Tam Aydın Uğur için bir şeyler yazmayı tasarlarken ve yazıya nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremezken, sosyal medyada şöyle bir niteleme gördüm: "Birinin gözleri sürekli ışıltıyla parlıyorsa kafasının içi pırıl pırıldır…" Birisini on sözcüğün altında tanımlamak diye bir şart konsa, Aydın Uğur'u bundan daha iyi tanımlayacak bir sözcükler dizisi bulunmazdı: Aydın'ın gözleri sürekli ışıltıyla parlardı ve kafasının içi pırıl pırıldı. Sadece kafasının içi değil, benliğinin her zerresi pırıl pırıldı Aydın Uğur'un.
Görmeyeli çok olmuştu. Galiba son kez, Canan'ın (Uğur) cenazesinde gördüm. Cenaze sahibi olarak oğlu Can ile, tabutun az ötesinde bir bankın üzerinde oturmuş taziye kabul ediyordu. Gözlerindeki ışıltı, dudaklarına her daim inerek yayılan, adeta her an nükte yapmaya hazırmış gibi duran çizgileriyle, ellerini iki yana açmıştı. En çaresiz anında, ışıltısı eksilmeyen, muzip gözleriyle "Yediğimiz kazığa bak, olacak iş miydi bu" der gibiydi bir tür tevekkül içinde.
Geriye dönük araştırdım; 14 Nisan 2015 günüymüş. TESEV'in başına geçmiş olmalıydı. Sırtından hançerlenmiş olan, bir dönemin Türkiye'nin en itibarlı araştırma kurumunu yeniden ayağa kaldırmak üzere Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı üstlenmiş olmasını sevinçle karşılamıştım. Neler yapılabileceğini uzun uzun konuşmuştuk.
Prof. Dr. Aydın Uğur (1951-2022)
O yıllarda Ankara ve Canan ile Aydın
Ama belleğime bıraktığı son anısı, o ışıltıyla parlayan gözleriyle Teşvikiye Camii'nin avlusundaki Aydın Uğur idi. Dün, tam o noktadan, artık parlamayacak gözleriyle toprağın altına doğru sonsuz yolculuğuna koyuldu.
Canan ile Aydın, 1970'lerde, 1980'lerde Ankara entelektüel ortamının tanıdık ikilisiydi. Canan'ın kim olduğunu bilmeseniz, Aydın'ın Pakistanlı, Hint ya da Afgan karısı zannedebilirdiniz. Onun da yüzünden sıcak bir gülümseme hiç eksik olmazdı. Aydın ise içinde bulunduğu her meclise anında damgasını vururdu. Varlığının ve etkisinin hissedilmemesi mümkün değildi. İşin ilginç yanı, bunu yapmak için en ufak bir gayret de göstermezdi. Bizim kuşak, öncesi ve sonrası, Türk entelektüellerinin hemen hiçbirinde rastlanmayan ölçüde bir alçakgönüllülük onun kişiliğinin temel ögesiydi.
Ölümünün ardından müthiş bir hızla öğrencileri, onu yakından tanıyan nice kişi son derece sevecen, sıcak duygularla onun ruhunu sarmaladılar. K24'te onu değişik her yönü ile anlatan mükemmel yazılar yayımlandı. Onları okurken, Aydın Uğur'u bir kez daha tanıdım, tanımadığım yönlerini öğrendim, onu andım. En önemlisi o yazılar, beni, onun bu dünyadan ayrılmasından sonra, artık hiç geri gelmeyecek şekilde neyi, neleri yitirdiğimizi düşünmeye sevk etti.
Söz konusu yazılardan birinde Hasan Bülent Kahraman, bizi Aydın Uğur'un içine doğduğu ve zenginleştirdiği kültür tarihimizin Ankara'sına taşıdı.
"1960-1980 arasında Ankara'da yaşayan entelektüellerin birbirini bilmemesi pek yaygın bir durum değildi. Ankara sadece kent olarak küçük değil, merkezde yoğunlaşmış bir kentti. Hayat birkaç kilometrekarelik bir alanda cereyan ederdi. Fakat entelektüellerin zihinsel camiası ve ilişki ağı, kentin sınırlarını aşacak kertede büyüktü. Ankara'yla ve şehrin aydınlarıyla ilgili çok söz edilmiştir de bu konu bir kültür ve sosyoloji problemi olarak hiç ele alınmamıştır. Oysa bu yönden çok ilginç hususiyetlere sahiptir."
