09 Haziran 2017

İngiltere'de seçim: Terör de, Blairciler de solcu Corbyn'i durduramadı

Corbyn gençlerin oylarını kazandı ve yıldızı yükseliyor

Başbakan Theresa May’in Muhafazakâr Parti’nin parlamentodaki gücünü artırmak amacıyla gittiği erken seçimde sol politikalar savunan Jeremy Corbyn ve ekibi büyük bir başarıya imza attı. May, parlamentoda sahip olduğu mutlak çoğunluğu da kaybetti.

İktidardaki Muhafazakâr Parti’ye karşı İşçi Partisi’nin oyu yüzde 40’a ulaştı. İşçi Partisi’nin 2015’te Ed Miliband’ın liderliğinde 9 milyon 347 bin 304 olan oyu 3,5 milyon artarak 12 milyon 858 bin 652 oldu.

Daha yedi hafta öncesine kadar İşçi Partisi’nin bu seçimde büyük bir yenilgiye uğrayacağı söyleniyordu. Anketlerde Muhafazakârlar yüzde 45, İşçi Partisi ise sadece yüzde 25 düzeyindeydi. Neredeyse bütün medya ve kendi partisinin milletvekillerinin yüzde 80'i Corbyn’e karşıydı. Bunlara rağmen inanılmaz bir sonuç ortaya çıktı.

Bu sonuçla Muhafazakârlar artık koalisyonsuz hükümet kuramayacak durumdalar.  Mutlak çoğunluğun 326 olduğu mecliste May’in partisi artık sadece 317 milletvekiline sahip olacak. Tabii şimdiden birbirlerini yemeye başladılar. Kendi partisinin milletvekillerine bile güvenemezken çok sorunlu Democratic Unionist Party (DUP) ile koalisyon kurmaya çalışacak. Theresa May’in birlikte hükümet kurmaya çalışacağı Kuzey İrlanda’daki DUP (Demokratik Birlikçiler Partisi), mezhepçi ve gerici bir Protestan parti. Geçmişte de Protestan milislerle bağlantısı vardı. İklim değişikliğinin yalan olduğunu savunuyor; eşcinsel hakları ve kürtaja karşı. DUP yüzünden Kuzey İrlanda’da LGBT hakları ve kürtaj hakları İngiltere’dekilerle aynı değil.   

May’in “Güçlü ve İstikralı” sloganı kendisine karşı her köşeden çıkacak bir hayalete döndü. Corbyn’in karşı çıktığı yoksullaştırma politikalarını meclisten geçirme şansı pek yok. Her oylamada fire olur.

DUP’un geçen seneye kadarki lideri Peter Robinson...Nereden nereye?

Corbyn’in başarısı ve Muhafazakârların durumu sadece rakamlarla tarif edilmez. Bu seçimde “kayıp” olduğu söylenen bir kuşağın aslında kayıp olmadığı anlaşıldı; sosyal demokrasinin neo-liberalizme teslimiyetinin kaçınılmaz olmadığı, hatta ona kafa tutarak başarılı olabileceği ortaya çıktı; belki de en önemlisi sadece son yedi hafta değil öncesindeki iki yıl boyunca yürütülen kampanyalara yüz binlerce kişi katıldı.

Neo-liberal güdümlü sosyal demokrasinin çöküşü ve daha sol alternatiflerin filizlenmesi birçok ülkede yaşanıyor. Sistemdeki genel kriz ve büyüyen eşitsizlikler, buna cevap veremeyen sosyal demokrasileri eritirken sol alternatiflere kapı aralıyor. Her ülkede farklı örgütsel formlara sahip olsa da gelişmeler benzerlik taşıyorlar. Almanya’da Die Linke sosyal demokrasinin bölünmesinden doğdu. Yunanistan’da Syriza eski Komünist Parti’nin çeşitli fragmanlarının birleşmesinden ortaya çıktı. İspanya’da Podemos Meydanlar Hareketi’nden geldi. Fransa’da Sourmise ve Melenchon Sosyalist Parti’den ayrılıp çıktılar.

Liberal yorumcular ne kadar “dümeni sağa kıran bir dünya” görseler de yanılıyorlar. Örneğin Fransa’da devlet başkanı seçimindeki iki sol aday, Melenchon ve Hamon, tek olsaydı, ilk turda birinci olacak ve ikinci turda Macron’la yarışacaktı.

