23 Şubat 2025

Kazıklı Voyvoda’nın gölgesinde: "Osmanlı'nın vampir avcıları mezarları kazdılar, cesetler çürümemişti!"

"Vampir korkusu bir Hristiyan topluluğuna aitse, Müslümanların müdahil olmaması gerektiği söyleniyor. Ancak eğer vakalar tekrarlanırsa, mezarın açılması öneriliyor. Cesedin fiziksel belirtileri kontrol ediliyor: Kanlı, kırmızı bir ten mi var? Saçları, tırnakları uzamış mı? Dişleri belirgin mi? Eğer bu belirtiler görülüyorsa, klasik vampir yok etme yöntemleri uygulanıyor: Kafasını kesme, kazık çakma ya da bedeni yakma..."

"Kazığı saplamadan önce korkunu yenmelisin. Çünkü tereddüt edersen, o gece mezarından kalkıp seni almaya gelir."

Bu sözler, Bram Stoker’ın Drakula romanına ait değil. Osmanlı topraklarında yüzyıllardır süregelen bir korkunun parçası. Efsaneler değil, kadı sicillerine, ilmihallere ve resmi fetvalara geçmiş, gerçek tarihsel belgelerden bahsediyoruz.

Salim Fikret Kırgı’nın İletişim Yayınları’ndan yayımlanan "Osmanlı Vampirleri: Söylenceler, Etkileşimler, Tepkiler" adlı kitabı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gölgelerinde dolaşan hortlakların, mezardan çıkan ölülerin ve halkın kanını donduran vampir hikâyelerinin izini sürüyor. Vampirlerin gerçekten var olup olmadığı değil, insanların neden onlara inandıkları sorusunu soruyor.

Peki, Osmanlı topraklarında gerçekten vampir avcıları var mıydı? Evliya Çelebi, Obur vampirlerinden neden bahsediyordu? Ve Kazıklı Voyvoda, nasıl oldu da tüm zamanların en ünlü kurgusal canavarına dönüştü?

Sevgili okur; hazırsanız mezarları kazıyoruz, mitleri deşiyoruz ve korkunun kendisinin nasıl bir iktidar aracına dönüştüğünü tartışıyoruz.

- Vampirlerin ne oldukları ve ne yaptıklarına dar birçok farklı cevap mevcut. Vampir deyince neyi kastediyoruz?

Vampir teriminin kapsamı oldukça geniş ve sınıflandırması güç. Kitaba kaynaklık eden akademik çalışmaya başlamamın esas nedeni, vampirlerin gerçekte var olup olmadıklarını bilemeyecek olsak da vampirlerin varlığına inanan çok sayıda insan olduğu gerçeği. Üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın tarihinde pek çok toplum vampirlere samimi şekilde inanmış ve onlardan korkmuş, hatta korkmakla da kalmamış onlarla mücadele etmiş... Kitaptaki ilk soru, günümüzün modern vampirinin ortaya çıkmasına giden sürece kaynaklık eden halk inanışlarının izini nasıl sürebileceğimiz. Hangi inanışlar vampir veya vampir-benzeri olarak tanımlanabilir, hangileri yalnızca uzaktan andıran figürlerdir.   

- Vampir inanışlarını nasıl sınıflandırabiliriz? Nosferatu filminde resmedilen eski tarz vampir dolayısıyla tartışılmaya başlanan “folklorik” ve “kurgusal” vampirler arasındaki temel fark nedir?

Bu ayrım oldukça önemli. Kurgusal vampir; ilk kez gotik edebiyat eserlerinde ortaya çıkan sonra da bir popüler kültür ikonuna dönüşen, hayal ürünü bir figür. En meşhur ve kendinden sonra gelenleri etkileyen örneğiyse kuşkusuz Bram Stoker’ın yarattığı “Kont Drakula” karakteri. Folklorik vampirse; özellikle Doğu Avrupa, Batı Anadolu ve Karadeniz çevresinde görülen, bölgesel bir halk inanışı. Kurgusal vampire ilham verdiği kesin ama arada ciddi farklar da var. Öncelikle buna çoğu yerde vampir denmiyor ve “kan içmek” özelliği yok denemese de nadir. Bu noktada, mezarda dirildiğine inanılan ölülerle mücadele yöntemleri, vampir tespit ve imha ritüelleri, özellikle de “ceset yakmak” uygulaması gündeme geliyor. Yani, bir söylenceye folklorik vampir inanışı diyebilmek için, insanların inandıklarından çok yaptıklarına bakmak gerekiyor. Tabii, dini ve politik otoritelerin bu uygulamalara karşı gösterdiği tepkilere de.

