06 Şubat 2015

‘Rumsfeldiyan Epistemoloji’nin paraleli

En büyük savaş gerekçelerinin bir yalan olmasından dolayı en ufak bir mahcubiyet bile yaşamıyor.

NBC televizyon ağının Pentagon muhabiri Jim Miklaszewski, dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e, 2002 yılındaki bir NATO toplantısından sonra düzenlediği basın toplantısında, ‘Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna ve bunları terör gruplarıyla paylaştığına ilişkin elinizde hangi somut deliller var?’ diye sorduğunda gelecek cevabın, tarihe geçeceğini kimse beklemiyordu. Şöyle cevapladı bu soruyu Rumsfeld:

‘’Hiçbir delil olmadığını söyleyen haberler raporlar bana tuhaf geliyor. Çünkü hepimizin de bildiği gibi, bildiği bilinen şeyler var; Bazı şeyler var ki bildiğimizi biliyoruz. Aynı zamanda bazı bilinmez bilinenler olduğunu biliyoruz. Bir başka deyişle, bilmediğimiz bazı şeyler olduğunu biliyoruz. Ve aynı zamanda, bilinmediği bilinmeyen şeyler de var. Bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler bunlar… Ve ülkemizin ve diğer özgür ülkelerin tarihine bakıldığında bu en sonuncuların en zor kategori olduğu görülecektir.’’ 

Daha sonra ‘Rumsfeldiyan Epistemoloji’ adıyla anılacak bu cevap, Bush yönetimi muhaliflerinin hem tepkisine hem de alaylarına yol açtı. Ancak Rumsfeld’in mizah malzemesi düşünce sistematiği ile alay edilmesi, koca bir ülkeyi, Irak’ta batağa sürüklemesini durdurmaya yetmedi.

2013 yılında Donald Rumsfeld’i konu alan ‘The Unknown Known (Bilinmez Bilinirler)’ adlı belgeseli hazırlayan ödüllü belgeselci ve araştırmacı Errol Morris, 2010 yılında New York Times’taki blogunda şöyle yazacaktı: ‘’Rumsfeld’in gerçekten de derdinin bilinmeyen bilinmezler olup olmadığının mı yoksa bilmediği şeyi bildiğini düşünürek bir kendini aldatma içinde mi olduğunu uzun süre merak edip durdum. Bu bir kibir meselesidir, epistemolojik bir mesele değildir.’’

Ünlü düşünür Slavoj Žižek, Rumsfeldiyan bilgi teorisindeki bu dört kategoriye bir kategori daha ekleyecekti: ‘Bilinmeyen Bilinenler’. Ona göre bu kategori de Freudiyan bilinçaltının kapsamına giren irrasyonel inançlardı: ‘’Bir toplumun o günkü toplumsal değerlerinin arka planını oluşturmalarına rağmen açıktan çoğunluğun onaylamadığını söylediği batıl inançlar veya kimsenin bilmiyormuş gibi yapıp konuşmadığı müstehcen fanteziler.’’ (The Guardian, 28 Haziran 2008). Bir başka deyişle, bilinmeyen bilinenler ya inkar ya da yalanla irtibatlı.

Rumsfeld’in ünlü açıklamasını yaptığı basın toplantısındaki gazetecilerden Pam Hess, Errol Morris’e, ‘’bilinmeyen bilinmeyenlerin, konudan mükemmel bir kaçış yolu olduğunu’’ söylüyor. Çünkü, herkes Rumsfeld'in tuhaf yanıtını konuşmaya başladığı için muhabir Miklaszewski’nin sorduğu somut kanıtların cevapsız kaldığını o günlerde farketmedi bile. Hess’in düşüncesine göre bu epistemolojik çabanın tek amacı da, her hangi bir kanıt sunamayacağı gerçeğinden konuyu uzaklaştırmaktı.

Bu arada aynı ünlü basın toplantısında Rumsfeld, ‘’delil yokluğu, yokluğun delili değildir’’ de diyecekti. Yani, Bush yönetiminin, Saddam’ın kitle imha silahları olduğuna ilişkin somut delil bulamaması, Saddam’ın kitle imha silahları olmadığı anlamına gelemezdi. Rumsfeld’in kullandığı ‘delil yokluğu yokluğun delili değildir’ argümanı aslında, ünlü astronomlar Martin Rees ve Carl Sagan’ın popüler hale getirdiği bir sözdür. Ancak Rees ve Sagan bu sözü, uzayda, ‘dünya dışında bir yerde hayat var mı’ araştırması bağlamında kullanmıştı. Onların kastı şuydu: Uzay, bizim ölçülerimize göre muazzam büyüklükte. Ve bu büyüklüğün içinde henüz yaşama denk gelmemiş olmamız, olmayacağı anlamına gelemez.

