31 Mart 2019

Çok boyutlu yoksulluğun yetimleri

Zanzibar’da yaşayan 8 ailenin çocuklarından ayrılış öyküsü, “Sular Yükselince”, yetimlik durumuna “çok boyutlu yoksulluk” bakış açısıyla yaklaşan bir belgesel  

2019 Uluslararası Hindistan Film Festivali’nde “Sular Yükselince” belgeseli ile en iyi yönetmen seçilmeme imkân veren filmin hikâyesini ve neden dünyadaki çocukların fakirlikle mücadelelerinin çok önemsenmesi gerektiği hakkındaki fikirlerimi paylaşmak isterim. Açıkçası, bu genç festivaldeki ödülden ziyade, ailelerin hikâyesinin duyulması bana benzersiz bir mutluluk yaşattı, çünkü asıl amacım onların yaşadıklarını anlatmaktı. 

Doktora tezimin çalışmalarında fakirliğin nedenlerini araştırırken, günümüzün fakirlik indekslerini etkileyen John Rawls ve Amartya Sen’in çalışmalarından çokça yararlanıyorum. Bu yüzden de fakirliğe “çok boyutlu yoksulluk” bakış açısından bakarak bir tez yazarken, çok boyutlu yoksulluğu, kişilerin anlattığı hikayeler üzerinden anlatacak bir belgesel çekmenin, teorinin gerçekliği yansıtmasındaki başarısını da kanıtlayacağına inanmıştım. Zaten Tanzanya’ya da geçtiğimiz yıl ocak ayında bu alandaki sosyolojik çalışmalar için gitmiştim. 

Tanzanya’da son derece sıcak bir pazar gününde yüzün üzerinde yetim çocukla, başkent Dar es Salaam’ın sanayi mahallesinde bir yetimhanede karşılaşınca birkaç oyuncak, kıyafet bırakmanın yeterli olmayacağına karar vermiştim. Ardından hayatımda bambaşka bir dönem başlamış oldu.

Hayatımdaki farklı alanlardaki parçaları bir araya getirmeme vesile ise, çocukların hikayelerini araştırmaya başlamam oldu. Fakirlik yalnızca maddi olarak tanımlanacak bir olgu değil ve eğer sorunlarınızı dile getiremiyor, sesinizi duyuramıyorsanız fakirliğin başka şiddetli bir yüzü ile karşılaşmış oluyorsunuz. Bu yüzden de sesini duyuramayanların, Zanzibar’da yaşayan 8 ailenin çocuklarından ayrılış öyküsünü, bir belgeselle anlatmak isteyince “Sular yükselince” ortaya çıktı.

Rüsvetin işlevi

Yetimhanede kullanılmayan tozlu, sivrisineklerle dolu ve kırk dereceye varan bir odada, çocukların sigorta kağıtlarını araştırmaya başlayarak bir nevi belgeselin de ilk adımlarını atmış oldum. Çocuklarla karşılaşmayı takip eden günler, saha araştırmasına dönüştü. Orada anketler ve bire bir görüşmeler yaptıkça, aslında çocukların neredeyse hepsinin en azından bir ebeveyne sahip olduklarını, ancak fakirlik nedeniyle yetimhaneye gönderildiklerini fark ettim.  

Süreçte hem yetimhanede kalan hem de o evin sahibi olan “Mama”nın da yeğeni olan Musa ile çalışmaya başladık. Yetimhanede kime güveneceğim ile ilgili büyük bir sorun yaşıyordum. Çocuklar oldukça korumasızlardı. Çocuklara gelen kıyafetler satılıyor, kaldıkları yer kimi zaman otel olarak kullanılıyordu. Kız çocukları ise her türlü istismarla karşı karşıya idiler. Kimi “sivil toplum kuruluşlarının” yetimhaneleri bir paravan olarak kullanması sıradan bir duruma dönüşüyordu. Rüşvetin ve yolsuzluğun ise günlük hayatı kendi içinde düzenleyen bir sisteme dönüştüğünü gözlemleyebiliyordunuz. Bu da siyaset bilimci Tom De Herdt ve sosyolog Olivier de Sardan’ın rüşvetin Afrika’da bir işlevi olduğu yönündeki çalışmalarını doğruluyordu. Diğer asıl tehlikede çocukların kimi örgütlerin eline düşmesiydi. Tüm bu karmaşık yapı içerisinde, Musa ile Sosyal Hizmetler Kurumu’na gidip çocukların hikayelerine ulaşmıştık. Çocukları, tek tek bilmek, tanımak istiyordum.

“İnsan çocuğunu nasıl bırakır” demeyin!

Örneğin, Davut’un dosyasını unutamıyorum. 

Davut’u, bizim Mısır Çarşı’mız gibi bir yerde bulmuşlardı. Annesi ile sıradan bir güne uyanmış, annesinin elini tutmuş pazara gitmişlerdi. Sonra annesi ona bir yerde bekle demişti. Davut beklemişti ama annesi hiç dönememişti. Davut’un 2 kardeşi daha vardı. Annesi o sırada başka bir çocuğuna hamileydi. Babaları yoktu, annesi ise çok çaresizdi. Annesi kötülüğünden değil çaresizliğinden bırakmıştı Davut’u. Bu savaş bölgelerinde ikizi olan annelerin hangi çocuğunu emzirmeye karar verme zorunluluklarına benzer bir durumdu aslında. 