- Vampir inanışının ortaya çıkışıyla ilgili kesin bir tarih var mı? Bu inanış, sorun olarak ne zaman tartışılmaya başlandı?      

İlk ortaya çıkış sorunu, tarihten çok arkeolojinin konusu aslında. Özellikle Slav coğrafyasında, geri döndükleri ya da dönecekleri düşünülen cesetlerin mezarlara kazık, taş ve benzeri nesnelerle sabitlendiklerini gösteren çok sayıda buluntu var. Halk inanışının kökü oldukça derine uzanıyor yani. İlk kez resmi bir sorun olarak bahsedilmeleri ve ceset yakmanın yasaklanması 14. Yüzyılda, efsanevi Sırp Kralı Stefan Duşan döneminde hazırlanan kanunda. Merkezi yönetimleri açıkça rahatsız etmeye başladığı nokta ise, eldeki veriler ışığında, 16. yüzyıl. Başta Rum Ortodoks Kilisesi’nin, sonra onlar kadar olmasa da Osmanlı kadılarının, nihayet Vatikan’ın ilgisini çekiyorlar. Uluslararası tartışmaların fitilini ateşleyen; Katoliklerin, Osmanlı topraklarında propaganda faaliyeti yapan misyonerlerin raporları vasıtasıyla olaya dahil oluşu. Aydınlanma çağında yaşanan “18. Yüzyıl Vampir Çılgınlığı” ise günümüze uzanan vampir efsanesinin doğuşunu müjdeliyor. Önce şiirlerde, 19. yüzyılda ise hikâye ve roman türünde eserlerle edebiyata konu edilen vampirler, 20. yüzyılda sinemada yakaladıkları başarıyla bambaşka bir hale bürünüyorlar.     

- Osmanlı arşivlerinde vampir vakalarına rastladığımızda, bu olayların sadece yerel söylencelerden ibaret olmadığına tanık oluyoruz. Peki, resmi belgelerde bu olayların üstü neden kapatılmaya çalışıldı? Sizce Osmanlı yönetimi bu korkuları halkı kontrol altında tutmak için mi kullanıyordu?

Bu sorunun basit bir cevabı yok. Birçok örnekte, Osmanlı ulemasının tartışmaları fazla da büyütmeden halkı sakinleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Ancak bunu yaparken halk inanışına kısıtlı da olsa meşruiyet alanı tanındığı muhakkak, “Olmaz öyle şey” demek yerine, “Olmaz ama varsa da Müslümanlara bir şey yapmaz, siz korkmayın” tarzı bir yaklaşım hâkim. E, bu da bazı vakalarda panik halindeki halkı yatıştırmaya yetmiyor ve o mezarlar açılıp, cesetler çıkarılıyor. Bahsettiğiniz, halkı kontrol altında tutmak için vampir inanışını kullanmak durumu Müslümanlarda değil ama Rum Ortodoks halk arasında görülen, Yunan vampiri de denilen “vrykolakas” hakkındaki akademik tartışmalarda sıkça değinilen bir konu. Papazların, lanetlemiş ceset üzerinde şeytan çıkarma ayinleri düzenleyerek vampir avlarında tekelleşmek gibi bir çabası olduğu bile iddia ediliyor. Halk da bazı büyük günahları işleyenlerin ya da ölümlerinin ardından usulünce uğurlanmayanların toprak tarafından kabul edilmeyeceğine inanıyor. Dolayısıyla, güçlü bir “dini kurallara riayet” vurgusu var.

