03 Mayıs 2011

'Gazetecilik bakkallık değil' diyen Milliyet patronu kimdi?

... Bugün 61. kuruluş yıldönümünü kutlayan Milliyet'in Demirören-Karacan ortak girişimini...


“Milliyet gazetesine ait tüm marka ve isim hakları ile internet sitesi alan adları ile birlikte devredilecek çalışanlar ‘kapanış’ tarihinde DK Gazetecilik ve Yayıncılık bordrosuna tüm hakları ile intikal edecektir...”
Bugün 61. kuruluş yıldönümünü kutlayan Milliyet'in Demirören-Karacan ortak girişimini ifade eden DK Yayıncılık'a satışına ilişkin olarak İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'na yapılan bildirimde, gazetecilerin de yeni patronlara devredildiği yukarıdaki kelimelerle ifade ediliyor.

Hasan Cemal,
Milliyet'in (ve Vatan'ın) satılması üzerine hem Doğan grubunun, hem de Demirören ve Karacan ailelerinin gazetecilerin değerlendirmesini almamasını, The Wall Street Journal'ın Rupert Murdoch'a satılması sürecinde yaşananları örnek vererek eleştirince basın tarihimize geçecek bir cevap aldı. Gazetenin kurucusu Ali Naci Karacan'ın torunu olan  Ali Karacan, Hasan Cemal'i terslerken – yel kayadan ne alır - “Milliyet'in babasının malı olduğunu” söyledi.
Türkiye basınının yönetici olarak “en doğurgan”, yazar olarak en üretken isimleri arasında ayrı bir yeri bulunan Hasan Cemal'in, Milliyet'teki köşesinde Karacan'ın bu yaklaşımını “talihsizlik” olarak değerlendirdiğini biliyoruz.
Cemal'in savunduğu ve önemli ölçüde yalnız kaldığı editoryal bağımsızlık ilkesinin “iki patronlu gazete” olarak Milliyet için şimdi neden daha da hayati bir önem kazandığına geçmeden önce, tartışmaya ışık tutacak bir tarih turu yapalım.

Tutkulu bir gazeteci-girişimci: Ali Naci Karacan

“Milliyet” adını taşıyan ilk gazete Siirt Mebusu Mahmut Bey (Soydan) tarafından 1926'da çıkarıldı. Dokuz yıl sonra “Tan” adını alan gazetenin isim hakkı daha sonra Ali Naci Karacan'a satıldı. 
1896 yılında doğan, Galatasaray Lisesi'ni bitiren, Servet-i Fünun'da aruz vezninde şiirler yazan, Tasvir-i Efkar'da çalıştıktan sonra İkdam'a geçen, bu gazetede İttihat ve Terakki'yi eleştiren yazılar yazan Ali Naci Karacan, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen Akşam'ı da çıkaran grupta yer aldı. Tutkuyla gazete çıkarmaya yönelen ve her şeyini bu işe yatıran Karacan ilk girişimlerinde başarısız oldu. 
İzleyen dönemde 1948 yılına kadar İsviçre'de basın ataşeliği yapan Karacan, Türkiye'ye dönüşte Halil Lütfü Dördüncü ile Tan gazetesini çıkarmaya başladı. Ancak Tan tutmadı, beş bin adet dağıtılan gazetenin dört bini iade ediliyordu. 
Tan macerasını noktalayan Karacan, Milliyet'in isim hakkını Arif Oruç'tan satın aldı ve derhal yayına geçmeye karar verdi. İlk sayısı, Nuruosmaniye Türbedar Sokak'taki üç katlı ahşap binada bir araya gelen 32 kişi ile 3 Mayıs 1950'de çıkarılan Milliyet'in sahip olduğu tek telefon logonun yanından ilan edilmişti: 296 14


