05 Ocak 2025

Ayşe Kulin: Güzellik başarıyla eş değer olsaydı, en iyi romanları Ajda Pekkan yazardı

"Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde benim ve iki kadın yazarın adını zikrederek 'Sinekler Pisliğe Konar' başlığıyla bir yazı yazdığını hatırlıyorum. Bu çok ağır ve zorba bir dildi. Beni üzen asıl şey, böyle bir yazının Cumhuriyet gibi köklü bir gazetenin kitap ekinde yayımlanmış olmasıydı. Gazete adına üzülmüştüm"

Everest Yayınları, Türk edebiyatının duayen kalemlerinden Ayşe Kulin’in edebiyatta 40. yılını kutlamak için hazırladığı “Kalemimle Kırk Sene” kitabı ile sadece bir yazarlık serüvenini değil, aynı zamanda bir dönemin toplumsal hafızasını ve bir kadının cesur mücadelesini de gözler önüne seriyor.

Kulin’in anlatıları, yalnızca bireysel bir serüven değil, aynı zamanda toplumsal bir hesaplaşma. Türkan Saylan’ın “Kardelenler” projesine dokunan bölümlerde, eğitim hakkı için verilen mücadele ve bir toplumun geleceğini şekillendiren ilham verici anekdotlar dikkat çekiyor.  Ancak Ayşe Kulin’in yazarlık yolculuğu boyunca sadece alkışlarla değil, sert eleştirilerle de karşılaştığını unutmamak gerek. Özellikle “çok satan” romanlarının edebi olmadığı yönündeki yorumlar ve kadın bir yazar olarak güzelliğinin başarısına gölge düşürdüğü iddiaları, onun karşılaştığı cinsiyetçi önyargıların en çarpıcı örnekleri. Bu tür saldırılar arasında en unutulmaz olanı, bir erkek yazarın Cumhuriyet gazetesinde Kulin ve iki kadın yazarı kastederek kaleme aldığı “Sinekler Pisliğe Konar” başlıklı yazısıydı. Bu kaba ve aşağılayıcı dil, sadece Kulin’i değil, kadın yazarların edebiyat dünyasındaki varlığını tehdit eden zihniyeti de açıkça ortaya koyuyordu. Kulin, bu yazıyı kitabına özellikle dahil ederek, kadın yazarların karşılaştığı önyargılara ışık tutmayı bir sorumluluk bildi.

“Kalemimle Kırk Sene”, Saraybosna’nın kurşun deliklerinden Türkan Saylan’ın umut dolu Kardelenler’ine, Füreya’nın sanat yolculuğundan İstanbul’un yitip giden tarihine uzanan bir edebi coğrafyanın haritasını çiziyor. Ayşe Kulin’le buluştuk ve edebiyat yolculuğunun kâh hüzünlü kâh mutlu anlarını konuştuk. Röportajımızın tamamını T24 YouTube kanalından izleyebilirsiniz.

- "Kalemimle Kırk Sene", edebiyat dünyasındaki 40 yıllık yolculuğunuzun izlerini sürüyor, sadece yazarlık serüveninizi değil, Türkiye’nin sosyal ve kültürel dönüşümüne de ışık tutuyor. Kaleminizin bir zaman tüneli gibi işlediği bu anlatı, sizin için bir hesaplaşma mı, bir kutlama mı, yoksa her ikisinin bir karışımı mı?

Kalemimle Kırk Sene, yayınevim tarafından bana bir armağan gibi düşünüldü. Edebiyatla geçen kırk yılımı toparlayarak bana sürpriz yapmak istemişler. Ancak her hikâyenin başına, neden ve hangi duygularla yazdığımı anlatan birer paragraf yazmam istendiği için bu projeyi benden saklayamadılar.

Kitabı süreç içinde değil, tamamlandıktan sonra gördüm. TED Koleji'nde saklanana arşivimden bir arkadaşımız gidip tüm belgelerimi, fotoğraflarımı, röportajlarımı ve gazete kupürlerini taramış. Kitabı görünce, “Madem her şeyimi koyuyorsunuz, hiç yayımlanmamış olanları da ekleyelim,” dedim. Bu bölüme ‘Abur Cubur’ adını verdim ama yayınevim daha kibar bir ifade olarak ‘kalem artıkları’ ismini tercih etti. Sonuçta çok samimi bir kitap ortaya çıktı. Bu kitap için sadece yazarlık serüvenimi değil, aynı zamanda benimle birlikte edebiyat dünyasının ve Türkiye'nin dönüşümünü de yansıtan bir çalışma oldu diyebiliriz.

- Edebiyatta kırk yılınız tarafsızca sunulmuş. Hatta yer yer bugüne kadar yanıtsız bıraktığınız eleştireler de yer alıyor.

Evet, eleştirileri özellikle istedim. Beni eleştiren yazılar da mutlaka yer almalıydı. Örneğin, bir yazar beyefendinin Cumhuriyet gazetesinde üç kadın yazar için yazdığı 'Sinekler Pisliğe Konar' başlıklı yazısı vardır. Bu başlığın özellikle kitaba eklenmesini istedim. Biz kadın yazarların nelerle uğraşarak mücadele verdiğini okurların görmesini istedim.

