözünüzü güne diğer gözünüzü geceye çevirmiş olsaydınız ne hissederdiniz? Belki de siz, sorunuzdaki gibi düşüncelere kapılırdınız. Bunu bilemem…

- Kitabı okuyanlar arasında bir ikilem oluştu. Zeytin yaprağını çiğneyen kadın, yaşam ve umudu içinde barındıran bir karakter. Bu kadın yaşamın döngüsünde bir seyirci mi? Ki bana göre öyle diğerleri için de kurtarıcı. Siz ne dersiniz?

Kitapta hiçbir şeyin tek bir anlamını yok sanki… Rüyalardaki gibi. Hem o hem öteki olabildiğimiz, şeylerin birden fazla anlamlar barındırdığı, hatta mekânların bile üst üste binebildiği, gerçekliğin kâğıt gibi yırtılabildiği bir durumdayız çünkü. Adı üzerinde: Kıyamet sonrası.

Murat Gülsoy

- Romanda kıyamet, zamanın durmasıyla tanımlanıyor. Geleneksel kıyamet anlatılarından farklı olarak burada, kaos ya da yıkımdan çok, hareketsizlik ve donmuş bir varoluş hali görüyoruz. Sizce zamanın akışının sona ermesi, insanlık için fiziksel bir sonun ötesinde neyi ifade ediyor?

Zamanın akmadığı bir yerde olduğumuzu fark ettiğimde kıyamet böyle bir şey olmalı dedim kendi kendime. Yazdıkça açılan bir dünyaydı bu benim için ve sanırım korkularımın malzemesinden yapılmıştı. Öte yandan onları görebildiğim, onlara dokunabildiğim, onları dönüştürebildiğim için bana yazarken tuhaf bir sevinç verdi. Yer yer anlatımın muzipleşmesi bundan… 

- Doğum ve ölüm arasındaki sınır, romanda çok kez bulanıklaşıyor. Modern insanın ölüm korkusunu bu kadar derin hissetmesinin sebebi, doğum ve ölüm döngüsünü kavrayamaması olabilir mi?

Ölüm, hakkında emin olduğumuz tek gerçeklik. Dolayısıyla en büyük korkumuz. Tabii insan karmaşık da bir varlık. Kimi zaman korktuğuna ulaşmak, ona dönüşmek, onda erimek de istiyor. Arzu denilen duygunun derinliklerinde en karanlık korkumuzun durduğunu düşünüyorum. Orgazm anında yaşanan zamanın durması hissi… Kısa süreli de olsa ölümü deneyimlemek…

"Kıyamet koptuğuna göre her şey mümkün, düşünüp hayal ettiklerimiz ortaya çıkıyor"

- Romanda doğa, insanın kıyamet sonrası bıraktığı izlerle bir savaş içinde görünüyor. Atadamlar, taşlaşan hayvanlar gibi unsurlar, doğanın insanı ele geçirmesi mi yoksa bir uyum çabası mı?

Doğaüstü varlıkların ortaya çıkmasından söz ediyorsunuz… Kıyamet koptuğuna göre her şey mümkün. Sadece doğada bulunan canlılar değil düşünüp hayal ettiklerimiz de ortaya çıkıyor. Mitolojik hikâyelerden, masallardan, efsanelerden, şiirlerden, romanlardan çıkıp geliyorlar. Her şey serbest kalıyor. Hiçbir şeyin bir diğerinin üzerinde tahakküm kuramadığı bir durum bu. Ürkütücü olduğu kadar hayret uyandıran bir tarafı da var…

- Kitaptaki mezarlık, sahne, fabrika gibi mekânlar adeta yaşayan birer karakter gibi anlatılmış. Mekânların insan gibi kimlik kazanması, modern insanın mekânlarla bağını nasıl etkiliyor?

İnsan yapımı mekânlar da doğal mekânlarla eşitleniyor çünkü. Zamanın bitişi ilişkileri de imkânsız hale getiriyor. İnsan yapımı bu mekânlar artık içinde herhangi bir olayın gerçekleşebilmesi imkanına sahip değil, sadece soluk bir hayal olarak birtakım şeyler hatırlatıyor bu dünyanın insanlarına, o da her zaman değil.

- Aynalar ve yansımalar üzerinden insanın kendisini tanımlaması çok çarpıcı. Yansımalar yoksa insanın özüne dair bir hesaplaşmayı ve yüzleşmeyi mi simgeliyor?

Aynaya baktığınızda kimi görüyorsunuz? Hep aynı kişiyi mi? Ben öyle olmadığını yeni fark ettim. İnanmak istemesem de hep bir başkası bakıyor aynanın içinden… Sanki. Bu beni yazmaya götürüyor. Okuyanları bakalım nerelere sürükleyecek?

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ercan Kesal, geçmişin ve vicdanın rehberi ‘İsim, Şehir, Film, Roman’ı anlattı: Hakikat denilen şeyin gerçekle bir ilgisi yoktur

"Bulunduğun yere razı olmadan, merak ederek ve şaşırarak sürdürülecek bir ömürden yanayım ben. Modern hayat bütün bunlara set çekiyor. Korunaklı, muhafazalı ama hiçbir şey yapmadığınız, hiçbir risk almadığınız için de aslında size hiç “yaşamadığınız bir ömür” vaat ediliyor"

Fuat Kökek ve Duygu Güles Kökek, ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ ile geçmişle bugüne köprü kuruyor: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap!

‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nin yazarı Duygu Güles Kökek ve anlatıcısı Fuat Kökek: Bugünkü Beşiktaş'la o zamanki "karakter"in hiçbir ilgisi yok. Yani o karakterde çatlaklar yaratmanın ötesinde, o karakter atın çatlaması gibi çatladı ve içinden bambaşka amorf bir yaratık çıktı.

Ensest istismarını ele alan ‘Mavi -Görüldü’nün yazarları: Tuvalete gidip kustuk, nutkumuz tutuldu, kanımız dondu!

Arif Bilgili: Mavi, hikâyesinin istismar edilmiş bütün yaralı yüreklere merhem olmasını istedi. Fakat bir yandan da geçmişinden kurtulmak için -ne acıdır ki- hayata ve insana teslim edemeyeceğini çok iyi bildiği için edebiyata teslim etti hikâyesini

"
"