İlk Milliyet'ten İpekçi'nin Milliyet'ine 

Yazı işleri müdürlüğünü Ali Naci Karacan'ın mühendis oğlu Ercüment Karacan'ın yaptığı Milliyet'in gotik harflerle tasarlanan ilk logosu, Atatürk'ün isteğiyle Latin harflerine geçildikten sonra hazırlanan ilk alfabenin kapağını da yapan İhap Hulusi'ye aittir. Yeni Cumhuriyet'in görsel tarihine damgasını vuran, çizgileri İş Bankası'ndan Ziraat Bankası'na uzanan, efsanevi Kulüp Rakısı'nın etiketinde de imzası bulunan ve Türkiye'nin ilk grafikeri sayılan İhap Hulusi Görey...
Ali Naci Karacan bu Milliyet'te de beklediği sonucu alamaz, kendi binası ve rotatifine sahip olmadan bu işi yürütemeyeceğini anlar. Oğlu Ercüment'le konuşur, Molla Fenari Sokak'ta Milliyet'le özdeşleşen binayı alır, Cumhuriyet'in, eski ama iş gören rotatifini Nazime Nadi ile anlaşarak Milliyet'e taşır.
Oğul Karacan, babasına, “yeni Milliyet'i yeni bir isme, genç ve dünyayı bilen bir gazeteciye yaptırmayı” önerir. Karacan oğlunun teklifini kabul eder.
Karacanlar'ın Bab-ı Âli'de çaldıkları bütün kapılar, Beyoğlu muhabiri olarak Yeni Sabah'ta gazeteciliğe başlayan, oradan Yeni İstanbul'a  geçen ve yazı işleri müdürlüğü için İstanbul Ekspres'e transfer olan tutkulu bir genci işaret eder; Abdi İpekçi...
O sırada Kore'de askerlik yapan İpekçi İstanbul'a döner dönmez Ali Naci ve Ercüment Karacan'ın yeni Milliyet'in başına geçmesi teklifiyle karşılaşır ve kabul eder.
Yeni Milliyet'i 25 yaşındaki Abdi İpekçi ve ekibi hazırlar, yayın 1 Ekim 1954'te başlar. Kendisini “halk gazetesi” olarak ilan eden Milliyet, Abdi İpekçi'nin geniş kitlelere hitap eden “popüler fikir gazetesi” formülüyle bu kez tutar. Haberleri muhataplarına sorularak kontrol edilmiş, karikatür ve mizahı ihmal edilmemiş modern Milliyet, Bab-ı Âli'nin büyükleri Hürriyet ve Cumhuriyet'in arasında kendisine bir yer bulur. Röportajlar, büyük fotoğraflar, sık sık birinci sayfaya da çıkarılan spor haberleriyle kısa sürede büyür.

Ali Naci Karacan: Gazetecilik bakkallık değil

Ali Naci Karacan, 1 Ekim 1954 tarihli yeni Milliyet'te, 3 Mayıs 1950'deki ilk sayıda yapmadığı bir şeyi yapar. Başmakalesinde adeta bir manifesto kaleme alır. 
Bu yazı, Ali Naci Karacan'ın torunu, Ercüment Karacan'ın oğlu Ali Karacan'ın, editoryal bağımsızlığın önemini vurgulayan Hasan Cemal'in karşısına “Milliyet babamın malı” ifadesiyle karşı çıkması açısından da önemli satırlar içeriyor. Ali Naci Karacan'ın birinci sayfadaki “BAŞMAKALE” başlıklı köşesinde yayımlanan “BU GAZETE” başlıklı o yazısından birkaç satırı birlikte okuyalım:

“İktidara dalkavukluk edecek misiniz?
Hayır.

Halk Partisi'ni tutacak mısınız?

Hayır.

Millet Partisi'ni?

Hayır.

O halde kimin gazetesi olacaksınız?

Halkın gazetesi.

(...)

Gazeteciliği kârlı bir politika oyunu veya bir nevi bakkallık sayanlardan farklı ahlak sahibi, eski yeni bir avuç gazeteci, mesleki tecrübe ve bilgiyle enerji ve tekniği birleştirmeye çalışarak, işte, bugün, bu memleket halkına, bu ruhla, bu kafada, bu çapta, yeni, yepyeni bir gazete takdim etmek istiyoruz...”