Kadınların da erkek yazarlar kadar kalem oynatan bireyler olarak yavaş yavaş daha görünür olmaya başlamaları birilerini rahatsız etmiş olmalı. Kendine bir ‘Edebiyat İnsanı’ diyebilen birinin böylesine çirkin bir başlık atmasının başka bir açıklaması olabilir mi? Bu tür başlıkların arkasında, kadınların yükselişine duyulan bir tepki olduğunu düşünüyorum.

"Yazarlık yetenek gerektirdi kadar, emek ve eğitimle şekillenen bir süreç"

- Peki başarınızın nedenini çok çalışmanıza değil, güzelliğinize ve aile geçmişinize bağlayan edebiyat dünyasının erkekler kulübüne cevabınız ne oldu? “Güzel kadın hem çok çalışkan hem başarılı olamaz” anlayışı karşısında nasıl yılmadınız?

Ben, açıkçası hiçbir zaman çok güzel biri olduğuma inanmadım. Herkes gençken güzeldir; bu iş güzellikle olsaydı, sahneleri dolduran çok daha güzel kadınlarımız var, onların da romanları, hikayeleri şiirleri olurdu. Her sanat dalı gibi yazarlık da yetenek gerektirdi kadar, emek ve eğitimle şekillenen bir süreç. Benim mezun olduğum okuldan çok yazar çıkmıştır, kendi dönemimden mesela Nazlı Eray, daha lise yıllarında hayal gücüyle farkını ortaya koymuştu. Onun yazılarıyla karşılaştırıldığında, benim yazdıklarım çöp kutusuna atılacak değerdeydi ama ben yine de yazmaya devam etmiştim. Bizim sınıftan Tomris Uyar, Pınar Kür, İpek Ongun gibi isimler çıktı. Hepsi kendi alanlarında çok başarılı oldular. Bu başarıların güzellikle hiçbir alakası olduğunu düşünmüyorum. Eğer güzellik başarıyla eş değer olsaydı, o zaman en iyi romanları Ajda Pekkan yazardı diye düşünüyorum. Değil mi ama :)

Ayşe Kulin

"İlk yayıncımı bulduğumda da sanırım 50 yaşını geçmiştim"

- 40 yılda en çok üzen günü ve en mutlu eden günü hatırlıyor musunuz?

İlk aldığım iki ödül, benim için çok kıymetliydi. Yayıncı bulmak için o kadar çırpınmıştım ki ilk yayıncımı bulduğumda da sanırım 50 yaşını geçmiştim. Oysa ben 20'li yaşlarımdan itibaren yazıyordum. İlk kitabım hatalı baskıyla yayınlanmıştı ve çok üzülmüştüm. Uzun süre, tam on yıl, yayıncı aramadım. Küstüm. Yıllar sonra yeniden yayıncı aramaya başladım. Çok uğraştım. Ancak bir gün, tesadüfen gönderilmiş iki hikâyemle Haldun Taner Ödülü'nü kazandığımı öğrendiğimde, inanamadım. Bir arkadaşımın beni işletmeye çalıştığını düşündüm. O dönemde cep telefonlarımız yoktu, mesaj makineleri vardı. Makineye basıp mesajları dinlerdik. Çok sevdiğim bir arkadaşım, rahmetli Nedim, benim yazar olmak için ne kadar çok uğraştığımı, elimde dosyalarla dolaştığımı bilir ve arada benimle dalga geçerdi. Ödülü kazandığımı öğrendiğimde, onun yine bir oyun oynadığını sandım. Mesaj makinesine ben de İngilizce olarak 'Nobel'i kazandın!' diye bir mesaj bıraktım. O kadar inanmamıştım yani. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü iki öykü ile kazanmıştım. Bu ödül sayesinde bulduğum yayıncı, iki hikâyeye sekiz hikâye daha eklememi isteyince zaten elimde hazır bulunan öykülere iki hikâye daha ekledim. Kitabım FOTO SABAH RESİMLERİ adıyla yayınlandı ve ertesi yıl Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.

Bu ödüller benim için hem bir prestij hem de gerçek bir dönüm noktası oldu. Basım sırasında yayıncımla pek anlaşamadığımız için, başka bir yayıncı aramaya başladım. Metis, İletişim gibi birçok yayınevini aradım, telefonları hep meşguldü. O dönem bir arkadaşım, Remzi Kitabevi’nin yeni yazarlara pek yüz vermediğini söylemişti ama şansımı denemek istedim. Telefonu çevirdim, hemen açıldı. Ertesi güne randevu verdiler. İşte o şekilde Remzi Kitabevi’ne girdim ve Adı Aylin orada basıldı. Adı Aylin beni okurlara iki ödülümden çok daha fazla tanıttı.

"Foto Sabah Resimleri ile Ayşe Kulin’in büyük boy resmi, ne alaka?"

- Sel Yayınları’nda mutsuz bir deneyiminiz oldu değil mi?

