Anna adlı Varşovalı bir genç kız, 1980’lerin başındaki o soğuk aralık sabahı uyandığında, her zaman yaptığı gibi hemen radyosuna koştu ve çok sevdiği ‘’Saatte 60 Dakika’’ adlı programı dinlemek hevesiyle açtı. 17 yaşındaki Anna, bu komedi programının, Polonyalıların kamusal alanda konuşabileceği şeylerin limitini zorlayıp yükseltmesinden büyük keyif alıyordu. Bir kaç yıl önce başlayan program, Dayanışma Sendikası’nın yükselişi ile beraber her geçen gün daha muhalif bir yayın çizgisine kayıyordu. ‘’Marjinalliğin ve devlet karşıtı aşırılığın bilimsel tedavisini araştıran ahmak doktor’’ gibi radyo tiyatroları gençlerden büyük ilgi görüyordu. Düşündükleri ama korkudan kamusal alanda söylemediklerleri şeyleri radyodan duyunca, yalnız olmadıklarının farkına varıyorlardı. Anna Semborska, 2000 yılındaki bir röportajında, ‘’Eğer böyle şeyler radyoda söylenebiliyorsa o zaman özgürüz gibi hissediyorduk’’ diye anlatıyor o günlerdeki duygularını.
Ancak, 13 Aralık 1981 sabahı, Anna radyosunu açtığında kötü bir süprizle karşılaştı. Radyodan ses gelmiyordu. Sadece cızırtı vardı. Hemen başka istasyona geçti, ardından bir diğerine, hiçbirinden ses yoktu. Bir arkadaşını arayıp ona sormak istedi fakat telefon da çalışmıyordu. O sırada annesi onu pencereden dışarı bakmaya çağırdı. Sokaklar tanklarla dolmuştu. Jaruzelski yönetimi sıkıyönetim ilan etmişti. Dayanışma Sendikası yasadışı ilan edilmişti. Medyaya ve her türlü iletişim aracına kısıtlama konmuştu. Polonya’nın kısa özgürleşme deneyimi acı şekilde sona ermişti.
Oysa, Wojciech Jaruzelski, 11 Şubat 1981’de ülkenin başbakanı olduğunda, Dayanışma’nın lideri Lech Walesa ve diğer sivil toplum liderlerini başbakanlığa davet ederek, onları da dahil edeceği bir ulusal koalisyon hükümeti kurma niyetinde olduğunu söylemişti. Ama bunun bir oyalama vaadi olduğu ve daha o toplantısını yaparken bile gerçek niyetinin, en kısa sürede Dayanışma’yı dağıtmak, her türlü özgürlüğü askıya almak olduğu yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Tıpkı, aynı yılın Eylül ayındaki bir toplantıda yardımcılarına, Dayanışma Sendikası’nı kapatıp sıkıyönetim ilan etmek için bir mazaret üretmeleri talimatı verdiğini de Polonyalıların yıllar sonra öğrenecek olması gibi... Ve Jaruzelski nihayet hazır olduğunu düşündüğü, 13 Aralık 1981 sabahı, ‘’Dayanışma Sendikası’nın kendisine bir darbe hazırlığı içinde olduğu’’ iddiasıyla, kendisi ‘sıkıyönetim’ adı altında bir darbe yaptı. Birkaç ay önce, 2014 yılının Mayıs ayında ölen Jaruzelski, o günlerdeki, ‘Dayanışma bana darbe hazırlığındaydı’ iddiasının yalan olduğunu sonradan kabul etti ama onun yerine sürekli başka yalanlar uydurdu. Bunlardan biri de ‘Sovyetler Polonya’yı işgal etmesin diye sıkıyönetim ilan ettim’ şeklindeydi. Ancak, bu iddiasını da dönemin hem Polonya Komünist Partisi yöneticileri hem de Sovyet yöneticileri yalanlayacaktı.
