10 Şubat 2016

Trump ve Sanders nereye kadar?

Trump'un Müslüman ve göçmen karşıtlığı dışında somut bir programı yok

Dün ön seçimin gerçekleştiği New Hampshire’da işsizlik oranı sadece yüzde 3.1 düzeyinde. Eyalette benzinin ortalama galon (3.7 litre) fiyatı 1.98 dolar. Eyaletteki cinayet oranı ABD’nin en düşük düzeyinde. Hakeza eyaletin yoksulluk oranı da ülkedeki en düşük orana sahip...

Bununla beraber New Hampshire seçmeni radikal değişime oy verdi. Bu talep, dün akşam Amerikan ana akım politikasının suratında patlayan ön seçim sonuçlarında güçlü şekilde ortaya çıktı. Günler öncesinden anketlerde öngörüldüğü halde yine de herkesi şok eden sonuçlarda...

ABD’nin ‘primary’ yöntemiyle yapılan ilk ön seçimini, Cumhuriyetçilerde, merkez politikaya meydan okuyan Manhattanlı ırkçı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı bir milyarder, Demokratlarda ise Wall Street’e savaş ilan etmiş, ağır Brooklyn aksanıyla konuşan Vermontlu bir sosyalist senatör kazandı. 

Her ne kadar merkeze baş kaldırsalar da bu iki sıra dışı adayın, merkezdeki temel sorunlar ve çözümleri konusundaki tespitleri ise çok farklı. 

Donald Trump’a göre, ‘Amerika geriliyor çünkü güçlü lideri’ yok. ‘Amerika’yı yeniden büyük’ yapacak sihirli değnek, Trump’ın ülkenin lideri olması. Trump'ın kampanyasının Müslüman ve göçmen karşıtı birkaç ırkçı retoriği dışında hiçbir somut programı yok. Trump, başkan olursa ülkenin her sorunu çözülecek havasındalar ve bu akıldışı iddianın ön seçim kazandıracak kadar alıcısı var.

Demokrat Partili Bernie Sanders’a göre ise ABD geriliyor çünkü ülkenin politik sistemi Wall Street ve şirketlerce gasp edilmiş durumda. Ülkenin acil politik bir devrime ihtiyacı var. Trump konuşmalarında, Müslümanlara, Hispanik göçmenlere, solcu aktivistlere saydırıyor. Bernie Sanders'ın hedefinde ise Wall Street bankaları, ilaç firmaları ve petrol şirketleri var... 

Ve iki taraf da öfkelerine, eleştirilerine tabanda yeterince yankı buluyor. İki zıt kutupta gözüken bu iki adaya oy veren seçmenin tek ortak yanı, adaylarına duydukları hayranlıktan çok statükoya duydukları öfke. Trump’ın da Sanders’ın da mitingleri, Amerikan politikasında nadir görülecek kalabalıklar çekiyor. Elizabeth Drew, New York Review Books’taki bir yazısında bu duruma, ‘yılgınlığın yeni politik dalgası’ diyor. 

Sanders ve Trump’ın bir ortak yanı ise partilerinin merkeziyle sorunlu olmaları. Cumhuriyetçi Parti ‘establishment’i Trump’ın adaylığını ne kadar kabus görüyorsa, Demokrat Parti ‘establishment’i de Sanders’ın adaylığını o derece kabus görüyor.

Vermont Senatörü olan Sanders, partili değil ‘bağımsız’ bir senatör. Senato’daki oylamalarda uzun yıllardır Demokrat grubu içinde hareket ediyor ve Demokratlarda seçimlerde ona karşı rakip çıkarmıyor. Gençliğinden beri haklar ve eşitlik için mücadele etmiş bir isim. Sanders’ın kampanyasının heyecan dalgası aynı ölçülerde olmasa da Obama’nın adaylığının başlangıcına benziyor. Kampanya sloganı olan  ‘A Future to Believe In’ bile, Obama’nın 2008’deki ‘Change We Can Believe In’ sloganını hem ifadesi hem de tasarımıyla andırıyor. Obama'nın kampanyasını andıran etkileyici bir koalisyon oluşturmayı başardı. 

Elbette Iowa veya New Hampshire'ı kazanmak adaylığı kazanmak anlamına gelmiyor. Hillary Clinton 2008'de, New Hampshire'da kazandığı halde adaylığı sonradan Obama'ya kaybetti. Bill Clinton ise 1992'de hem Iowa hem New Hampshire'ı kaybetmesine rağmen sonradan kazandığı eyaletlerle önce adaylığı sonra da başkanlığı kazanmıştı. Obama'nın da adaylığı kazanabileceğine, üçüncü ön seçim durağı olan South Carolina’yı kazanınca, herkes ikna olmuştu. Bernie 

Sanders için 10 gün sonraki South Carolina ön seçimi bu açıdan çok kritik. Eyalette Demokrat tabanın çoğunluğunu Clinton ailesine sempatiyle bakan siyah seçmenler oluşturuyor. Son dönemde etkili olan ‘Siyahın Canı da Candır (Black Lives Matter)’ hareketinin genç aktivistleri önemli ölçüde Sanders’ın yanında yer alması, süprizlere yol açabilir. 