- “Toprak tarafından kabul edilmemek” ne anlama geliyor? 

Daha önce bahsettiğimiz, vampir olan cesedi tespit yöntemlerinin bir parçası. Ayrıca Müslüman Türk toplumunda da, vampirlikle birlikte düşünülmese de, yaygın bir inanış. Mezar kazılıp cesedin durumu kontrol edilirken organların çürümeye başlamamış olması, saçların, tırnakların uzamaya devam etmesi, bedenin “ölmemiş” gibi görünmesi bir çeşit ilahi cezalandırma olarak değerlendiriliyor.

- Kilise, vampir korkusuna nasıl müdahale etti? Halkı yönlendirmek için bu inançları nasıl kullandı?

Rum Ortodoks Kilisesi’nin yekten durumu kabullenmesi gibi bir durum yok. Ancak bazı din adamları, özellikle de merkezden uzak yörelerdeki, mesela Ege Adaları’ndaki taşra papazları, toprağa karışmayan, yaşadığı müddetçe kilise kurallarına uymayan, yakınlarının ölümünden sonra sahip çıkmadığı, çeşitli nedenlerle aforoz edilmiş bu kişilerin geri dönüp yaşayanları rahatsız ettiği fikrini reddetmiyor, bazen de cesetlerin yakılmasını engellemek için bildiğimiz kutsal sularla, haçlarla, tütsülerle şeytan çıkarma ayini düzenliyorlar. Hatta günümüzde herkesçe bilinen modern, kurgusal vampirlerle mücadele metotlarının da bu uygulamalardan feyz aldığı söylenebilir. Şimdi, Yunan vampirleri üzerine yapılmış çok çalışma var, burada eksik ya da hatalı şeyler söylemek istemem. Diyebiliriz ki, Rum Ortodoks Kilise büyüklerinin bu inancın yok edilmesi konusunda verdiği çabanın yetersiz ve başarısız bulunması, Katolik Kilise büyüklerinin yoğun eleştirisine neden oluyor. Suçlamalar oldukça sert, başpiskoposlar, papalar falan da konuyla ilgili fikir bildirenlere dahil.    

 "Drakula yalnızca bir vampir değil, karanlığın şeytanlaştırılmış bir temsilidir"

- Kazıklı Voyvoda kimdi ve vampir efsanesine nasıl dönüştü?

Bu dönüşüm, doğrudan Drakula romanı ve uyarlamalarıyla alakalı. Baştan beri Drakula’nın basit bir korku figürü değil, Doğu ile Batı arasındaki tarihsel mücadelenin sembollerinden biri olduğunu söylemek mümkün. Ancak gitgide bu vurgu güçlenip farklı bir hal almış. Sadece Kont değil, vampir efsanesi bütünüyle bu damardan besleniyor zaten. Asırlarca Osmanlı idaresinde kalan ve bu yüzden aydınlanamayan, hurafelere inanmaya devam eden cahil Doğu Avrupa Hıristiyanları; karşılarındaysa bilimin ışığında hurafeye savaş açmış Batı Avrupa! Gerçekte durum pek öyle olmasa da uzun müddet çizilen çerçeve buydu. Stoker’ın Karpat dağlarından kalkıp, modernitenin beşiği Londra’ya gelerek dehşet saçan kötü karakterini aynı zamanda gerçek bir tarihsel kişiye dayandırması ve o kişinin de Osmanlılarla sorunlu bir ilişkisi olması durumu daha da ilginç hale getirdi. Drakula yalnızca bir vampir değil, aynı zamanda Doğu’ya addedilen karanlığın şeytanlaştırılmış bir temsilidir.

- Drakula Osmanlı karşıtı mı?