"… Ankara aydınlarını başta Mülkiye çevresinin oluşturduğunu ayrıca belirtmeye gerek vardır. Çünkü o yıllarda aydın olmak, Ankara'da bulunmak siyasetle içli dışı olmaktı. Siyasetsiz bir aydın pozisyonu düşünülemezdi. SBF de doğal olarak bu rolü üstlenirdi…"
"[Aydın Uğur] henüz aydınların müdahale ederek toplumu dönüştürebilecekleri umudunu taşıdığı dönemde görülen çok sayıda girişim arasında belli bir ağırlık kazanan, başını Tarhan Erdem'in çektiği Demokratik Cumhuriyet Programı "hareketi"nde önemli bir rol üstlenmişti… hareketin metnini de kaleme alanlardan biriydi, belki onların başını çekiyordu. Bu çerçevenin de Marksist olacağını söyleyecek değilim. Ama liberal anlayışla biçimlenmiş geniş bir sol eğilim içinde düşünüldüğü rahatlıkla öne sürülebilir."
"Bilindiği gibi Euclid geometrisi belli bir zeminde cereyan eder. Bu zemin Uğur'un optiğinde demokrasidir. Demokrasi zemininde yer almayan herhangi bir önerme veya postüla Uğur'un denklemini bozacaktır. Otoritarizm bu bakımdan en kapsamlı sorundur. Çünkü Uğur özünde basit sanılsa da çok karmaşık bir sorun olan demokrasinin zemini olarak özgürlüğü görüyordu."
1950'lerin Ankara'sında büyümüş, 1966-1970 arası bir Mülkiyeli olduğum için, Aydın'la yollarımızın kesişmemesi imkânsızdı. Hasan Bülent'in dediği gibi 1960-1980 arasında Ankara'da yaşayan entelektüellerin birbirini bilmemesinin pek mümkün olmaması bir yana, entelektüeller, siyasetçiler ve bürokratlar, "hayatın birkaç kilometrekarelik bir alanda cereyan ettiği" Ankara'da bir şekilde ama mutlaka birbirleriyle ilişkilenirlerdi. Aydın'ın annesi Ferhunde, teyzemin yakın arkadaşıydı, babası Necdet Uğur ise Mülkiyeli idi. Bizim Mülkiye geleneğine göre "abimiz." CHP'nin ileri gelenlerinden olup, 1970'lerin sonlarında İçişleri ve Millî Eğitim bakanlıkları yapmıştı. Onu, tüm Türkiye, saygıdeğer bir insan olarak tanırdı.
Küçük Ankara'da büyük aile sayılırdık. "Aile fertleri" şu ya da bu şekilde birbirlerine dokunarak ve Ankara'dan yükselerek, Türkiye'ye dokunmuşlardı. Ne de olsa, entelektüellerin zihinsel camiası ve ilişki ağı, kentin sınırlarını aşacak kertede büyüktü. Aydın Uğur bunlardan biri, böylelerinin artık nesli tükenmiş sayılan en seçkinlerinin başında geliyordu.
Ankara'nın yakın Türkiye tarihinde sözünü ettiğimiz rolü -daha önce kimse altını çizdi mi, bilmiyorum- bana kalırsa 12 Eylül 198 Darbesi'yle noktalandı. O entelektüel ortam, Ankara'ya sırtını döndü, İstanbul'a taşındı. Aydın Uğur'la birlikte…
1980'lerin başı: Aydın Uğur, Ankara SBF Basın Yayın Yüksek Okulu'ndaki odasında
Kamusal aydın, bir tür hezarfen
Aydın Uğur, bir Saint-Joseph'li olarak ve Fransa'nın uluslararası akademik alanda en önemli kurumu olan Paris'teki EHESS'ten (École des Hautes Études en Sciences Sociales | Türkçe: Sosyal Bilimler Yüksek Tahsil Okulu) geçtiği ve dolayısıyla Fransız kültürüne de aşina bulunduğu için, Fransa'dan üreyen "angaje aydın" tarzına uyan, 1970'ler ve 1980'lerde Ankara'dan ülke yüzeyine çıkan bir "kamusal aydın" tipinin parlak bir temsilcisi sayılırdı. Aynı zamanda, siyaset bilimi, ekonomi, kültür ve iletişim gibi farklı alanların tümünde düşünce üreten, yorum yapan, Türkiye'de pek çok sayıda bulunmayan cinsten bir tür hezarfen (polymath) idi. Gerçek bir entelektüel, nice öğrenci yetiştiren bir akademisyen ve Bilgi Üniversitesi'nden TESEV'e kurum yöneticisi. Hiçbirinde de eğreti durmadı.
