29 Eylül 2021
M.S. 4. yüzyılda Roma İmparatoru Julian, Jul Sezar’dan itibaren bütün haleflerini içeren ‘Sezarlar’ adlı satirik bir skeç yazdı. Skeçte, en başta Zeus olmak üzere bütün tanrıların hazır bulunduğu bir meclise, imparatorlar tek tek davet edilerek imparatorlukları hakkında yargılamada bulunuluyordu. Tanrıların hükmüne göre imparatorlar muamele görüyordu. Sonuçta, imparatorların çoğu tanrılarca salona bile alınmaya değer bulunmazken, önemli bir kısmı işledikleri suçlar nedeniyle yaka paça cezalandırılmaya götürülüyordu. Çok azı tanrıların huzuruna kabul edilebiliyordu. Onlar da genelde alçakta bırakılan masalara oturtuluyordu.
Roma’nın imparatorlar tablosunun büyük ölçüde bir ‘'manyaklar’ tablosu olması algısında İmparator Julian yalnız değildi. Bu tarihin kendisi kadar eski bir algı. Öyle ki popüler anekdotlara bakıp da Romalılar, özellikle en deli, en zalim veya en yolsuz insanları bulup imparator yapıyordu diye düşünmemek elde değil.
Ancak bu anekdotal tarih algımıza rağmen, objektif vesikalar üzerinde incelemeye dayalı tarih, Roma imparatorların, ruh sağlığı ve değerler açısından ortalama Romalılardan çok farklı insanlar olmadıklarını gösteriyor.
Örneğin ‘"manyaklık’' denince akla gelen ilk isim olan Caligula. İmparator Caligula’nın aşık olduğu atını senatör seçtirdiği, ona mermerden bir ev yaptırdığı, mahkumları aç bırakılmış vahşi hayvanlara attırdığı gibi anekdotlar, filmlere konu olacak kadar popülerleşmiş durumda.
Caligula’nın oldukça sıra dışı bir seks hayatı olduğu konusunda pek şüphe yok fakat atını senatör seçtirecek kadar da deli biri değildi. Ancak senatoyu aşağılamak için atını senatör olarak atama tehdidinde bulunduğu vaki. Yani, atına aşık olmanın değil, bilinçli bir politik stratejiyle kişisel otoritesini göstermek için senatoyu aşağılama isteğinin bir sonucuydu.
Caligula’nın zalim ve yolsuz bir imparator olması tek başına onun kişiliğinden kaynaklanmıyordu. İmparator olmanın açtığı keyfince davranabilme hükmedebilme gücünden kaynaklanıyordu. Bu, çoğu Roma imparatorunun neden ‘'psikopat’' olduğunu da açıklayan şey. Roma’yı akıbetine taşıyan en büyük çılgınlığı, imparatorlar değil, imparatorluğun kendisiydi. Yani, bir insanı bütün bu muazzam devlet gücünün tek kaynağı ve sahibi haline getiren devlet sistemiydi.
Klasik çağ tarihi konusunda yetkin isimlerden biri olan İngiliz tarih profesörü Anthony Barret, ‘'Caligula: İktidarın Yozlaştırıcılığı’' adlı kitabıyla bu önemli soruna dikkatimizi çekerken, ‘'Caligula’yı kendi sığlığının çok ötesinde bir derin yükün altına girmiş bir genç gibi görüyorum’' diye yazıyor, ‘'Sistemin kendisi yanlıştı. Yoksa Caligula, Romalıların yüzde 99’undan daha kötü bir insan değildi’'.
Bir insana bu kadar güç verip, her türlü itirazdan, eleştiriden ve denetimden azade bırakıp, sonra da ondan erdemli ve yararlı işler yapmasını beklemek insanların en kadim yanılgılarından biri. Değil eğitimsiz sıradan bir insan, çok iyi eğitim almış erdemli bilge bir insan bile böylesi bir gücün kör ediciliğinden kendisini asla koruyamaz. Aksini ummak, ‘'insan’' ile ilgili derin bir cehaletin ifadesidir. Örneğin en bilge ve en sevilen Roma imparatoru olan filozof Marcus Aurellius bile, devlet yöneticisinin ehliyetinin ve erdemine ilişkin onca nutkundan sonra hiçbir ehliyeti olmadığının gayet iyi farkında olduğu oğlu Kommodus’u önce daha 15 yaşındayken Konsey üyesi yapacak (bütün Roma tarihindeki en genç konsey üyesi) sonra da imparator unvanı vererek halefi yapacaktı. Bu erdemli imparator bile, gücü ailede tutmayı, Roma’dan da ahlaktan da felsefeden de önemli görecekti. ‘Gladyatör’ filmine de ilham kaynağı olacak kadar zalim bir imparator olacak Kommodus, Romalıların ‘'iyi kandan iyi imparator çıkar’' kör inanışının da tekziplerinden sadece biri olacaktı.