Evet. Sel Yayınları'ndan çıkan kitabımda beni üzen bir olay yaşandı. Kitap kapağında anneannemin fotoğrafını görmek istiyordum ancak benim büyük bir fotoğrafımı kapakta kullanmışlardı. Çok üzülmüştüm. Arka kapakta Yazar Fotoğrafı olarak küçük boy kullanacakları resmimi ön kapakta koskocaman görünce şaşırıp kalmıştım. Foto Sabah Resimleri ile Ayşe Kulin’in büyük boy resmi, ne alaka? Üstelik konudan da tamamen farklı bir fotoğraf. Yazara kapağı hiç mi göstermezler? Hiç mi fikir sormazlar? Bu ve başka bazı kötü deneyimler yüzünden Sel Yayınları ile devam etmek istemedim. Sonuçta Remzi Kitabevi’ne geçtim ve çok iyi etmişim. Hâlâ çok sevdiğim bir yayınevidir. Beni gerçek anlamda desteklediler ve bir yazar olarak kendimi ifade edebilmemi sağladılar.

- Bir yayıncıdan gelen 'Sayın Kulin, yeni öyküler eskilerinin de gerisinde. Sizin için üzgünüm' yorumu, yazarlık yolculuğunuzda sizi nasıl etkiledi? Bu eleştiri karşısında bırakmayı düşündüğünüz bir döneme girdiniz mi? Yıldınız mı? Pes etmeme gücünü nasıl buldunuz?

Gerçekten yılmış ve çok üzülmüştüm. Oysa söz konusu olan, hem Haldun Taner Ödülü'nü hem de Sait Faik Ödülü'nü kazanan iki öyküydü. Gayet iyi öykülerdi. Ama böyle bir eleştiri almak, insanın hevesini kırıyor.

- Yıllar sonra o kişiyle karşılaştınız mı?

Yıllar sonra değil, hemen karşılaştık, hem de çok kısa bir süre sonra. Kitap fuarındaydık, o da bir yayıncı olduğu için oradaydı. Yanıma geldiğinde, ne yapacak diye merakla baktım. O kadar kendinden emin ve yaptığının farkında değildi ki... Ne bana yazdıklarını ne de benim ödül kazandığımı biliyor gibiydi. Belki de o notu bana o değil, onun yayın evinde çalışan başka biri yazmıştı, gerçekten bilmiyorum. Yanıma gelip, 'Sizde falanca kişinin kitabı satılıyor mu?' diye sordu. Ben de imzada olduğumu, bunu bilmediğimi söyledim ve isterseniz arkadaşlara sorun dedim. Böyle şeyleri gündeme getirip mesele yapmayı sevmem.

Ayşe Kulin ve Ebru D. Dedeoğlu, Hazal Sipahi'nin köpeği Leyla ile

"Vicdanlar, aşiret düzeninin ya da otoritenin gölgesine bırakılmış durumda"

- Geçmişte cesurca kaleme aldığınız bazı eserlerinizde eşcinsellik, cinsel istismar, kaybolan solcular ve dini cemaatlerin karanlık yüzü gibi toplumun hassas konularını ele aldınız. Bu duruş sizin için toplumsal bir sorumluluk mu, yoksa politik bir tavır mıydı?

Bu kesinlikle benim duruşum. Kendimi Atatürk devrimlerinin bir bekçisi gibi hissediyorum. Atatürk’ün askeri olmayı isterdim ama hayatımda elime hiç silah almadığım için kendime bu unvanı yakıştırmam ama Atatürk’ün kalemi olabilmeyi gönülden isterim. Osmanlı konağında doğmuş ve büyümüş biri olduğum halde Cumhuriyet’in bize bahşettiği değerlerin farkındayım. Hele bugünleri gördükçe, sayesinde elde ettiğimiz değerlerin ne kadar kıymetli olduğunu daha iyi anlıyorum.

Bugün yaşananlar beni derinden üzüyor. Örneğin, bir köyde sekiz yaşındaki bir çocuk öldürüldü ama koca bir köy sustu. Tek bir kişi çıkıp itiraf edemedi. Bu, ahlaki çöküşün bir göstergesidir. Vicdanlar, aşiret düzeninin ya da otoritenin gölgesine bırakılmış durumda. Aşiret sistemi kötü bir şey olmayabilir, içinde dayanışma ve güven gibi olumlu taraflar da vardır belki ama bugün biz artık bir aşiret değil hukuk devleti olmalıydık. Ahlaki değerler eriyip gitti ve bu beni gerçekten çok üzüyor."

"Yoksulluğu çaresizliği kendiniz yaşamadınızsa, okuduğunuz bir kitaptan öğrenebilirsiniz"

- ‘Bir Gün’ ve ‘Nefes Nefese’ gibi eserlerinizde Kürt sorunu, azınlıklar ve savaş temalarını işlediniz. Bu tür konulara değinmek, yazarlık yolculuğunuzda nasıl bir sorumluluk hissettirdi?