Kazıklı Voyvoda, Osmanlı sarayına rehin olarak verilmiş ve orada yetişmiş bir prens. Yurduna döndüğündeyse Osmanlı’ya savaş açıyor, yüzyıllardır konuşulan işkence yöntemleriyle ünleniyor. Kardeşi Radu Bey mesela, o da sarayda yetişiyor, Osmanlı tarafını seçiyor ve komutan oluyor. Abisiyle savaşıyor, onun yerine Eflak Prensi oluyor. Evet, Kont Drakula açıkça Osmanlı karşıtı ama asıl ilginç mesele, sonradan kazandığı kurgusal misyon. Son dönem uyarlamalarında özellikle, yıllardır acımasız bir şeytan olarak tasvir edilen kurgu Drakula adeta bir anti-kahramana dönüşmüş durumda. Coppola’nın Drakula’sında Osmanlıların hain bir tuzakla intihara sürüklediği aşkının peşinden zamanın okyanuslarını aşıyor, Dracula Untold’da vatanını savunmak için ruhunu feda ediyor hatta filmin sonunda II. Mehmet’le kılıç dövüşüne tutuşuyor. Kurgusal Drakula’nın durmadan güçlenen, Osmanlı-karşıtı-kahraman karakteri kesinlikle üzerine düşünülmesi gereken bir konu.  

- Evliya Çelebi, vampir figürlerini alaycı bir dille anlatmasına rağmen, bu tür hikâyelerin dönemin halkı üzerinde ciddi korkulara neden olduğunu belirtiyorsunuz. Sizce Çelebi, gerçek vakaları örtbas etmek için mi bu üslubu tercih etti?

Evliya Çelebi’nin aktardığı doğaüstü unsurlar vampirlerle sınırlı değil. O dönemde pek çok halk inanışı bu tarz anlatılara dahil ediliyordu. Hatta geniş bir “acaib ve garaib” literatürü var. Yazarın bu tutumunun altında yatan hem anlatı geleneği hem de dönemin dünya tasavvuru.

- O zamanın insanı için “gerçek” neydi?

17. yüzyılda yaşamış birinin bilimsel, dini ve kültürel bakış açısını düşündüğümüzde, modern akla gerçek dışı gelen birçok şeyin, ona gayet kabul edilebilir geleceği söylenebilir. Bu demek değil ki toplumun tüm kesimlerinden herkes, o anlatılarda yazan her şeye, misal vampirlere inanıyor. Ama genel inanılırlık çıtasının çok daha düşük olduğu kesin. Bugün halkın çoğunluğu şehirlerde yaşıyor, eğitim-öğrenim imkanları, bilgiye ulaşmanın kolaylığı, vesaire... 400 yıl önce, ezici çoğunluğu izole taşra yerleşimlerinde yaşayan bir halk, hayatlarında şehir merkezi görmemiş milyonlarca insan ve nesillerce aktarılan inanışlar... Günümüzden bakınca Evliya Çelebi’nin “Oradaydım, gördüm...” diye anlattıkları mizahi ya da abartı görünebilir, zamanında nasıl algılandığıysa tamamen farklı bir tartışma.

- Osmanlı köylerinde vampir ritüelleri insan kurban etmeye kadar varmış olabilir mi?

O ilginç bir konu, oburlar ve onları bulup avlayan obur tanıtıcılar gerçek olabilir mi? Bugün bilmeyiz. Eserin yazılmasından kısa süre öncesine kadar, Avrupa’da cadı oldukları için işkenceyle öldürülen yüzbinlerce insan olduğunu unutmayalım.

- Evliya Çelebi’nin anlattığı Obur ve Obur Tanıtıcıları kimler?

Obur, bazı araştırmacılara göre “vampir” teriminin kökeni. Vampir, Slav dilinde upir’den türemiş. Upir’in de yüzyıllar önce Avrasya bozkırlarında karşılaşan Slavlar ve Türkler arasındaki etkileşim sonucu obur’dan geldiğine dair teoriler var. Etimolojik tartışmalar mevcut, bu konuyla ilgilenenler bakabilirler. Evliya Çelebi’nin obur öyküleri ise resmen kanla yoğrulmuş. İnsanlardan farklı bir soydan geliyorlar, dönemin kan emmeyen folklorik vampirlerinin aksine kanla besleniyorlar, kan büyüleri yapıyorlar ve nihai amaçları kan içerek ölümden sonra da yaşamak. Bize normal geliyor ancak bu kadar erken dönemde, kurgusal vampire bu kadar benzeyen başka bir folklorik vampir tasviri bilmiyorum. Obur tanıtıcılarsa, ücret karşılığında canlı veya ölü oburları tespit edip ortadan kaldıran, erken dönem vampir avcıları.

