Türkiye’nin son bir haftalık gündeminde maalesef birçok istismar, cinsel taciz haberiyle karşılaştık ve muhtemelen de önümüzdeki haftalarda bu haberler artarak devam edecek. Haberlerin paylaşılmaları ve kamuoyu yaratmaları son derece önemli.
Muhtemelen, tacizlerden “hayatta kalanlar” da bu paylaşımların bulduğu yankılardan cesaret alıp daha kolaylıkla paylaşıyorlar.
Cinsel taciz, istismar ve işyerlerinde yaşanan “mobbing” yani aslında ahlaki istismar yalnızca bizim ülkemizde yaşanmıyor. Fakat ülkenin ataerkil dinamikleri olayların sıklığını, biçimlerini ve ceza mekanizmalarını belirliyor. Toplum, güç mekanizmalarının işleyiş biçiminin ve bu mekanizmalarda demokrasi, eşitlik gibi temel değerlerin uygulanışının büyük oranda yansıması aslında.
Siyasi iktidarların yaptırımları, gücü kullanma biçimleri, özellikle kamusal kurumların işleyiş biçimlerini doğrudan etkiliyor. Türkiye’nin de her daim ataerkil olmuş yapısının, son yıllarda kadınların tanıklık ettiği hızla güç mekanizmalarından dışlanması, hatta toplumsal cinsiyet eşitliğinin reddi de şüphesiz taciz, istismar gibi toplum dengesini alt üst eden olaylarla karşılaşma sıklığını arttırıyor.
“Failler” çoğunlukla psikolojileri bozuk kişiler oldukları düşünülse de aslında ataerkil sistemden cesaret alan, güçlerini ne zaman ve nerede kullanacaklarını bilen kişilerden oluşuyor. Zaten, faillerin eylemlerini gerçekleştirdikleri mekanlar genellikle gözden uzak yerler. Failler bunun suç olduğunu biliyorlar ve seçtikleri kişilerde çoğunlukla onların hiyerarşilerinin altında kişiler. Öyle ki failleri içinde yaşadığı dinamiklerden, zaman ve mekândan ayrı düşünmemiz mümkün değil.
Sistem, tacizciye izin veriyor
Cinsel taciz, istismar ve ahlaki istismarlar hiç şüphesiz kendi içlerinde birtakım ilişkiler zincirinin, dinamiğinin yansıması. Öyle ki, iş yerlerinde “mobbing”ten bahsederken çoğunlukla üzeri örtülü olarak seksizmden, etnik ayrımcılıktan, kadın düşmanlığının üstü örtülmüş halinden de bahsediyoruz. Burada da aslında kanıksanmış “maçoluk” ya da seksist şakaların bir taciz aracı olarak karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Buralarda ise bir maskeleme söz konusu. Tacizde bulunanlar yine sistemin onlara verdiği “izni” kullanıyorlar.
Claudia de Gasparo’nun 2003 yılında “Cahier de Genre” adlı dergideki “Ahlaki ve Cinsel Taciz: Toplumsal Yaklaşım” adlı makalesinde, mobbingin nasıl seksist ve mizojen olabileceğine dair örnekler veriliyor. Örneğin hamile bir çalışanı tazminat vermeden kovdurmaya çalışmak ya da başka bir kadın çalışanı “sen süperge bile tutamazsın” diye aşağılamak da yine aynı şekilde seksist mobbing yöntemleri arasında. Ya da siyahi bir çalışanı “koktuğu” şeklinde aşağılamak aslında toplumsal güç dengelerinin üstünlüğünü kötüye kullanmaktan geçiyor.
Kısacası faillere, toplum tarafından yakılan bir yeşil ışıktan söz etmek mümkün. Ne yaparlarsa yapsınlar, ataerkilliğin en güçlü ve en sinsi silahı olan suçluluk duyguları ile özellikle kadınları vurmak bugüne kadar her zaman kolay olduğu için, halen bu anlayışın verdiği cesaretle birçok taciz ve istismardan hayatta kalanlarla karşılaşıyoruz. Genellikle tacize uğrayanlar utandırılıyor, suçlu hissettiriliyor. Aslında istismarlar bireysel ya da psikolojik suçlar olarak gözükseler de onlar ait oldukları toplumsal mekanizmaların bir yansıması.
O yüzden, bu hafta sosyolojik açıdan üzerinde çok yönlü düşünülmesi gereken konulardan biri hiç şüphesiz Dokuz Eylül Üniversitesi sosyoloji bölümde yaşananlar…
Prof. Dr İbrahim Kaya’nın, 2014 yılından itibaren defalarca öğrencilerini taciz ettiği, kadın öğrencileri hedef alarak yalnızlaştırdığı, tehdit ettiği, uygun olmayan saatlerde öğrencilerini arayarak, kendi çocuğuna baktırmak için evine çağırması yönünde, hukuksal süreci başlatacak boyutta iddialar var. Maalesef öğrenciler, başlarına gelenleri birçok kez üniversite yönetimine şikâyet ettikleri halde hiçbir yanıt alamamışlar; o yüzden de sosyal medyada #DokuzEylüldeTacizVar adlı bir etiketle paylaşma yoluna gitmişler.
“Etiket kuşağı”nın hak arama refleksi
Olayda birkaç dinamik çok önemli: Kadın öğrencilerin cesareti, iş birliği, sosyal medyanın aracı olarak kullanılması ve üniversite yönetiminin halen sessiz kalışı.
Burada hemen bir parantez açarak belirtelim ki aslında sosyoloji bilimi ile uğraşan kişilerin, Z-kuşağının hak arama refleksini göz ardı etmiş olmaları da çok vahim. Z-kuşağı, aynı zamanda 4C ile tanımlanan bir kuşak (Communication/İletişim, Connection/ Bağlantı, Creation/Yaratıcılık, Collaboration/İş birliği).
1995 doğumlular ile başlayan bu nesle, “etiket kuşağı” da deniyor. Bugünlerde şu an üniversitelerde olan bu gençler sayesinde bir sürü haber hızla yayılıyor, haksızlıklar daha çabuk yankı bulabiliyor.
Kadınların son dönemlerde sosyal medyada cesaretle olayların üstlerine gitmeleri, Mısır’daki ayaklanmalar sırasında Tahrir Meydanı’nda yaşanılan cinsel taciz, istismarlara kadar uzanıyor. Mısır’daki kadınlar Harass Map sitesini kuruyor. Türkiye’de ise, Özgecan Aslan’ın acı katliamında tanıştığımız #sendeanlat etiketin arkasında da Harass Map var.
Dünyada ise, Amerika’da başlayan #metoo ve Fransa’daki #balancetonporc etiketleri, kadınların başlarına gelenleri anlatmaları ve kadınları sinsice vuran suçluluk duygularından arınmaları için çok önemli.
Dokuz Eylül Üniversitesi’nden henüz bir resmî açıklama gelmemekle birlikte, gencecik kadınların gerek akademik gerek ise toplumsal statülerini riske atarak yaptıkları bu açıklamanın çok ciddi olduğu kanısındayım. O yüzden de olayın üzerine gitmekte fayda olduğuna inanıyor, taciz ve istismarlara karşı toplumsal bir bakış açısı geliştirmeyi de ortak sorunumuzun çözüme kavuşturulması açısından ayrıca çok önemli buluyorum.