Her yazar gibi ben de eteğimdeki taşları dökerek yazmaya başladım; en iyi bildiğim yerlerden, yani ailemden ve geçmişimden yola çıktım. Bu, Veda gibi eserlerimde açıkça görülür. Ancak yazarlığımın başında beni dönüştüren bir olay yaşadım. O zamanlar çöp toplayan insanlara çok kızardım. Sokakta çöpleri karıştıranlara, 'Yapmayın, pislik yapıyorsunuz!' diye bağırırdım. Bir gün bir televizyon programına davet edildim. Programda, 'Varoşta Kadın Olmak' adlı bir kitabın yazarı da vardı. Merak edip kitabını aradım ama hiçbir yerde bulamıyordum. Sonunda bir kitabevinden bulabildim. İncecik, 120 sayfalık bir kitaptı. Eve gidip okumaya başladım ve kitabı bitirdiğimde kendimden o kadar utandım ki… O insanların yaşadığı hayatları hiç düşünmemişim. Kitapta, varoşlardaki bir kadının ve ailesinin hikâyesi anlatılıyordu. Çöplerde ne bulduklarını, bunları nasıl değerlendirdiklerini, nasıl geçinmeye çalıştıklarını öğrenince içim burkuldu. Çürük meyveleri nasıl temizleyip yediklerini, zengin evlerden, otel düğünlerinden sonra atılan yemekleri, pastaları nasıl değerlendirip akşam ziyafeti yaptıklarını öğrendim. Ve o an anladım ki, bir kitap size bilmediğiniz bir dünyanın kapılarını açabilir. Yoksulluğu çaresizliği kendiniz yaşamadınızsa, okuduğunuz bir kitaptan öğrenebilirsiniz. Ben o kitabı okurken gözyaşlarımı tutamamıştım. İşte o gün yazarlık anlayışım değişti. Sadece kendi hikâyemi değil, benim gibi yaşama imkânı bulamayanların da hikâyelerini de anlatmaya, sadece yoksulların değil seslerini duyuramayanların da seslerini duyurmaya  karar verdim.

- Kitabın yazarıyla tanıştınız mı?

Evet, tanıştım. Programda birlikteydik. Çok samimi, çok tatlı bir kadındı. İlk defa uçağa binmiş, yurt dışına çıkmış, ilk kez bir otelde kalmış. Otele sigara içmiş ve odada duman ziller çalmaya başlayınca ödü patlamış. Başına gelenleri o kadar içtenlikle anlatmıştı ki, dinlerken çok etkilenmiştim. Kitabı sayesinde başka hayatları da tanımak ve işlemek gerektiğini fark ettim. Ondan ve kitabından çok ders aldığımı söylemeliyim.

- O programda Halit Kıvanç ve Gönül Yazar ile geçen bir anınız var. Paylaşır mısınız?

Ah, o anı hiç unutmam! Halit Kıvanç ve Gönül Yazar çok uzun konuştular. Program bitmek üzereyken Halit Kıvanç nihayet beni hatırladı ve bana, ‘Eveeet, söyleyin bakalım, Ayşe Kulin ne yazar?’ diye sordu. Ben de o anda gelen bir ilhamla, 'Kimi okur, kimi yazar. Gönül Yazar dururken Ayşe Kulin ne yazar?' deyivermiştim.

Ayşe Kulin

"Kızlarımızı okutmak sadece bir kişinin mücadelesi olmamalı, bu hepimizin sorumluluğu"

- Adı Aylin, Füreya ve Türkan bu üç kadının hikayesi, birbirinden bağımsız görünebilir. Ancak sizin yazarlığınız açısından bakıldığında, hepsinin sizi yansıtan bir yönü olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneğin, Aylin’in yalnızlığı, Füreya’nın dönüşümü ve Türkan’ın mücadeleci ruhu sizin hayatınızdaki hangi içsel katmanlara dokunuyor?

Her birinden ayrı bir şey öğrendim. Aylin’den başlayacak olursam, o bana hayatta hiçbir şey için geç olmadığını öğretti. Aylin, dört kez evlendi, boşandı ve hayatını geç bir dönemde yeniden inşa etti. İkinci evliliğinden sonra doktor olmaya karar verdi ve başardı. Onun hikayesini okura taşımak istedim çünkü ‘geç kalmak’ diye bir şeyin olmadığını göstermek istiyordum. Ben de 50 yaşını geçmiştim ilk kitabımı Remzi Kitabevi’ne götürdüğümde. Hayatla yeniden barışmak insanın kendi kararıdır; bunu Aylin de ben de kanıtladık.

Füreya ise bambaşka bir hikâye. Ağır bir verem hastalığı geçirip bir ciğerini kaybediyor. Sanatoryumda vakit geçirsin diye önüne konulan kil ile bir sanat yolculuğuna çıkıyor. Bu sırada farklı bir şey yapma kararı alıyor çünkü Şakir Paşa ailesinde herkes zaten ressam. Fahrünnisa, Aliye, Cevat! Füreya, seramikle bir sanat dili yaratıyor. Kırk yaşından sonra, tek ciğerle Paris’te ilk sergisini açıyor ve çok başarılı oluyor. Daha da önemlisi, ilk dönem Osmanlı’nın unutulmuş çini sanatını modernize ederek yeniden hayatımıza kazandırıyor. Panolar, masalar, sandalyeler... Bugün Füreya’nın eserlerini değişik alanlarda birçok yerde görebiliriz. ‘Eserlerim sadece sergilenmesin, insanlar kullanabilsinler de,’ derdi.