"Vampir mezarını tespit ve cesedi imha etmek konularında profesyoneller..."

- Vampir avcıları Osmanlı’da gerçekten var mıydı?

Osmanlı’da vampir avcılığı bir mit değil, gerçek bir meslekti. Avcılar vampir öykülerine dahil edilen yan öğeler değil, esas karakterlerdi denebilir hatta. Sonuçta vampirlerin varlığı tartışılabilir olsa da avcıları fiziken oradalardı. Vampir mezarını tespit ve cesedi imha etmek konularında belli prosedürlere uyan profesyonellerden bahsediyoruz. Hizmetleri bazen korku içindeki halk, bazen de bizzat devlet yetkilileri tarafından kiralanıyordu. Dil farklılıklarından kaynaklı, vampirci, cadıcı, cadı üstadı benzeri adları vardı.

- Kimlerden seçiliyordu vampir avcıları?

Tüm inanışlarda geçerli bir tanım yok. Folklorik vampirlerin de, avcılarının da türlü çeşidi vardı. Balkanlarda öne çıkan dikkat çekici özelliklerini sayarsak; kızıl saçlılar, mavi gözlüler, cumartesi günü doğanlar, üzerinde plasentayla doğanlar, çift cinsiyetli doğanlar ve benzeri fiziksel ya da doğuştan diğerlerinden “farklı” kişiler arasından seçildikleri söylenebilir. Vampir avcılığı, muhtemelen, bir çeşit sosyal izolasyonu da beraberinde getiriyordu.      

- Osmanlı’nın vampir avcıları bir tarikata mı bağlıydı? Vampir avcılığı bir meslek miydi? Bu insanlar örgütlü müydü?

Bugünkü anlamıyla resmi bir kurum değil. Çoğu örnekte avcılık doğuştan gelen bir meziyet, “ocaklı” denilen daha profesyonel bir avcı grubu olduğuna dair söylenenler de var. En az 19. yüzyıla kadar bu mesleğin var olduğu aşikâr. Avcılık tartışmasının alevlenmesi, günümüz Makedonya bölgesinden masraf defterlerinde böyle bir kalemin fark edilmesiyle oldu. Nitekim ünlü yeniçeri cadıları/vampirleri vakasında da yerel idarenin Nikola adında bir avcı tuttuğu biliniyor. İlginç biçimde, bazı Ortodoks topluluklarda da sadece Ortodoksların vampire dönüşebileceği inancıyla Müslüman avcılar tercih ediliyordu. Avcılık kurumu bir bakıma, Osmanlı’nın çok dinli yapısında inanışların nasıl iç içe geçtiğini ve vampirin nasıl kültürlerarası bir fenomen haline geldiğini gözler önüne seriyor.     

Bugün vampirlerin gerçekten var olup olmadığı hâlâ bir tartışma konusu olabilir. Ancak Osmanlı’da vampir avcılığı yapıldığı, insanların vampir tehdidi altında bu meslek grubuna başvurduğu ve hatta devletin bile bazı vakalarda bu uzmanları devreye soktuğu kesin.

"Folklorik vampir, imparatorluğun belli bir bölümünde görülen bir halk inanışı"

- Osmanlı halkı, vampirleşme korkusuyla mezarlarda tuhaf önlemler alıyor muydu? Gömülenlerin ağzına taş doldurma, kalbine kazık çakma gibi uygulamalar gerçekten var mıydı? Yoksa bunlar sadece efsanelerden mi ibaret?

