“Maalesef doğru…”
Tahir Özyurtseven, o eski Milliyet yıllarından ve yollarından kadim dostu Ahmet Sever’e dair kimselerin inanamadığı haberi gözyaşlarını tutamayarak teyit ettiğinde, vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Cüce Şubat’ın 24’ü, pazartesi. Kalp krizi.
Bir insanı kaybetmek onu hiç olmadığı kadar fark ettirir size, hiç düşündürmediği kadar düşündürür. Hayata, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız yerden, yani içinden değil de ölümden bakmanın böyle bir toplamı, böyle bir imkânı var.
Milliyet Haber Merkezi’nden ardışık yıllarda geçmekle başlayan hukukumuz T24’ün kurulduğu ilk günden itibaren daha sık görüşmelerle sürdü. Ahmet’i kaybetmenin hiç olmadığı kadar Ahmet’i fark ettiren özellikleri için çok şey söylenebilir, ben birinciliği gazeteciliğe ilişkin olana vereceğim. Ahmet Sever; 23 yıla yaklaşan AKP iktidarı sürecinde, kendisini benzer konumdaki bütün meslektaşlarından ayıran prensipleri, dürüstlüğü ve cesaretiyle, çıkarsızlığıyla eşsiz bir konum kazandı. Başbakanlık, Dışişleri ve yedi yıl süreyle bulunduğu Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanlığı görevlerinde, ‘akreditasyon’, ‘soru siparişi’, ‘önceden paylaşılmış şikeli soru talebi’ gibi yaygınlaşan ayıplara asla tenezzül etmedi, gazeteciliği teslim almaya yeltenen rezaletlere kendi mesaisinde izin vermedi.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün milletvekilliği, kendisinin de Brüksel muhabirliği yıllarında başlayan ilişki karşılıklı güvenle kök salarak unutulmamış, aslında bambaşka iki dünyayı yıllar sonra Cumhurbaşkanlığı makamında bir araya getirebilmişti. Bu güven ilişkisinin bir yandan imkânları diğer yandan zorlukları içindeki dürüstlüğü ve cesaretiyle resmi görevinde de mesleğini onurlandıran bir gazeteci oldu Ahmet Sever.
Zırhlarla korunup, pamuklarla sarılması gereken insani ve mesleki hasletlerle lanetlenebilirsiniz de… Ne demişti Metin Toker; burası Türkiye, burada Türkler yaşar ve böyle yaşar! Öyle de oldu, Ahmet de dürüstlüğünün ve cesaretinin cezasını gördü. Kitapları nedeniyle yargılandı, geçinmekte, oğullarının okul giderlerini karşılamakta alabildiğine zorlandı… Çok kalbi kırıldı.
Kalp kırmak için hiçbir fırsatı da kaçırmayan bir ülkede yaşıyordu sonuçta. Hayattayken tanık oldukları bir yana; misal daha dün, yıllarca çalıştığı, köşe yazdığı, muhabirlik, Brüksel Temsilciliği ve Haber Müdürlüğü yaptığı Milliyet gazetesi, ölüm haberine bir “Ahmet Sever kimdir” bölümü de koymuş, ama sonra itinayla o bölümde kendisini saklamıştı. Yani Milliyet’teki hayat hikâyesine göre Ahmet Sever’in hayatında Milliyet yoktu, silinivermişti. Gazetecinin itirazı ve cesareti gazetenin korkusu olunca kalp kırılıyor tabii. Milliyet de, epeydir bu düzenin eserlerinden biri olarak ölüm haberinde bile kaçırmamıştı işte fırsatı!
Milliyet’teki Ahmet Sever portresi
T24’e davet ettiğimizde önemli yazılar kaleme almış, ancak “Başınızı belaya sokmak istemem” diyerek seyrek yazdığı bir mesafede durmuştu.
Gerçekler mütemadiyen kırıcı geliyorsa, doğru ya da yanlış, başka bir gerçeklik arama, başka bir gerçeklikle ilişki kurma hayali olabiliyor. Ahmet de bu bahiste alkol eşliğinde mesafe kat etti, ancak bu yolda daha da kırıldı. Hem olan bitenden hem de kişisel serüveninin dip katlarından yüzeye çıkan hislerinden dolayı kırıldığını görebiliyordunuz. Evet “çocukluk üç beş yazdan oluşur” ama hiçbirimizin üzerindeki güneşi batmaz!
Buğulanmış sohbetlerin bazılarında kırılırken kırdı da. Sonrasında üzüntüsünü paylaştığı hoyratlıkları da oldu Ahmet’in. Ama emin olun her kavgasından sonra yalnızlığına döndü. İnsanın bazen gerçeklerden daha çok yakınlığa ihtiyacı olduğunu hepimize hissettiren bir yalnızlığa…
Ahmet Sever (arkada sağda), kadim dostu Tahir Özyurtseven, oğulları Can ve Barış
Elbette sadece kırgınlıklar, çatışmalarla cereyan etmedi o sohbetler; o masalarda bahsi geçtikçe gözlerini bulutlandıran ışıltı, ikiz oğulları Barış ve Can’la duyduğu gururdandı. Çocuklarının annesi Ayşen’in tevazuyla bahsettiği işleriyle iftihar ederdi. En büyük kahkahalarını Brüksel yıllarından dostu Zeynel Lüle ile hatıralarını anlatırken atar, sırdaşı Erhan Güleryüz’ü cezalandırarak sevmeye bayılırdı.
İyi kalpli bir insandı Ahmet.
Dürüstlüğüyle de cezalandırılarak duran iyi bir kalbi vardı.
Ne kadar yerli, ne kadar millî değil mi!
Ne diyelim, yalan dünya…