Türkan Saylan ise bambaşka bir yerde duruyor. Onun hikayesi yalnızca bir bireyin değil, bir toplumun yeniden inşa hikâyesidir. Türkan’ın hayatını yazmaya başlamadan önce burslu kız çocuklarıyla tanıştım. Çocukların masumiyeti, hayalleri ve okuyabilmek için yaşadıkları zorluklar beni çok etkiledi. Kızlarımızı okutmak sadece bir kişinin mücadelesi olmamalı, bu, hepimizin sorumluluğudur.

- Türkan Saylan kitabını yazmaya nasıl karar verdiniz?

Bir yaz Ege’deyken Zuhal Hanım adında bir hanımefendi beni iki ay boyunca arayıp Türkan Hanım’ın burslu çocuklarını görmemi istedi. İlk başta kabul etmedim, çünkü para karşılığı yazı yazmıyorum. Ama sonunda ‘Dönüşte bir saatinizi ayırın, bu çocuklarla tanıştıktan sonra hayır dersiniz,’ dedi. Kabul ettim.

TED Koleji’ne gittik. Türkan Saylan’ın desteklediği burslu çocuklarla tanıştım. Bu çocuklar hayatlarında ilk kez diş fırçasını, musluktan akan suyu, bir masada zeytin, peynir, reçel gibi kahvaltılıkları ilk kez görmüşlerdi.  Onlarla konuştuğumda gözlerindeki umut beni çok etkiledi. O gün, yazmakta olduğum romanı yarım bırakmaya karar verdim, bu çocukların hikayelerini hemen yazmalıydım. Eylül ayıydı, Doğu yolları kardan kapanmadan aileleriyle görüşmek için doğuya gittim. Türkan Saylan’ın mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu ancak o zaman tam anlamıyla idrak ettim.

- Kardelenler projesi sırasında yaşadığınız en etkileyici an neydi?

Bu projenin içinde yer almak hayatımda dönüm noktalarından biri oldu. Özellikle bir hikâye var ki hiç unutmuyorum. TED bursunu kazanan 25 çocuğa sonradan bir çocuk eklendi. Pervari Kaymakamı, Burs kazanan bir çocuğun ailesinin yol masraflarını karşılayamadığı için yerine bir sonraki öğrencinin gönderildiğini öğrenen Pervani kaymakamı Türkan Hanım’ı aramış, yol parasını kendinin vereceğini söylemiş. Ama yirmi beşinci çocuk okula gönderilmiş bulunuyor. Kontenjan dolmuş. Kaymakam telefonda benim köyümden bir çocuk bu fırsatı nasıl kaçırır diye Türkan Hanım’a ağlamaya başlamış. TED yetkilileri kayıtsız kalamamış. Odaya bir yatak daha ekleyip, sınıfa bir sıra daha koyarak 26. çocuğu da kabul etmişler. Kaymakam, kendi elleriyle çocuğun çantasını hazırlamış; çamaşırlarını, cep harçlığını, yolluğunu koymuş ve otobüse bindirmiş. Bu hikâye sadece Türkan Saylan’ın değil, bir toplumun dayanışma ruhunun da bir yansıması. Helal olsun böyle kaymakamlara!

Ayşe Kulin

"Türkan Saylan, çocuklara dokunarak geleceğimizi şekillendirdi"

- Türkan Saylan’ın bıraktığı iz nedir sizce?

Bugün o bursla okuyan çocuklar inanılmaz başarılar elde ettiler. 100 binden fazla çocuk bu projeyle eğitim gördü. Devlete hizmet edenler var, doktor olanlar, müzisyenler var. Her biri mesleklerinde çok başarılılar. Bir toplantıda genç bir kadın, 'Türkçe bilmeden bu okula başlamıştım,' dedi. Bugün her biri topluma ilham veriyor. Allah Türkan Saylan’dan razı olsun. Bu çocuklara dokunarak geleceğimizi şekillendirdi.

- Zuhal Hanım’ın size ulaşma çabaları olmasaydı bu proje gerçekleşebilir miydi?

Zuhal Hanım gerçekten olağanüstü bir sabırla, inatla bana ulaştı. İlk başta sürekli, ‘Hayır, ben para karşılığı yazı yazmam,’ dedim. Ama ısrarları bitmedi. En sonunda, ‘İstanbul’a dönünce burs alacak çocuklarla görüşüp, sonra karar vereceğim,’ dedim. Onunla TED Koleji’ne gittik ve o çocukları gördüm. Her birinin hevesinden, heyecanından çok etkilendim. Arabaya döndüğümde Zuhal Hanım’a, 'Bu romanı bırakıyorum. Öncelikle bu kitabı yazacağım,' dedim. Çok şükür ki onun inadı ve kararlılığı sayesinde bu kitap hayat buldu.

- Bu süreç sizin için ne ifade etti?