Bu ayki bir başka durak ise Demokrat tabanı Hispanik ağırlıklı olan Nevada. Clinton ve Sanders arasındaki yarışta en kritik günlerden biri ise şimdiden ‘süper salı’ olarak anılan 1 Mart. Aynı günde 12 eyalette yapılacak ön seçim, Sanders’ın gerçek gücünün test edileceği gün olacak. Ancak, Sanders’ın New Hampshire’da, beyaz olmayan seçmenlerin de yarısının oyunu almayı başarması ve toplamda attığı farkın Clinton’ın kampanyasının konforunu fena halde bozduğunu söylemek mümkün. 

İki ay öncesine kadar, Demokrat Parti ön seçiminde ‘drama’ yaşanmayacağı yönünde herkes gibi Hillary Clinton da emindi. Ancak, New Hampshire ön seçimi, Demokrat Partide, 2008’deki Clinton-Obama savaşı ölçüsünde olmasa bile dramatik bir bahar yaşanacağının sinyalini verdi. 

Sanders'ın, sonunda adaylığı kazanamasa bile, şimdiden, Hillary Clinton’ı ve Demokrat Partiyi merkezden daha sola kaymak zorunda bırakarak, siyasetin doğasında değişime yol açtığı söylenebilir. 

Donald Trump ise, Cumhuriyetçi Parti tabanının 11 Eylül’den sonra yavaş yavaş, Obama’nın seçilmesinden sonra ise hızla aşırı sağa kaymasıyla oluşan dalgaya sörfünü yerleştirmiş bir fırsatçı görünümünde. Kabadayılık, ırkçılık, cinsiyetçilik, maçoluk, mezhepçilik, gösterişçilik, medyaya yabancılara ve dış dünyaya sövmek, bu dar görüşlü tabanda olumlu etki yaratıyor. Hiçbir kural tanımaması, tanımayacağı sinyali vermesi, aşırı sağ lümpen yığınlarda hayranlık kazandırıyor. Trump, söylemleri, tavırları ve sığlığıyla, geleneksel Amerikan muhafazakar politikacılarından çok Avrupalı faşistleri andırıyor. ‘Faşizm’ sözcüğünün bu yılki ön seçim yarışında sıkça geçmesi tesadüf değil. 

Elizabeth Drew, bunu şöyle yorumluyor: 

Öfke, korku, kin, ırkçılık, dincilik ve yılgınlık mevcut politik yarış ikliminde adeta bir türbülans etkisi yaratıyor. Bu politik iklimdeki seçimin, faşist yönelimi teşvik ettiğini söylemek abartı olmaz. Henüz o noktada değiliz, hala demokratik reflekslerimiz çok güçlü. Ancak, Amerikan demokrasisinde, faşist eğilimlerin bir an için de olsa görülebilmesi bile çok rahatsız edici.  

Her iki partinin de yönetici seçkinleri şimdi harıl harıl bu iki 'isyanı' bastırmanın telaşında. Cumhuriyetçilerin Trump’a ve Demokrat elitlerin de Sanders’a karşı kullandıkları en güçlü argüman ‘8 Kasım’daki genel seçimde rakip partinin adayına karşı seçilebilir bir aday olmadıkları’ yönünde. Bu argümanın ne kadar etkili olabileceğini önümüzdeki haftalarda göreceğiz. 

 

Peki onlara göre seçilebilir adaylar kimler? 

 

Demokrat Parti elitleri için isim belli: Hillary Clinton. Onlar, hala, New York, California, New Jersey gibi delegesi bol eyaletlerin Bernie Sanders’a dur diyeceği inancında. 