Blairizm

Neo-liberal politikaların annesi Margaret Thatcher’ın en önemli eserinin Tony Blair olduğu söylenir. Doğrudur. Tony Blair ile geleneksel İşçi Partisi bütün neo-liberal öğretiyi kabul etmiş oldu. Thatcher “There is no alternative” - “Başka seçenek yok” derdi. İşçi Partisi de Blair ile özelleştirme ve büyüyen eşitsizliğin kaçınılmaz olduğunu kabul etti. İşçi Partisi’nin işi, neo-liberalizmin en kötü etkilerini biraz törpülemek oldu.

Blairci ihanet ve isyan

İşçi Partisi’nde bu dönüşün nasıl gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var. Ed Miliband liderliğindeki İşçi Partisi 2015 genel seçimini kaybetti. Berbat bir kampanya yürütmüş ve Muhafazakârlara karşı gerçek bir alternatif sunmamıştı. Seçim sonrası Miliband istifa etti ve tam bir Blairci olan Harriet Harman İşçi Partisi’nin geçici lideri oldu. 5 senelik bir koalisyon sonrası Muhafazakârlar sosyal yardımlara verdiği ciddi kısıtlamalar getiren bir yasayı meclise getirdiler. Harman, İşçi Partisi milletvekillerine karşı oy kullanmamalarını emretti. Çekimser oy kullandılar. Ancak Jeremy Corbyn’in de aralarında olduğu 48 İşçi Partisi milletvekili isyan ederek karşı oy kullandılar. İşçi Partili isyankârların yanı sıra İskoçya Milliyetçi Partisi, Galler Milliyetçi Partisi ve Liberal Demokratlar da karşı oy kullandılar.

İşçi Partisi’nin Blairci liderliğinin bu ihaneti, Corbyn hareketinin başlangıç noktası oldu. İşçi Partisi’nin her kongresinde liderlik için soldan da bir aday olur. Bu sefer sıra Corbyn’deydi. İşçi Partisi sendikaların kurduğu bir parti olduğundan, liderlik seçiminde sendikaların blok oyları vardı. 1970’ler gibi sınıf mücadelesinin çok yüksek olduğu dönemler hariç sendikalar hep İşçi Partisi için sağcı, tutucu bir güç olagelmişti. Ancak Blairciler kendi partilerinin tarihini hiç doğru okuyamamış ve lider seçiminin kurallarını değiştirmişlerdi. Sendikaların ağırlığını azaltmak için İşçi Partisi’nin bireysel üyelerine doğrudan oy hakkı verilmişti.  

Olan oldu. Meclisteki ihanete tepki olarak Corbyn etrafında hiç beklenmeyen bir kampanya alev aldı. Binde beş şans tanınan Corbyn liderlik seçimini kazandı. Bir sene sonra Blaircilerin Corbyn’i liderlikten indirme girişimi benzer bir kampanyayla hezimete uğratıldı.

Kendi kalesine gol

Önceki Başbakan David Cameron’un çağırdığı Brexit referandumunun Muhafazakâr Parti içindeki Avrupa krizine son vermesi planlanıyordu. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Cameron istemediği halde referandumun sonu Avrupa Birliği’nden çıkmak oldu. Başbakan istifa etmek zorunda kaldı. Muhafazakârlar Parti liderliği için yapılacak seçimden Theresa May hariç bütün adaylar çekilince May seçilmeden lider ve dolayısıyla da Başbakan oldu.

Ancak Theresa May, Cameron’dan hiç ders almamıştı; anketlere güvenerek erken genel seçim kararı aldı.

Seçim kararı verildiğinde Corbyn için tırmanacak koca bir dağ vardı. Bütün medya ona karşıydı. Anketlerde Muhafazakârlar yüzde 45, İşçi Partisi yüzde 25 görünüyordu. Blairciler bıçaklarını biliyorlar, “kazanmazsa gitmeli” diyorlardı. Blairci milletvekilleri seçim kampanyalarında kendilerini Corbyn’den ayrı göstermeye çalışıyorlardı.

Corbyn, Blaircilerin tersine neo-liberalizme uyum göstermek yerine neo-liberalizme meydan okumayı seçti. Seçim manifestosunda radikal ve neo-liberalizmin özelleştirmelerini, refah devleti kesintilerini terse çevirecek politikalar vaat etti. Bu politikalar kitleler içinde destek kazanmaya başladı. Daha da önemlisi, bu radikal alternatif Muhafazakârları köşeye sıkıştırdı. May, kendi manifestosundaki politikaları değiştirmek zorunda kaldı. İşçi Partisi böyle radikal bir alternatif sunmasaydı Muhafazakârları köşeye sıkıştıramazdı.