Bu kitap bana Türkiye’nin gerçeklerini gösterdi. Türkiye’yi, Doğu’yu ilk kez bu kadar yakından tanıdım. İnsanlara hep söylüyorum: Doğu’yu görmeden Türkiye’yi biliyorum diyemezsiniz. Her bir kasaba, köy ve insan, ülkenin büyük resmi için çok önemli. Ayrıca proje için hazırladığımız kitap bir Masaüstü Kitabı olarak basıldı. Fotoğrafları rahmetli Manuel Çıtak çekti. O kadar etkileyici bir çalışmaydı ki iş insanlarına, bankalara ulaştırıldı, onların da bu projeye katkıda bulunması için ilham oldu.

"Eleştirilerin çoğunun yazılarımı okumadan yapıldığını düşünüyorum"

- Eserleriniz, özellikle çoksatan romanlarınız, bazen “edebi değil” eleştirileri aldı. Bu eleştirilere yanıtınız nedir?

Genelde bu tür eleştirilere cevap vermezdim. Ama şimdi baktığımda, bu eleştirilerin çoğunun yazılarımı okumadan yapıldığını düşünüyorum. Tabii, benim de yazdıklarımı eleştirdiğim oluyor; hepimizin kendimize dair eksik gördüğü yönler vardır. Ancak ‘bu edebiyat değil’ iddiasına gülüp geçiyorum. Ayrıca cesur bir yazarım. Erkek yazarlar arasında bile benim gibi cesaretle yazana az rastlanır.

- Özellikle çıkış yaptığınız dönemde bir kadın olmanın etkisi neydi sizce?

O dönemde bir kadın yazar olarak bazı ön yargılarla karşılaştığımı fark ettim. İlginç bir örnek vereyim: Bir dergiden genç bir muhabir evime röportaj yapmaya geldi. Henüz sohbetin başında, 'Neden sizden bu kadar nefret ediyorlar?' diye sordu. İlk sorusuydu bu! Çok şaşırdım ve 'Kim ediyor?' dedim. 'Bilmiyorum ama sevmiyorlar,' diye yanıtladı. Gülerek, 'Helal olsun, herkes beni sevmek zorunda değil ki!' dedim. Hatta bir ara, 'Belki babası annesine bana benzeyen bir kadınla ihanet etmiştir,' diye espri yaptım. Ama gerçekten düşündüğümde, bir insan hiç tanımadığı birini neden sevmez, bunu anlamak zor.

Ayşe Kulin

- Bu durumu, erkek egemen bir sektörün güçlü bir kadın yazarı kabul etmekte zorlanmasıyla ilişkilendirebilir miyiz? 

Olabilir ama o dönemde benim kadar başarılı ve çok satan başka kadın yazarlar da vardı. Buket Uzuner gibi isimler mesela. Onlardan böyle nefret ettiklerini hiç duymadım. O yüzden bu eleştirilerin nedenini tam olarak anlamış değilim. Belki de çok kişisel bir şeydir. Kimi insanın çocukluk travmalarından kaynaklanan sebeplerle birine karşı önyargı beslediğini düşünüyorum. Ama elbette bu sadece bir tahmin.

- Bazı erkek yazarların size karşı tavırları da dikkat çekiyor. Sizce bu durum neden kaynaklanıyordu?

Evet, erkekler arasında garip bir ön yargı vardı. Bir erkek yazarın, üstelik edebiyatçı olarak anılan biri, Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde benim ve iki kadın yazarın adını zikrederek 'Sinekler Pisliğe Konar' başlığıyla bir yazı yazdığını hatırlıyorum. Bu çok ağır ve zorba bir dildi. Beni üzen asıl şey, böyle bir yazının Cumhuriyet gibi köklü bir gazetenin kitap ekinde yayımlanmış olmasıydı. Gazete adına üzülmüştüm.

"Başarı, özellikle de çok satan bir yazarsanız, bazılarını rahatsız edebiliyor"

- Bu tür eleştirilerin sadece size yöneltilmediğini düşünüyor musunuz?

Kesinlikle. O dönem çok okunan ve edebi eserler ortaya koyan yazarlara da saldırılar yapıldığını hatırlıyorum. Başarı, özellikle de çok satan bir yazarsanız, bazılarını rahatsız edebiliyor. Bunun sebebi sadece kıskançlık mı, yoksa başka bir şey mi, bilemiyorum. Ama şunu net bir şekilde söyleyebilirim: Ben cesur bir yazarım ve her zaman inandıklarımı yazdım. Bu eleştiriler de hiçbir zaman yolumu kesemedi.

- Eserlerinizi bir “edebi coğrafya” olarak düşünürsek, sizi en çok etkileyen ve romanlarınıza en çok sızan mekânlar hangileridir? İstanbul’dan Saraybosna’ya bu mekânlar sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

Ebru, İstanbul benim doğduğum, büyüdüğüm yer. Bu şehrin içinde geçen 83 yıllık bir hayatım var. Dolayısıyla İstanbul’un benim için çok özel bir yeri var. Ancak hayatımda beni en çok sarsan yer Saraybosna oldu. İlk kez savaşın ne demek olduğunu orada gördüm. İnşallah bir daha böyle bir şey yaşamam. Umarım ülkem de hiç savaş görmez. Savaş korkunç bir şey. Saraybosna’ya indiğimde, havaalanından şehir merkezine doğru giderken gördüğüm manzarayı unutamam: Kurşunlardan delik deşik olmayan tek bir bina bile yoktu. Ve o binalar onarılmamış, bilerek öyle bırakılmıştı. Bir hafıza, bir uyarı olarak.