Milliyet'te ilk çift patronlu dönem

Abdi İpekçi; “patron gazeteci” kuşağının son temsilcilerinden Ali Naci ve Ercüment Karacan'ın 25 yaşındayken kendisine açtıkları yolda 1 Şubat 1979'da katledilene kadar Milliyet'in başında kaldı. O sırada “genel yayın müdürlüğü” diye tanımlanan bir görev bulunmadığı için ilk kez 30 Ekim 1954'te künyeye “Yazı İşleri Müdürü” olarak giren İpekçi, Milliyet'i Türkiye'nin en itibarlı, en etkili gazetelerinden biri yaptı. 
Ercüment Karacan, İpekçi'nin katledilmesinden sonra Milliyet'i satmaya karar verdi. En ciddi talip Aydın Doğan Karacan'la el sıkışınca eşi ve çocuklarıyla birlikte Eyüp Sultan Camisi'ni ziyaret ettikten sonra işe koyuldu. Çoğunluk hisselerini 20 Temmuz 1979'da aldığı Milliyet'in künyesine 6 Ekim 1980'de giren Aydın Doğan, kendisini medya imparatoru yapan gazeteyi nisan ayı sonunda Erdoğan Demirören-Ali Karacan ortaklığına sattı.
Bu satış, Milliyet'in 61 yıllık tarihinde “iki patronlu” olacağı ilk dönemi başlatması açısından da önem taşıyor. Milliyet'in, biri Erdoğan Demirören olmak üzere, geçmişte de ortakları oldu. Ancak o dönemlerde de “hakim ortak”lı tek patronaj yapısı işledi. 
Milliyet'in yeni sahiplik yapısında “hakim ortak” var mı, bilmiyoruz.  Ancak bir tarafta “Babamın malı” diyen Ali Karacan'ın, diğer tarafta “eski şaaalı günlerine kavuşturacağını” söylediği Milliyet'e Maslak veya Kavacık'ta yeni bina aradığını açıklayan Yıldırım Demirören'in sözleri ikili patronajın işaretlerini veriyor. Bu yapının “çift başlı” yönetim doğurup doğurmayacağını şimdiden kestirmek zor.
Ancak Hasan Cemal'in altını çizdiği editoryal bağımsızlık, iki patronun gazetenin yönetimi için sağlayacakları mutabakat açısından da büyük bir önem taşıyor. Aksi takdirde patronların “genel çerçeve” dışında müdahale edecekleri bir yayın politikasının gazetede “Demirörenci”, “Karacancı” gruplar doğurması ihtimali var ki, “kişilik” bölünmesi yaratabilecek bu durumun Milliyet'e zarar vermemesi düşünülemez.

Editoryal bağımsızlık 'ortaklık' şerhi değil

Medya patronlarının, editoryal bağımsızlığı “tapu ve ticaret sicili” kayıtlarına düşülmüş bir ortaklık şerhi gibi algılamaları, bugüne kadar sahip oldukları gazete ve televizyonlar yararına sonuçlar doğurmadı, bundan sonra da doğurmayacak.
Hasan Cemal'in Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmenliği için yaptığı özeleştirilerden biri, bu görevi sürdürürken köşe yazısı yazmak olmuştu. Bırakın patronların yazı işlerine müdahalesini, Cemal, genel yayın yönetmenlerinin subjektif fikirlerini her gün yazmasının da, gazetenin yazar ve muhabirlerinin bağımsız üretimlerini sınırlayacağını ve çarpıtacağını düşünüyordu.
Görüşlerini ciddiye almak kolay olmasa da, “gazeteleri buzdolabı fabrikasına” benzetenler,  “Milliyet babamın malı” diyen bir patronun gazetenin yazı işleri masasının başına geçmesi için ne düşünürler acaba?
Sahipleri ve çalışanları, Ali Naci Karacan'ın, Milliyet'in “gazeteciliği bakkallık saymayan ahlaklı bir avuç gazeteci” tarafından kurulduğunu ilan eden satırlarını unutmamalı.
Gönül ister ki; “Babamın malı” yaklaşımı, Milliyet'in ifade ettiği değerlerin inşa edilmesinde gazetecilerle birlikte önemli bir payı bulunan Karacan ailesinin tarihine eklenen yeni sayfanın yegâne başlığı olmasın.
Ali Karacan ile Erdoğan ve Yıldırım Demirören'in; “havan dövücülerin hınk deyicileri”ne değil, Hasan Cemal gibi, “acaba başıma ne gelir” endişesi duymadan görüşlerini patronlardan da esirgemeyen gazetecilere, Milliyet'e itibar, etki ve tiraj kazandıracak bağımsız editörlere ihtiyacı bulunuyor.
Bugün 61. kuruluş yıldönümünü kutlayan Milliyet'i, başına ne gelirse gelsin, paçasından çekiştiren bir tarih var.
Selam olsun o tarihi yazanlara...

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?