Bu konuda bildiğim bir örnek yok, fakat vampir olduğundan şüphelenilen kişinin mezarını açmadan toprak üzerinden kazık çakmak ya da mezara sönmemiş kireç dökmek gibi uygulamalar var. Burada, bahsettiğimiz olayların kapsamını da doğru çizmek gerek, sonuçta Osmanlı İmparatorluğu çok geniş bir coğrafyada, çok uzun süre hüküm sürmüş bir devlet. Folklorik vampir de yalnızca imparatorluğun belli bir bölümünde, ekseriyetle Ortodoks halk arasında, onun da yalnızca bir kısmında görülen bir halk inanışı. Konu edilen Müslüman vakaları kayıtlarda tek tük rastlanan, fazlasıyla istisnai örnekler. Dolayısıyla, o tarz gömüler bir yerlerde yapılmış olsalar bile, ki büyük ihtimal yapılmıştır, asla genele mal edilemez.   

- Popüler kültürde vampirlerin ısırarak kurbanlarını da vampire dönüştürdüğünü görüyoruz. Folklorik anlatılarda da bu tarz vampir salgınları görülüyor muydu?

Evet, vampir salgınları olabiliyor fakat bunun çoğunlukla kan emme faaliyetiyle ilgisi yok. Folklorik vampirlerin, insanları uykuda göğüslerine ağırlık vererek ya da gece yarısı kapının önünde belirip dışarı çağırarak öldürmek gibi yöntemleri var. Bazen öldürmek yerine sadece rahatsız da edebiliyorlar; bebekleri beşiklerinden çıkarıp yerlerde sürüklemek, eşyaların yerini değiştirmek, hayvanlara zarar vermek gibi şeyler. Kan emmenin vampirin vazgeçilmez özelliğinin oluşu 18. yüzyıl vampir çılgınlığına sebep olan ünlü Arnavut Pavle vakasıyla ilişkili, kendisi en az 16 insanın ölümüne neden olan bir salgın başlatmıştı. Vampir olarak dirildikten sonra kan emdiğine dair bir tanıklık yoktu ama kurbanları halsizlikten şikâyet ediyorlardı. Buna, cesetlerin ağız bölgelerinin kanlı görülmesi de eklenince, vampirin kan emerek öldürdüğü söylentisi yayıldı.

Vampir inanışının, cadı inanışına benzer yanları da var aslında. Batı’da da içinde yaşadıkları toplulukların günah keçileri ilan edilen cadılar mevcuttu. Peki, Avrupa’daki cadı avına benzer bir kadın düşmanı bir tutum var mıydı folklorik vampirlerde de? Misal, köylerde yaşayan ebelerin, dul veya yalnız kadınların cadılıkla suçlandıklarını biliyoruz.

Folklorik vampir inanışında, cadılıkla kıyaslanabilecek bir cinsiyet ayrımı olduğu söylenemez. Fakat kurgusal vampirlerde özellikle kadınları avlayan erkek karakterler ya da cinselliğini kullanarak erkekleri tuzağa düşüren kadın vampirlere rastlanıyor.

- Osmanlı’da vampir inanışlarını araştırırken hangi kaynakları kullandınız?

Müslümanların dâhil olduğu vakaları detaylı anlatan veya ulemanın yaklaşımlarını gösteren çok kaynak yok; verilen az sayıda fetva ve bu fetvaların tarihi ve dini kitaplardaki yansımaları temel metinler. Bunun yanında Seyahatname’de ve birkaç farklı türden kitapta yer alan anekdotlar var. Bu bakımdan sözlü tarih ve nesilden nesle aktarılan, yazıya geçmeyen öyküler önemli. Zaten vampir konusu tekrar gündeme geldiğinden beri, okuyucular arasında dedelerinden, ninelerinden dinledikleri vampir-benzeri korku karakterlerini paylaşanlar çoğaldı, bunlar çok kıymetli. Benim kitapta yapmaya çalıştığım, öncesinde bir arada düşünülmeyen Hristiyan ve Müslüman kaynaklarını, bütünlükçü bir tavırla yeniden ele almaktı. Aynı dönemde Rum Ortodoks cemaatini kırıp geçiren vrykolakas söylencesini hesaba katmadan, Ebussuud Efendi’nin neden vampir fetvaları verdiği ya da Doğu-Batı kiliselerinin savaşı göz önüne alınmadan vampirin neden Batı Avrupa’nın gözünde böylesine popüler bir düşmana dönüştüğü anlaşılmaz. Bir de terimler karmaşası var tabii. Kitabın bir bölümünü, sözlüklerde vampir yerine kullanılan terimleri açıklamaya ayırdım. “Vampir” kelimesi Türkçeye Batı dillerinden girdi, Osmanlı Türkleri cadı, hortlak, karakoncolos gibi ifadeler kullanıyordu. 