Tek bir insanın devlet haline geldiği yerde uygarlık olmaz. Bunun yok etmeyeceği uygarlık kazanımı yok. Daha milattan önce beşinci yüzyılda baş döndürücü bir uygarlığa sahne olmuş Avrupa, tam 1000 yıl sonra, insanları kendi mülkü gören feodal tiranlar ve kendisini tanrının sözcüsü gibi gören din adamlarının elinde Orta Çağ karanlığına sürüklendi.
Avrupa’nın yüzyıllar süren karanlıktan ilk çıkış ışığının da devlet gücünde tekelin kırılması ve bunun neden olduğu kısmi özgürlüklerle doğması tesadüf değildi. Roma’nın kaynağı olan coğrafyada (bugünkü İtalya), 11’nci yüzyıldan itibaren birçok küçük devlet kurulmuştu. Ancak kendilerine Roma imparatorlarını örnek almış birer tiran tarafından yönetilen en büyük iki devlet Milan Düklüğü ve Napoli Krallığı ile doğrudan Papa’nın yönetiminde olan Roma değil; kendilerine Roma Cumhuriyetini örnek alan Venedik, Ceneviz, Floransa, Siena, Pisa gibi küçük liman cumhuriyetleri Avrupa’nın kaderini değiştirecek ışığı yakalayacaktı.
‘Denizci Cumhuriyetler’ olarak anılan bu kentler, günümüzdeki anlamda birer cumhuriyet değildi. Ancak, tek bir hükümdarın veya sosyo-ekonomik grubun mutlak kontrolüne geçit vermeyen konseylerce yönetiliyorlardı. Aristokrat zenginler, oldukça güçlü olan meslek loncaları ve orta sınıf tüccarlar arasındaki iktidar dengesi, herkese özgürlük alanı açıyordu. Görece laik bir devlet yapısında, çağın yeniliklerine, farklı inançlara, yeni bilgilere, serbest ticarete çok daha açık olmalarıyla bu liman şehirleri, dünyanın okur oran yazarı en yüksek coğrafyası haline geldi. Her üç erkekten biri yerel dilde okuyup yazabiliyordu ki bu Roma’dan beri ulaşılan en yüksek düzeydi. Bizans ve Araplar arasındaki rekabetten de yararlanarak kısa sürede Akdeniz ticaretinin en etkili güçlerinden birine dönüştüler. Denizcilik ve çoğulculuk, uzak coğrafya ve kültürlere ilgiyi yükseltti. Venedikli Marco Polo’dan, Cenevizli Kristof Kolomb’a ve Floransalı Amerigu Vespucci’ye kadar birçok ünlü kâşif yetişti.
Karşılıklı güçler dengesiyle, istismar alanı kısıtlanmış devlet gücünün neden olduğu özgürlüğün doğurgan döngüsü burada da işledi. Yaratıcılığın, serbest ticaretin, üretimin yükselmesi, görülmemiş oranda refah ve özel sermaye yarattı. Sanatçı ve bilginlere sponsor olma yarışına girecek bir zengin kuşağı ortaya çıktı. Bu da Akdeniz’in bütün yakalarından ve Avrupa içlerinden sanatçıları, bilginleri, mimarları, mucitleri, kâşifleri kendilerine çekmelerine yol açtı. Bunlar arasında Bizans’ın kaybetmesi sonrası İstanbul’dan bu kentlere göçen birçok sanatçı ve bilgin de yer alıyordu.
Bu kentler içinde özellikle Floransa çok çarpıcı bir açılıma sahne oldu. Orta Çağ’ın egemen skolastik bakışına karşı, hümanizm dedikleri ve antik çağın klasik eğitimine dayalı bakışı geliştirdiler. Roma ve antik Yunan metinleri yeniden keşfedildi. Floransalılar kendilerini Roma Cumhuriyetinin varisi görmeye ve ‘Yeni Roma’ diye adlandırmaya başladılar.
Ölümsüz eseri İlahi Komedya ile İtalyan dilinin babası olarak kabul edilen Dante ve modern Batı resim sanatının babası kabul edilen ressam Giotto, Floransa Cumhuriyetinin yükselişinin ilk meyveleriydi. Ancak Cumhuriyet, 1434 yılında Medici ailesinin kentin yönetiminde tek başına etkin hale gelmesiyle kesintiye uğradı. Floransa Cumhuriyetinin, kentteki kültürel gelişmede önemli payı olan Medici ailesiyle sınavı, devlet gücünün, ilerici bile olsa tek bir kişi, zümre veya ailede toplanmasının nasıl çürütücü olacağının da ibretlik göstergesi…
1494 yılında Medici iktidarı devrildi ve Cumhuriyet geri geldi. 1498’den sonra Cumhuriyetin kazanacağı daha çoğulcu, seküler ve özgürlükçü atmosfer sayesinde, 1500’lü yıllara girilirken Floransa, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raphael,Machiavelli gibi çok sayıda dev ismin aynı anda yaşadığı bir kent olacaktı. Tarihte, Perikles dönemi Atina’sından sonra sanat, düşünce, bilim ve refahın aynı anda en yoğun yaşandığı ikinci kent haline geldi. Mimaride, resimde, heykelde ve yazıda etkisi bütün Avrupa’ya yayılacak uyanış doruğa çıktı. Sanatın ve bilgeliğin bu yeniden doğuşuna, İtalyan sanatçı Giorgio Vasari, 1550’de yayınladığı ve sanat tarihinin başlangıcı kabul edilen Sanatçıların Hayatları kitabında ‘rinascita (yeniden doğuş)’ adını verecek, bu sözcük de Kuzey Avrupa dillerinde 19’ncu yüzyılın ortalarında ‘rönesans’ halini alacaktı.