- Bu durum kitabınıza nasıl yansıdı?

Sevdalinka yazarken Boşnakların bu binalardaki deliklere 'Sarajevo’nun Gülleri' dediğini öğrendim. Kitabım İngilizceye çevrilirken ‘Rose of Sarajevo’ adını verdiler ve önce çok sinirlendim. Neresi gül? Ben bir savaş hikâyesi anlatıyordum. Ama sonra anladım ki, Boşnaklar bu deliklere ‘gül’ adını takmışlar. O anılar, o acılar, unutulmamalı diye o binaları onarmamışlar. Bu kadar suçsuz ve sadece Müslüman oldukları için soykırıma uğrayan insanları düşündükçe hâlâ yüreğim sıkışır. Saraybosna, Osmanlı’nın mirası, bizim arka bahçemizdir. Müslüman isimler taşıyorlar ama dilleri Boşnakça, yazıları Kiril alfabesi. Tek farkları dinleri. Bunun için, sadece bunun için yaşadıkları dehşet akıl almaz.

- O coğrafyadaki tanıklıklarınızın en çarpıcı olanlarından biri neydi?

Bir kadınla konuşmuştum, bir üniversitede profesördü. Yıllardır Sırp bir meslektaşıyla aynı odayı paylaşıyormuş. Bir gün odasında büyük harflerle yazılmış bir not bulmuş: 'Bugün sakın evine gitme.' Notu yazan Sırp arkadaşıymış. Kadın hemen kızını aramış, ne varsa toplayıp bir yerde buluşmalarını istemiş. O gün evine bir daha girememiş, çünkü evi taramışlar. Düşünün, sırf Müslüman olduğu için. Bu kadın bir felsefe profesörüydü. Sessiz, sakin, kendi halinde biriydi. Ama savaş böyle bir mantıksız çılgınlıktır işte.

"Bosna Savaşı’ndan sonra Batı’nın insaniyetine dair bütün inancımı kaybettim"

- Bu yaşadıklarınız Avrupa medeniyetine bakışınızı değiştirdi mi?

Kesinlikle. O zamana kadar Batı medeniyetine hayrandım. Dilleri, şarapları, yemekleri, bilimi, sanatı... Ama Bosna Savaşı’ndan sonra Batı’nın insaniyetine dair bütün inancımı kaybettim. Düşünebiliyor musunuz, Avrupa’nın tam ortasında dört yıl boyunca bir katliama göz yumdular. Dört yıl boyunca koca bir kıta, hiçbir şey yapmadan izledi. Bu benim için dönüm noktasıydı. Şimdi de aynı şeyi Filistin’de yapıyorlar. Avrupa medeniyeti diyorlar ama insaniyetleri çok düşük bir seviyede. Bunun gibi olaylar bana hep aynı şeyi düşündürüyor: Medeniyet, insaniyetten yoksunsa, neye yarar?

- Peki, İstanbul'dan Saraybosna'ya uzanan bu geniş coğrafyanın etkisi sizde nasıl bir iz bıraktı?

İstanbul'un güzellikleriyle büyüyen bir insan olarak Saraybosna’daki acılar beni derinden sarstı. İstanbul benim ruhumun evi, Saraybosna ise vicdanımın kanayan yarası oldu. O coğrafyada gördüğüm insanlık dramı, yazılarımda hep yer buldu. Çünkü yazar olarak şahit olduklarımı aktarmak ve unutturmamak benim sorumluluğum.

- Füreya romanınızda Şakir Paşa ailesinin köklü geçmişini ve içsel çatışmalarını detaylıca anlattınız. Şimdi, Şakir Paşa ailesini konu alan bir dizinin ekranlarda olması, sizin kaleme aldığınız aile hikayesinin yeni bir yorumu gibi düşünülebilir. Ancak, bu tür yapımların dramatik kurgularla orijinal hikayeyi değiştirme riskini taşıdığı da bir gerçek. Sizce Şakir Paşa ailesi gibi önemli bir aileyi ekrana taşırken, onların tarihsel ve duygusal derinliğini koruyabilmek mümkün mü? Dizinin fotoğrafa dayalı yeniden yaratımları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aileden izin alınmadan yapıldığını pek zannetmiyorum. Şirin Devrim’in kitabını baz almış olmalılar. Ama kimden izin alındı ya da alınmadı, onu bilemiyorum.

Ayşe Kulin ve Ebru D. Dedeoğlu, Hazal Sipahi'nin köpeği Leyla ile

- Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın (Halikarnas Balıkçısı) torunları, "Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar" dizisinin yapımcılarının kendilerinden izin almadığını belirterek hukuki süreç başlatmışlar. Ne düşünüyorsunuz?