2005 yılında, ülkenin o dönemde liberal düşüncede öncü kurumlarının başında gelen Boğaziçi Üniversitesi'nin yapılamayan Ermeni Konferansı'nın, o tarihî olayın Bilgi Üniversitesi'nde yapılabilmesini mümkün kılan, Bilgi Rektörü'nün Aydın Uğur olmasıydı.
K24'te yayımlanan yazılardan birinde Aydın Uğur'un unutulmaz rolü hatırlanmış. Yazıda, Erdal İnönü'nün Bilgi kampüsüne girerken, protestocuların attığı yumurtalara hedef olduğu da hatırlatılmış. Bir küçük düzeltme: Bilgi Üniversitesi kampüsüne girerken arkadan yumurta yiyen bendim. Binaya girdikten sonra, yumurtaya bulanan ceketimi tuvalete götürüp yıkayan ve kendi kazağını bana giydiren Hrant (Dink) idi ve ağırlayan ise Rektör Aydın Uğur! Erdal İnönü, birkaç saat sonra benim ve Aydın'ın uyarılarına kulak asmadan binadan yürüyerek çıkmış, domates fırlatan saldırganları umursamadan ve taksiye binip uzaklaşmayı reddederek vakarla dimdik boydan boya Dolapdere'yi yürümüştü.
Aydın Uğur aramızdan ayrılıp gidince, bütün bu anıları da geri getirdi ve bizi Türkiye'nin geçmişine taşıdı. Bugünden çok ama çok farklı olan, yakın geçmişine.
"Işıltısı eksilmeyen gözleriyle, nükteye hazır biçimde bükülen dudaklarıyla tanıyanlarının belleğinden hiç eksilmeyecek..."
Aydın Uğur gibi, Türkiye'nin 1960-1980 aralığında Ankara'da ortaya çıkmış, ömrü boyunca demokrasi ve özgürlük rotasında yol alan kalburüstü bir kamusal aydının, birçok kişide kolay kolay bulunamayacak özelliklerinin, birikim ve yeteneklerinin alan bulamayacağı bir rejim hüküm sürüyor ülkede.
Bu tür rejimler, Aydın Uğur gibi kamusal aydınlara rol tanımazlar. Aydın Uğur gibi aydınların, bugünkü Türkiye'de rol sahibi olmaları imkânsıza yakındır. Nefes almakta zorlanacakları, entelektüel ortamı zehirleyen boğucu bir hava hâkim ortalığa. Böyle bir ortamda Aydın Uğur'a pek yer kalmamıştı.
Aydın, son nefesini bu boğucu havada verdi, gitti. Ardında muazzam bir sevgi halesi, ondan çok şey öğrenmiş olan sayısız öğrenci bıraktı. Onlar, ondan edindiklerini geleceğe taşıyabilecekler mi, bilemiyorum.
Günlük yaşamında ve insan ilişkilerinde son derece dikkatli, özenli, hassas, ince bir insan olarak nitelenen Aydın Uğur'un bu gayet isabetle tanımlanan özelliklerine benim ekleyebileceğim, yukarıda da belirttiğim gibi, görülmemiş derecedeki alçakgönüllülüğü idi.
Muzip bir yüz ifadesiyle, ışıltısı eksilmeyen gözleriyle, nükteye hazır biçimde bükülen dudaklarıyla tanıyanlarının belleğinden hiç eksilmeyecek olan, ülkemizin en güzel insanlarından birini daha sonsuzluğa uğurladık. Anıları, bugüne, geçmişe ve geleceğe ilişkin düşünceleri bize kaldı.