Errol Morris, Esquire dergisine verdiği bir röportajda da ana akım medyadan kimsenin bu bağlam farklılığına dikkat etmemesinden yakınıyor: Rumsfeld’in bahsettiği yer, muazzam büyüklükteki uzay değil, Irak. Ve kitle imha silahlarının bulunabileceği yerler de Irak içinde belirli bir kaç yer. Ben bunu şöyle bir metaforla tanımlıyorum; Birisi size odada bir fil var diyor. Siz de kapıyı açıyorsunuz, odanın içine, yatağın altına, dolaplara bakıyorsunuz. Ve fil falan bulamıyorsunuz. Şimdi, bu delil yokluğuna mı, yokluğun deliline mi işaret. Bence ikincisi…’’ (3 Nisan 2014, Esquier)

Nihayetinde Irak’ta hiçbir kitle imha silahı bulunamadı. Rumsfeld’in yıllarca sürdürdüğü güçlü söylemin, içi boş bir kanaat olduğu ispatlandı. Ya başından beri yalan söylüyordu ya da vehimleri ile gerçeği ayırt etme yeteneğinden mahrum bir kişiliği vardı. New York Times’taki bir yazısında ‘ben bundan ne sonuç anlıyorum’ diye yazan Errol Morris, çıkardığı sonucu şöyle anlatıyor: Bence ilerleme seviyemiz, bizim somut delillere dayanarak, bilgiyi kanaatten, veriyi fanteziden ayırabilme gücümüzle doğru orantılı. Yoksa, bilinen bilinmeyenleri, bilinen bilinenlerden veya, bilinmeyen bilinmeyenleri bilinen bilinmeyenlerden ayırabilme gücümüzle ilgili değil. İlerlemenin esası budur. X, Y veya Z konusunda hangi somut delilleriniz var? İnanç ve kanaatlerinizi meşrulaştıran nedir? Rumsfeld, bu tür sorularla yüzyüze kaldığı hiç bir zaman, cevap veremedi.

İster kör kanaate dayansın isterse de bir yalana, bu epistemoloji, bütün otoriteryen eğilimli rejimlerin ‘bilgi’ sistematiğinin temelidir. Vehimlere, korkulara, toplumun ilkel içgüdülerine hitap eden soyut bir söylem ve buna uygun bir hikaye üretirler. Dış tehdit, darbe, ajanlık, uluslararası komplo, üst akıl gibi somut hiçbir delille ispatlanması gerekmeyecek ‘narrativ’lerle, bir yandan kendilerine inananlar, bir korku kültürüne mahkum edilerek sürüleştirilir. Bir yandan da bu gidişata her türlü itiraz, her türlü muhalefet, toplumun gözünde bir ihanete, milli tehdide dönüştürülerek düşmanlaştırılır. Tarih, Irak Savaşına giden günlerde ‘kitle imha silahları’ndan bahseden ‘vatansever’, ‘vizyoner’ büyük devlet adamlarının değil, sokaklarda ‘kitle imha yalanları’nden bahseden ‘vatan haini marjinal çapulcuların’ın haklı olduğunu ve gerçek yurtseverler olduğunu ortaya çıkardı.  

Ama bu 'somut' gerçeğe rağmen, yıllar sonra yazdığı anı kitabının adını da ‘Known and Unknown’ koyan Rumsfeld, Irak savaşından dolayı hiçbir zaman pişman olmadı. En büyük savaş gerekçelerinin bir yalan olmasından dolayı en ufak bir mahcubiyet bile yaşamıyor. 

Marx, bir defasında, ‘tarih tekerrür eder, ilkinde trajedi olarak sonrakilerde saçmalık olarak’ demiş. Kulağa biraz Rumsfeldiyan gelecek biliyorum ama diyeyim; Bütün bunlar bilinen şeyler ve hepimiz, bu bilinen şeyleri bildiğimizi zaten biliyoruz.

@CemalTDemir

 

Yazarın Diğer Yazıları

İki Amerika'nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk (4)

Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu… 

İki Amerika’nın siyasi savaşının tarihine yolculuk (3): Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti nasıl kuruldu?

“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”

İki Amerika'nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk (2): “Demir demiri biler, insan da insanı”

Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu

"
"