Davut’un hayal kırıklığı halen içimi burkar… Gözlerine bakınca da insan zaten her şeyi hissediyordu.  

Kısacası, fakirlik sizi hayatınızın en korkunç kararları ile yüzleştiriyordu. Oturduğumuz yerden “İnsan çocuğunu nasıl bırakır diyebilir?” diye düşünebilirsiniz ama çok boyutlu yoksulluk her şeyi darmadağın ediyordu. Bu coğrafyalarda sömürgecilik her şeyi bitirmişti. Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un birlikte yazdıkları Ulusların Düşüşü’nde, bugün bazı ülkelerin belini büken fakirliğin temelinin sömürgecilikten geldiğini çok iyi anlatıyorlar, meraklısına tavsiye ederim. 

Belgeselden diziye, yetimhane ve yoksulluk 

“Kültürel” denilen sosyal olayların altında büyük sosyo-ekonomik gerçeklikler yatıyor. 

Hemen ekleyelim, kadınların yalnız olduğu haneler daha büyük bir yoksullukla karşılaşıyor, çünkü kadınlar daha az eğitimli ve daha işsizler. Başka evlilikler yapmak zorunda kalıyorlar, yeni eşe de çocuk yaptıkları için fakirlik döngüsünde kavrulup kalıyorlar. Olan elbette çocuklara oluyor. Hem annesi hem de babası olanlar, aile sevgisinden uzak, bulaşıcı hastalıkların sürekli tehdidi altında, başlarına gelebilecek her türlü felakete, istismara açık, her an “satılabilecek”, kaçırılabilecek, vaziyette üç beş lokma uğruna sefil bir hayatı sürdürüyorlar. 

Birkaç ay önce izlemeye başladığım 2018 yapımı Alman “Beat” dizisi de yetimhane, terör örgütleri, mafya ve devlet bağlantılarını anlatan ilginç bir yapım. Berlin’in en ünlü gece kulüplerinin birinde “Promoter” olarak çalışan Beat lakaplı, uyuşturucu müptelası bir gencin yaşamından yola çıkarak, çocukluğunu geçirdiği yetimhanedeki okulun devlet tarafından nasıl takibe alındığını, çocukların nasıl kullanıldıklarını anlatıyor. Dizinin ilerleyen bölümlerinde, bir organ mafyasının bu işe nasıl dahil olduğu da gösteriliyor. Özellikle, Avrupa yapımları oldukça gerçekçi çekildiğinden, diziyi bir hayli gerilimli bulduğumu belirtmeliyim. 

Kısacası, hangi ülkede olursa olsun çocuklar, bir toplumda özel ilgiye en muhtaç kesimi oluşturuyor. Ülkemizde de maalesef son yıllar, çocuklarımıza iyi sahip çıkamadığımız onlara karşı işlenen suçlarda hep bir ağızdan dur diyemediğimiz dönemleri oluşturuyor. Halbuki tüm yapmamız gereken, insanlığın ortak sorunları olan konularda birlikte hareket edebilmek. Çocukların toplu istismarlara uğramaları, intihar etti denilip katillerinin bulunma yollarının kapatılması gibi temel hak ihlalleri hepimizin ortak sorunlarını oluşturuyor.

Dünyanın bir ucunda yaşayan öksüz ve yetim çocukların dertlerinin de ülkemizde yaşayan hiç tanımadığımız çocukların dertlerine birlikte çare aramak, yetişkinlerin en önemli görevleri arasında yer alması gerektiğine inanıyorum. İnsanlığı ilgilendiren ortak sorunlara bir takım siyasi düşünce ayrılıklarını sokmaya hiç gerek yok. 

Çocuklar çocuktur, her türlü haklarını korumaktan da biz mesulüz…

Yazarın Diğer Yazıları

Aaaaa nereden çıktı bu kadına şiddet?

Tüm topluma ama en çok kendilerini modern, adaletli, kadına destek olduğunu düşünen erkeklere iş düşüyor çünkü sizler bu kadar adaletli olsaydınız Türkiye’de bugün kadınlar bu kadar şiddet görmezdi

Tabutların değeri, Türkiye’deki değerler değişimine bir bakış 

Bir toplumda cinsel istismar, tecavüz ve hayvana karşı şiddet bu denli normalleştirilir, kurumlar işlemez görevlerini yerine getiremezse, maddiyata önem veren değerlerle büyümüş, madde içinde ruhları erimiş, gösterdikleri şiddetin karşılığı cezasız kalmış, birtakım güç ilişkileri ile korunan bireyler bir ülkeyi şiddete boğarlar

Yeri değişmiş bir çiçek: Türkiye

Cumhuriyet'in 100. yılında sevdiklerini çöp torbasında gömmenin ya da kimi zaman molozların arasında kalmalarının dayanılmaz yüzleşmesini yaşadık

"
"