Terör saldırıları ve Corbyn

Seçim kampanyası sırasında iki önemli terör saldırısı oldu. Manchester’da bir intihar bombacısı 22 genci öldürdü. Londra’daki bir diğer saldırıda ise 8 kişi öldü.

Bu olayların “düzen partisi” olan Muhafazakârlara yarayacağı düşünülüyordu. Ancak Corbyn’in ilkeli tavrı ve ilkeli geçmişi önemli bir etki yarattı.

Blair ve Blairciler Irak savaşını desteklerken Corbyn 30 sene boyunca İngiltere’nin bütün emperyalist maceralarına karşı çıkmıştı. Partisine rağmen mecliste Irak savaşına, Libya’nın bombalanmasına, Suriye’ye müdahaleye karşı oy kullandı. Corbyn bu işgal ve saldırıların Ortadoğu’da masum sivil halka zarar vereceğini ve terör olarak İngiltere’ye döneceğini söyleyip parlamentoyu ve hükümeti uyarmıştı.

Medya ve Muhafazakârlar Corbyn’i bir “terör dostu” olarak göstermek için büyük bir iftira kampanyası yürüttüler. Corbyn’in Filistin ve İrlanda özgürlük hareketlerine verdiği desteği kanıt olarak sundular. Her gazetede Corbyn’in Hamas’la, FKÖ’yle, Gerry Adams’la olan fotoğrafları basıldı.

Ancak halk bunu yemedi. Yapılan anketler gösterdi ki, halkın yüzde 64’ü terör saldırılarının İngiltere’nin dış politikasından kaynaklandığını düşünüyordu. Üstelik Muhafazakâr hükümet polis sayısını 20 bin azaltma kararı almış ve Polis Memurları Derneği bu karara terör saldırılarını zamanında önleyemeyeceklerini söyleyerek karşı çıkmıştı. O zaman Theresa May İçişleri Bakanı'ydı ve bu iddiaların yersiz olduğunu söylemişti.

Brexit meselesi

Referandumda AB’de kalalım diyen Theresa May “sert” bir politikayla, yani işçi sınıfına Brexit’in faturasını ödettirecek vaatlerle seçime girdi. Bu seçimde tek haklı beklentisi AB karşıtı UKİP’in (Büyük Britanya Bağımsızlık Partisi) oy çöküşü yaşayacağıydı. Muhafazakârlar UKIP’in giysilerini çalmış ve oylarını da çalacaklarını düşünmüşlerdi.

Ancak Brexit oyunun gerçekleri farklıydı. UKIP’den vazgeçen seçmenlerin önemli bir kısmı İşçi Partisi’ne döndüler. UKIP ve Brexit oylarının hepsi milliyetçilik ya da ırkçılığın ifadesi değil, önemli ölçüde sistemin dayattığı yoksulluk politikasına karşı bir isyandı. Seçim bölgelerine tek tek bakıldığında ırkçı UKIP oylarının önemli bir kısmı (yarısı kadarı) solcu Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’ne döndü.

Blaircilik bitiyor

Bu seçimin en kalıcı sonucu Blairciliğin bitmiş olmasıdır. Corbyn’in seçim başarısı İşçi Partisi içindeki Blaircilerin önünü kesti. Hep “Corbyn seçim kazanamaz” dediler. Ne var ki İşçi Partisi önceki dört genel seçimdekinden daha yüksek oy aldı. Blair’den de, Gordon Brown’dan da, Ed Miliband’dan da daha yüksek oy toplayan Corbyn’i tebrik etmek için acele eden eski Blairci fırsatçılar şimdi birbirini eziyorlar. Ancak Blaircilerin ihanetleri unutulmadı.

Büyük ihtimalle bir İşçi Partisi hükümeti kurulmayacak. Ancak sonbaharda yeni bir seçim olabilir. Bu sefer tamamen meşru bir İşçi Partisi liderliği olacak ama şimdilik susmak zorunda olan Blairciler yine komplo yapabilirler.

Corbyn gençlerin oylarını kazandı ve yıldızı yükseliyor. Ancak bu seçimde gördüğümüz gibi gidişatı yine sokak, mahalle ve iş yeri belirleyecek. İşçi Partisi ve yarattığı hareket yoksulluk, eşitsizlik ve savaşa karşı mücadeleyi sokaklara, iş yerlerine, mahallelere daha fazla taşımak zorunda. Oralarda hareket ne kadar güçlü olursa, gelecek o kadar parlak olacak.