"Mezar açılıyor, ceset inceleniyor ve gerekli görülürse vampir yok etme yöntemleri uygulanıyor"

- İlmihallerde vampirlerden nasıl bahsediliyor?

Bu ilmihalde, Ebu Suud Efendi’nin fetvalarının sadeleştirilmiş ve halk için pratik hale getirilmiş bir versiyonuna rastladım. Burada "Eğer bir bölgede vampir vakası varsa ne yapılmalı?" sorusuna adım adım bir yanıt veriliyordu: Öncelikle, vampir korkusu bir Hristiyan topluluğuna aitse, Müslümanların müdahil olmaması gerektiği söyleniyor. Ancak eğer vakalar tekrarlanırsa, mezarın açılması öneriliyor. Cesedin fiziksel belirtileri kontrol ediliyor: Kanlı, kırmızı bir ten mi var? Saçları, tırnakları uzamış mı? Dişleri belirgin mi? Eğer bu belirtiler görülüyorsa, klasik vampir yok etme yöntemleri uygulanıyor: Kafasını kesme, kazık çakma ya da bedeni yakma. Bu ilmihal, Osmanlı toplumunun sadece batıl inanışlarla değil, aynı zamanda bu korkuları nasıl yönettiğiyle de ilgili önemli bir belge. 

- Folklorik anlatılarda vampirleşen kadınlarla ilgili kayıtlar var mı? Yoksa vampir figürü cinsiyetsiz mi algılanıyordu?

Bir kadın vampir vakası var, ancak Osmanlı özelinde bu tür anlatılar çok yaygın değil. Bunun bir nedeni, Osmanlı’da vampir inanışlarının Batı’dakinden farklı bir eksende ilerlemesi. Batı edebiyatında ve mitolojisinde kadın vampirler sıkça erotize edilir ve baştan çıkarıcı figürler olarak resmedilir. Ancak Osmanlı halk  inanışlarında, vampirlerin çoğu ölümsüz ve lanetlenmiş varlıklar olarak görülüyor, cinsiyetleri pek vurgulanmıyor. Ancak şunu eklemek gerek: Toplumdan dışlanmış, marjinalize edilmiş kişiler—alkolikler, intihar edenler, gayrimeşru ilişki yaşayanlar—vampirleşmeye daha yatkın kabul ediliyordu. Bu anlamda, toplumun hoş karşılamadığı bazı kadın figürleri (örneğin dul kadınlar, evlilik dışı ilişki yaşayanlar) bazen vampir anlatılarında cezalandırıcı figürler olarak yer alabiliyordu.

- Vampir anlatılarının toplumsal paniğe dönüştüğü ilk kayıtlı vaka ne zamandı?

Bu konuda bilinen en eski örneklerden biri, 13. veya 14. yüzyılda Sırbistan’da yaşanan olaydır. Sırp Kralı Stefan Duşan’ın ceset yakmayı yasaklayan bir kararname çıkardığı biliniyor. Bu karar, halk arasında vampirleşmiş cesetlerin yok edilme pratiğinin ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor. Vampir inanışı, özellikle Balkan coğrafyasında güçlüydü ve halk arasında büyük korku yaratıyordu. Ancak bu dönemlere ait çok detaylı kayıtlar yok. Çünkü genellikle bu olaylar köy topluluklarında yaşanıyordu ve resmi kayıtlara geçmesi zor oluyordu.

