Avrupa Birliği'nin Türkiye İlerleme Raporu yarın resmen açıklanacak. Rapor taslağından yansıyan bilgiler, ifade ve basın özgürlüğü ile yargı süreçleri konusunda Türkiye'nin bir kez daha yoğun eleştiriler karşısında bulunduğunu gösteriyor. Yargı ve mevzuat sorunlarının yanı sıra iktidarın medyayla ilişkilerinde de dayanak bulan can sıkıcı bir süreçten geçiyoruz.
“Öfkeyi bir hitabet sanatı” sayabilirsiniz, ancak demokrasinin günlük hayattaki lisanı “tahammül”dür.
Öfke, biteviye bir haklılık duygusu ikram ederek insanın görüş alanını alabildiğine daraltır . Her noktada mutlak surette haklı olma duygusu öfkeyi, öfke haklılık sanrısını tetikler, bu döngüde köpürmenin sonu yoktur.
Çok öfkeli bir Başbakanımız var. 10 yıldır yönettiği ülkede hâlâ mağdur edilebildiğine inanan bir haklılık duygusuyla sürekli köpüren, en ziyade alınganlığa mazhar bir Başbakan.
“İnsanın karakteri, yeteneklerinin ayağına nasıl dolanır” derseniz, sıkı cevaplardan biri Tayyip Erdoğan'dır.
Gazetecilere, medya patronlarına karşı tavrı malum, ama Erdoğan geçen hafta, tahammülsüzlük çıtasını daha önce emsaline tanık olmadığımız bir noktaya da çıkardı. Partisinin grup toplantısında, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hakkında gensoru önergesi veren ana muhalefet partisini – ki lideri öfke lisanı konusunda Erdoğan ile yarışmaya başladı – tuhaf bir iddiayla suçladı. Erdoğan, “sonuç alamayacağını bilerek gensoru önergesi vermeyi TBMM'nin onurunu kırmak”la bir tuttu.
Parlamanter sistem, hükümetin, seçimden çıkmış bir parlamentoya hesap vermesi esasına dayanır. Hükümet, yani yürütme organı parlamento çoğunluğuna hâkim olsa da, parlamenter demokrasinin esası budur.
Bu esas, halen yürürlükte olan darbe anayasasında bile böyledir. Anayasa'nın “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Denetim ve Bilgi Edinme Yolları” başlığını taşıyan IV. bölümünde hükümeti denetlemenin araçları tek tek sayılır: Soru, Meclis araştırması, gensoru ve Meclis soruşturması.
Velhasıl Erdoğan, muhalefetin, parlamentonun en önemli denetim araçlarından birini işletmeye çalışmasını, parlamentonun onurunu kırma girişimi olarak görme noktasına ulaşmış bulunuyor.
Aynı Erdoğan, AKP'nin 4. Olağan Kongresi'ne, konuşmasından önce, 6 gazete ile 2 televizyon kanalını sokmayarak damgasını vurdu. Gazeteciliğin haber alma hakkı ile haber verme görevini ihlal eden bu tutum için şunları söyleyebildi Erdoğan:
“Bize sürekli olarak hakaret eden, her türlü saygısızlığı sürekli olarak gösterenleri, ben de kendi özel böyle bir günümüze davet etmek zorunda değilim. Bundan dolayı da davet etmedik. Olay bu kadar basittir. Yani bu işi bu kadar seviyorlarsa zaten bunca televizyonlar yayınladılar. Oradan takip eder, gerekli değerlendirmeleri yine yaparlar. Yani sadece onların şeyi; Arena'ya girememişlerdir olay budur.
CHP ve MHP'nin büyük kongremize katılmama konusunda ileri sürdükleri bahaneler dahi nasıl bir tahammülsüzlük içinde olduklarını gösteriyor. Birinin bahanesi şu; bazı gazetelerin kongreye davet edilmemesi. Etmem, mecbur muyuz etmeye? Her gün her türlü hakareti yapacaksın, buna rağmen davet edeceğiz. Yok böyle 25 kuruşa simit. Basına engel konulmazmış, biz zaten koymuyoruz. O medya bize saygısızlık ettiği zaman ona haddini bildirmek de bizim cevabımızdır. O gün salonda olan bize saldıranlar yok mu, var. Ama biz üç beş tanesine böyle bir şeyi uyguladık.”
Yine o mağduriyet ve haklılık duygusu… Hakaret ettiğini düşündüğü gazetecilere zaten dava açan Erdoğan, kendisine muhalefet eden yayın kuruluşlarına bir bütün olarak ambargo uygulayarak kamusal bir göreve karşı yargı yolu dışında kişisel bir yaptırım inşa etmekte sakınca görmüyor.
Haklılık, mağduriyet duygusu ve öfke sarmalının inşa ettiği bir buyurganlık, tükenmek bilmeyen bir “haddini bildirme” hevesi karşısındayız. Aynı Erdoğan'ın, bu sözlerden birkaç gün sonra, Ankara Üniversitesi'nin öğrencilere biber gazı eşliğinde yapılan açılışı sırasında, salona “kabul edilmiş” gençlere ne dediğini hatırlıyor musunuz?
“Kibir ve gurur asla yanınıza yaklaşmasın. Tavrınızı daima hoşgörü ve demokrasiden yana koyun…”
Partisinin kongresine 6 gazete ve 2 televizyonun alınmaması talimatını veren Erdoğan’ın öğrencilere “daima hoşgörü ve demokrasiden yana tavır” tavsiye etmesini, kendi dilinin döndüğü türden bir özeleştiri sayalım mı!
Başbakan veya değil, hiç kimseye hakaret, aşağılama kabul edilemez. Peki, AKP kongresinin yapıldığı 10 bin kişilik salona giremeyen “hakaret”, 10 kişilik Başbakanlık uçağına nasıl sürekli girebiliyor?
“Fahişe, orospuşt, sorospu çocukları, orospunun çocuğu, Ermeni uşakları, azgın Yahudi” lisanında konuşan sözüm ona bir “gazetecilik” Başbakanlık uçağında nasıl onurlandırılabiliyor?
Erdoğan, insan onurunu, sadece “Başbakanlık” makamında kırılan bir şey mi sanıyor?..
Karakter, demiştik. Bakın etrafınıza; karakteri yeteneklerini katletmiş, en olmayacak mertebelerde yenilmiş insanların ne kadar çok olduğunu göreceksiniz.
Kurbanlardan biri, bu ülkenin başbakanıdır!