Bununla beraber Jaruzelski’nin 13 Aralık 1981 sabahı ülkede sıkıyönetim ilan etmesinin ardından yaşanan bazı tuhaf ve sıradışı hareketler, bu kez her şeyin farklı gelişeceğinin, Polonya halkının totaliter bir anlayışla kolayca idare edilemeyeceğinin adeta habercisiydi. Örneğin, neredeyse her evde köpek beslenen Swidnik adlı küçük bir şehrin sakinleri, sıkıyönetim ilanından birkaç gün sonra bir akşam saat tam 19:30’da köpeklerini dışarı gezdirmeye çıkardılar. Saat 19:30, devlet televizyonunda ana haber bülteninin başladığı saatti. O akşam ve sonraki her akşam saat tam 19:30’da Swidnik’te yaşayan hemen herkes evinden çıkarak, şehrin merkezindeki küçük parkta köpek gezdirmeye başladılar. Her gün düzenli yapılan sessiz bir protestoya dönüştü ve hızla yayıldı bu… Mesaj şuydu: ‘’Devletin yalanlarını izlemeyi reddediyoruz. Jaruzelski’nin yalanlarını dinlemeyi reddediyoruz’’.
Aynı günlerde liman şehri Gdansk’ta ise buna benzer sessizlikte bir, ‘ekran karartma’ protestosu başladı. Herkes evindeki televizyonunu, ekranı dışarı bakacak şekilde penceresinin kenarına yerleştirdi. Birbirlerine ve hükümete şu mesajı veriyorlardı: ‘’Biz de sizi izlemeyi reddediyoruz. Sizin haber diye anlattığınız masallarınıza inanmıyoruz.’’
Otoritenin haber tekeline karşı, medya tarihinin en görkemli ‘’yeraltı medya direnişlerinden’’ biri böyle başladı. Aktivistler, bağımsız gazeteciler video kameralarıyla dolaşıyor ve kendi belgesel haberlerini hazırlıyordu. Ve bu video kasetler, kiliselerin, apartmanların ve bazı sosyal merkezlerin bodrum katlarında, halka izlettiriliyordu.
Herşeyi devlet tekeline aldıklarını sanan Polonyalı liderlerin rahatlığı, ülkelerinde, sivil itaatsizlikle bir ‘Polonya kamuoyu’ oluştuğunu farketmelerine kadar sürdü. 1983 yılında sıkıyönetimi kısmen kaldırmak zorunda kalan rejim, itaatsiz sivil gazetecilerin oluşturduğu bu kamuoyunu anlayıp manipüle edebilmek için bir kaç enstitü ve çalışma grubu bile oluşturdu. Ancak, otoriter bir rejimin, özgürlüklerinin gaspedildiğinin farkına varabilmiş güçlü bir kamuoyuna, özgürlüklerin gaspını makul ve meşru gösterebilme imkanı yoktu. Jaruzelski’nin kudretli iktidarı, birkaç yıl içinde çözüldü ve çöktü. Dayanışma Sendikası’nın lideri 1989’da ülkenin devlet başkanlığına seçildi.
Dünyanın her yerinde devlete karşı basın özgürlüğünü savunan ve kendine Duyarlı Gazeteciler Komitesi adını veren bir grup gazetecinin, 1997 yılında Harvard Üniversitesi’nde düzenledikleri forumda paylaşıldı bütün bu bilgiler. Geriye dönülüp bakıldığında, Polonya’da özgürlük mücadelesini aslında, rejimin haberleri yayınlanırken köpek gezdirmeye çıkarak, televizyonunu pencereye taşıyarak, yani diktatörü muhatap olarak almaktan vazgeçerek onu sansürleyen sıradan halkın başlattığı anlaşıldı. Bir otoriterin dengesini bozabilecek, iktidarını sarsabilecek en etkili şey, dikkate alınmamasıdır. İnsanların onu ve sözlerini ciddiye almayı, dinlemeyi, gündem yapmayı bırakmasıdır. Söylediği söyleyeceği herşeyin sessizlik duvarına çarpıp boşlukta yankı yapmasıdır. Konuşulmasını tartışılmasını istemediği her bilgi ve haberin ise yüksek sesle konuşulması ve herkese ulaşmasıdır.