Yazarın ilk romanı “Seyrüsefer”, İletişim Yayınları’ndan çıktı

- Romanınız, tuhaf rastlaşmaların ve kaderin görünmeyen ağlarının birbiriyle kesiştiği bir hikâye anlatıyor. Bir şehirlerarası vapur yolculuğunda, biri anlatacak bir hikâye arayan yazar, diğeri ise kendi hikâyesini yazdırmak isteyen bir medyum… Ancak okur çok geçmeden bunun sadece bir anlatı olmadığını, aynı zamanda bir hatırlama, bir yüzleşme ritüeli olduğunu da fark ediyor. "Seyrüsefer" sizin için ne ifade ediyor? Bu hikâyeyi anlatmaya sizi iten şey neydi?

Aslında, iki kitabın da ortaya çıkmasına neden olan dürtü aynı; doğaüstü inanışlara ve insanların neye, neden inandığına yönelik merakım. Elbette romanın daha özel bir boyutu var, akademik bir araştırmadan değil içinde yetiştiğim kültürel ortamdan, kişisel tarihimden besleniyor. Çocukluğumdan beri, çevremde doğaüstü fenomenlere içtenlikle inanan insanlar oldu ve ben de merakla gözlemledim. Yazın serüvenimi kurgu-dışından, kurmacaya çevirmeye karar verdiğimde ise en güvenli liman, en yakından bildiğim bu konu oldu. Esasen, “doğaüstüne aşinalık” durumumun istisnai olduğunu da düşünmüyorum. Toplumun her kesiminden sayısız insanın az ya da çok benzer deneyimleri var. Belki bu sayede okuyucuyla daha derin, herkesin kendi öyküleriyle de güçlenen bir ilişki kurabileceğimi düşündüm. Hayatında hiç fal baktırmamış, astrolojik haritasını merak etmemiş, arkadaşları veya kuzenleriyle bir araya geldiğinde kahve fincanını ters çevirip ruh çağırmamış kaç kişi var?     

 

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aslı Kotaman: Sanat tarihini yeniden yazarken, kadınların hikâyelerini sadece trajedi üzerinden değil, direniş ve üretkenlikleriyle de anmak gerekiyor

"Rönesans ve sonrasında, kadın ressamların akademik eğitim alması, anatomi çalışması ve kamusal alanda sanat üretmesi pek çok engelle karşılaştı. Örneğin, Angelika Kauffman ve Rosa Bonheur, yalnızca çıplak model kullanabilmek için değil, açık havada resim yapabilmek için bile erkek kıyafetleri giymek zorunda kaldılar, kimliklerini gizlemek, erkek kılığına girmek zorunda kaldı. Bu inanılmaz bir hikâye, çünkü mesele yalnızca model kullanmak değil, sanatın yapıldığı mekânlara erişebilmek, sokağa çıkabilmek ve sanat üretiminde erkeklerle eşit haklara sahip olabilmekti"

Sinem Sal: Küçük kıyamet mutsuzluktur; katillerin artması, kötülüğün çoğalması bu kıyametin işaretlerindendir

"Çocukken yalancı bir özgürlük içindeyiz. Mihrap da öyle. Mesela o zaman mahalledeki meyhaneye girip çıkabilen aynı zamanda tuhafiyede karnı şişene kadar yemek yiyebilen tek kişi Mihrap. Ne kadınlar erkeklerin alanına geçebiliyor ne de erkekler kadınların alanına. Bir gün büyüyüp de özgür bir kadın olursa, çocukluğunda sahip olduğunu sandığı o özgürlük anlamını kaybediyor"

Vedat Milor: Doğru bildiğimi söylemek beni düşman kazandıran biri yaptı ama asla vazgeçmedim

"Hem bireysel hem de devlet düzeyinde, üzeri örtülen her şeyin altında kalma tehlikesi var. Devletler, tarih boyunca kendi hatalarını gizleme eğiliminde olmuşlardır. Örneğin, güçlü devletler, kendi suçlarını örtbas ederken bu gücü bir koz olarak kullanabilirler. İsrail ve Amerika örneğinde olduğu gibi, güçlü bir devlet kendi politikalarını uygularken eleştirileri bastırabiliyor"

"
"