Cumhuriyetçi elitlerin sorunu ise burada başlıyor. Donald Trump’ın en güçlü rakibi olarak bir başka aşırı sağ aday Ted Cruz görünüyor. Cumhuriyetçi Partinin merkezi için Texas Senatörü Cruz’un adaylığı da çok istenen bir şey değil. Sonuçta Trump bile, 'asla başkan seçilemeyeceği' iddiasını dile getirmeyi oldukça zorlaştırmayı başardı. Evanjelik taban dışında partisinde bile pek sevilmeyen Cruz’un ise Demokrat adaya karşı 8 Kasım’da başkanlığı kazanma şansı çok düşük. Dolayısıyla parti ‘establishment’i bu iki aday dışında üçüncü bir ismin güçlenmesini ve herkesin onun etrafında kenetlenerek gidişata dur demesini ümitsizce bekliyor. Başlangıçta birçokları için bu isim Jeb Bush’tu. Ancak o da birkaç ay öncesine göre bugün pek dikkate alınan bir isim değil. Son derece silik kaldı. Gerçi yarışı uzun süre sürdürecek parasal desteği var ama bugünden sonra tabandan güçlü bir ilgi görmesi çok sürpriz olur. Iowa ve New Hampshire'a göre daha fazla sempati gördüğü South Carolina, son şansı olabilir. Küba kökenli Florida Senatörü Marco Rubio, Iowa’da üçüncü gelerek merkezin adayının kendisi olabileceği izlenimi doğurmuştu ancak hafta sonu TV açık oturumda ve sonrasında New Hampshire ön seçimindeki kötü performansı ile şansını elinden kaçırmış görünüyor. 

New Hampshire ön seçiminde sürpriz şekilde ikinci olan Ohio Valisi John Kasich ise bu başarısıyla, Cumhuriyetçi Parti elitlerine ve merkez tabana, ‘aradığınız isim benim’ mesajı verdi. Bugüne kadar çok ön plana çıkmasa da aslında Trump’a karşı en etkili olabilecek isimlerden biri. Nitekim Trump’ın Müslümanlara yönelik faşizan yaklaşımlarına, Cumhuriyetçi aday adayları içinde en net ve açık tepki ondan gelmişti. Sözünü esirgemeden konuşmakla ünlü ama aynı zamanda hem ülke içinde hem de uluslararası planda pozitif politikayı savunan bir isim. Seçimde son derece kritik bir eyaletin valisi olması da artı puan. Fakat, partinin muhafazakar kanadının son derece hassas olduğu iki konuda bu tabanla zıt yaklaşıma sahip olması önemli bir handikap: Büyük çoğunluğu Hispanik 11 milyon kaçak göçmenin sınır dışı edilmesine karşı çıkması ve vali olarak sağlık sigortası konusunda Obama’nın genel sağlık sigortası reformu ile uyumlu çalışmış olması. Kasich’in bundan sonraki eyaletlere yüklenebilmesi için de partinin merkez isimlerinin ve bağışçılarının desteğine ihtiyacı var. Üstelik güçlü bir varlık göstereceği memleketi Orta batı eyaletlerinden önce, Trump ve Cruz’a daha sempatik bakan güney eyaletlerinin ön seçimlerde yarışmak zorunda... 

Şimdi gözler 10 gün sonra ön seçim yapılacak iki eyalette. 20 Şubat’ta Demokratlar Nevada eyaletinde ön seçim yaparken, Cumhuriyetçiler aynı gün South Carolina’da ön seçim yapacak. 27 Şubat’ta ise bu kez Demokrat adaylar South Carolina’da ön seçim mücadelesi verirken, Cumhuriyetçi adaylar Nevada’daki ön seçimde karşı karşıya gelecek. Ancak şu kesin: Her iki partinin merkeziyle, isyancılar arasındaki mücadele bu iki eyaletten de öteye uzayacak. 

Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Partinin merkezleri arasındaki fark son çeyrek yüzyılda iyice ortadan kalktı. Bir İngiliz gazeteci, "Amerika aslında tek partili bir ülke. Ama işte klasik Amerikan müsrifliği aynısından iki tane yapmışlar" şakasını boşuna yapmıyor. Jeb Bush, Hillary Clinton, John Kasich veya Barack Obama’nın savunduğu politikalar arasında pek büyük farklar yok. Bu da seçmenlerin önemli bir kısmında ‘kimi seçersek bir şey değişmeyecek’ duygusu yaratıyor. Değişim isteyen seçmen de merkezden, radikal değişim vaat eden kenarlara kaçıyor. Seçmenin bir kısmı demokratik sosyalizm vaat eden bir adaya yönelirken, bir kısmı faşizm vaat eden adaya yöneliyor. Merkezin, bu iki yönelişin karşısına ve değişim taleplerine yanıt olarak çıkarabildiği adayların soy isimleri ise ‘Bush’ ve ‘Clinton’. 

İşte, yıllardır Obama yönetimini eleştiren, New York Times’ın Cumhuriyetçi ve muhafazakar köşe yazarı David Brooks’a önceki gün, ‘şimdiden Barack Obama’yı özledim’ yazısı yazdıran da bu tablo. 

@CemalTdemir

Yazarın Diğer Yazıları

İki Amerika'nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk (4)

Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu… 

İki Amerika’nın siyasi savaşının tarihine yolculuk (3): Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti nasıl kuruldu?

“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”

İki Amerika'nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk (2): “Demir demiri biler, insan da insanı”

Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu

"
"