Sanırım İzmir'de oturan aile üyeleri onlar. İstanbul’dakiler değil. İzmir’deki torunlar daha mazbut bir hayat yaşayan, kendi halinde bir aile. Bu tür bir projeye karşı çıkmaları doğal. Ancak Şakir Paşa ailesi öyle bir aile ki inanılmaz sayıda sanatçı yetiştirmiş. Aileden çıkan herkes bir şekilde sanata damga vurmuş: Kimisi sahnede, kimisi resimde, kimisi seramikte... İçlerinden sanat adeta fışkırıyor. Onların erkana kazandırılmasına, seyirciye tanıtılmasına çok olumlu bakıyorum.

- Örneğin, Fahrünnisa Zeyd dünyaca ünlü bir sanatçı.

Evet, dünyaca ünlü olmasının bir nedeni de prens kocası olabilir. Herhangi biri olarak belki dünyada bu kadar ses getiremezdi ama kesinlikle kendi ülkesinde ressam olarak çok iyi bir isim yapardı. Londra’daki Tate Modern’de bile eserleri var.

- Dizinin sizin Füreya kitabınızdan etkilenmiş olabileceğini düşünüyor musunuz?

Füreya'da aileyle ilgili detaylar yok. Kitap tamamen Füreya’nın yaşamına odaklanıyor. Zaten Füreya, aile içinde en muhafazakâr kişi olan Hakiye Hanım’ın kızı. Dizide de gördüğüm kadarıyla onu canlandıran oyuncu tam bir Hakiye Hanım. Duruşuyla, tavırlarıyla birebir. Ama Füreya başka bir karakterdir. Daha farklı bir dünya görüşü vardır. Kendisi Şakir Paşa ailesinin muhafazakâr bir kolunda yetişmesine rağmen son derece özgür ruhluydu.

- Ailedeki diğer kadınlar da çok özel insanlar. Aliye Berger örneğin, resim galerisi deneyiminizde çok çılgın bir anıya neden olmuş.

Evet, Ankara’da çocuklarımla yaşarken bir galeride çalışıyordum. Aliye Hanım sergi açmak için geldi. Biz ressam arkadaşlarla resimlerini düzenledik, asılacak yerlerine karar verdik. Çok titiz çalıştık, ipleri bile görünmeyecek şekilde, her şeyi ayarladık. Aliye Hanım içeri girdi ve 'Bu ne? Hepsini indirin!' dedi. İtiraz edemedik. Elinde bir makas, ipleri kesip kendi düzenini kurmaya başladı. Tamamen kendine özgü bir düzenleme yaptı. Çılgın bir kadındı ama kızamıyorsunuz, çünkü çok sempatikti.

- Şakir Paşa ailesiyle ilgili dizinin izleyiciler üzerindeki etkisi büyük. Sizce bu aileyi daha geniş kitlelere tanıtmak adına dizinin katkısı olumlu mu olacak?

Diziler dramatik unsurları ön plana çıkarıyor. Ama bir ailenin tarihsel ve kültürel mirasını yansıtmak için gerçeklere sadık kalmak önemli. Mahremiyet ihlali gibi durumlar yaşanıyorsa bu elbette üzücü. Umarım ortaya çıkan eser, ailenin bu derin ve çok yönlü sanat mirasını hakkıyla temsil edebilir.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Rıza Akın mikroskobik canlıların görünmez dünyasını anlattı: Bakteriler eş seçimini etkiler mi; yaşam ve ölüm arasında tercih yaptırabilir mi?

Ali Rıza Akın: Kanser tedavisinde kullanılan akıllı ilaçların etkisini artırabilen bakteriler mevcut. Yani düşünün, trilyonlarca dolar harcayan ilaç sanayisinin ve akademisyenlerin üzerinde çalıştığı tedavilere, gözle göremediğimiz, genetik mirasla bize kalan bu bakteriler doğal bir şekilde destek olabiliyor. Bu bakteriler, akıllı ilaçların başarı oranını yükselterek tedaviye büyük bir katkı sağlıyor

Hayata zekâsı ve kahkahasıyla meydan okuyan Deniz Türkali: Tiyatro, politik bir meydan okumadır; kadından, kediden korkmayan neuzubillah kâfir olur!

"Direnmek için umutlu olmaya ihtiyacımız var. Direnmek için gülmeye ihtiyacımız var. Direnmek için âşık olmaya, sevmeye, dostluklara ihtiyacımız var"

Yekta Kopan adalet, huzur ve özgür bir kahkahanın kitabı ‘Belki Yaz Erken Gelir’i anlattı: Kahkaha atmayı, mavinin gelmesini bekliyoruz

“Şu anda dünyanın Avrupa'nın en şiddet dolu ülkesiyiz. Kadınlar, çocuklar hatta bebekler yaşamayı bekliyorlar. Sokakta rahatça, özgürce yürümeyi bekliyoruz. Mesela kahkaha atabilmek istiyoruz. Çok zor bir şey. Bekliyoruz…”

"
"