Ancak, Medici ailesinin, kendi ailelerinden biri olan Papa’nın da yardımıyla kenti 1512’de bir kez daha ele geçirmesi, Floransa’nın rönesansını durdurdu. Kutsal Roma Cermen İmparatoru’nun 1527’de Roma’ya girmesiyle cesaretlenen Cumhuriyetçiler, Medici ailesini bir kez daha devirip Cumhuriyet ilan etti. Bu Cumhuriyetçiler arasında Michaelangelo da vardı. Ancak Papalığın ve İspanya Krallığının yardımıyla 3 yıl sonra yönetimi yeniden ele geçiren Medici ailesi, 1531’de monarşi ilan ederek Floransa’da Cumhuriyet çağını tamamen bitirdi. Michaelangelo, çok sevdiği Floransa’ya bir daha dönmemek üzere veda ederek ayrıldı.
Daha 20 yıl önce Rönesans’a beşiklik etmiş kent, Avrupa içlerinde başlayan Reform Hareketi karşıtlığının merkezi haline geldi. Koyu tutucu iklim bütün sanat, estetik ve düşünce yaşamını kuruttu. Floransa, tek adam yönetiminde bir daha hiçbir zaman, kaotik ve seküler cumhuriyetin kazandırdığı başarılara ulaşamadı. 20’nci yüzyılda turizm endüstrisi keşfedinceye kadar da yüzyıllarca gölgede kaldı.
Floransa’da Rönesans’ın en parlak günlerinde yaşayanlardan biri de Nicholas Machiavelli’ydi. Cumhuriyette bürokrat ve diplomatı olarak görevler yapan Makyavel, Medici ailesinin 1512’de kenti yeniden ele geçirmesinden sonra görevinden uzaklaştırıldı, üç hafta tutuklu kaldı ve bu sırada kemiklerinin de kırılmasına neden olacak ölçüde aralıksız işkence gördü. Serbest bırakıldıktan sonra işsiz kalınca politik tarihin en ünlü eserlerinden biri olacak ‘Hükümdar’ı yazdı. Modern politikacılığın başlangıcı olarak da görülen bu kitapta, hükümdarlara otoritelerini güçlendirme ve toplumu manipüle etme yollarını anlatması, Makyavel’in adının yüzyıllarca bir politik kötülüğün markası olarak olmasına yol açacaktı.
Bazı uzmanlara göre, Makyavel’in amacı, iktidarı ele geçiren Medici hükümdarının yeniden gözüne girmek ve onun danışmanları arasına katılmaktı. 20’nci yüzyılda Makyavel’in yaşamı üzerine yapılan bazı araştırmalarla güçlenen bir başka görüşe göre ise ‘Hükümdar’ aslında bir hiciv kitabıydı ve tiranlara yol göstermekten çok, halka, hükümdarlarınca nasıl manipüle edildiklerini gösterme amacındaydı.
Kesin olansa Makyavel’in aslında içten bir cumhuriyetçi olduğuydu. Hükümdardan çok daha önemli kitabı olan ‘Söylevler’ de, bunun güçlü bir göstergesi. Söylevler, başlattığı cumhuriyet tartışmasıyla modern cumhuriyetçi literatürün ve fikriyatın başlangıcı olarak da görülüyor.
Makyavel, çağdaşlarının, antik çağın bilgeliğini yeniden kavramalarını sağlamak amacıyla, klasik çağ tarihçisi Titus Livius’un ‘Roma Tarihi’ kitabına yorum olarak kaleme aldığı ‘Söylevler’de, cumhuriyeti, ‘'en iyi yönetim şekli’' olarak, Roma Cumhuriyetini ise ‘'tüm zamanların en iyisi’' olarak niteliyor. Tiranlara karşı öfkesi çok belirgin. Özellikle de Roma Cumhuriyetini yıkan Sezar’a ve Floransa Cumhuriyetini yıkmakta olan Medici’lere…
Makyavel’e göre iyi insanlar, iyi yasalar ve iyi eğitim topluma kalite kazandıracak üç şeydi. Bunların hepsi, eleştirinin ve ifadenin özgür olduğu bir iklimde olabilir şeylerdi. Sadece gerçek bir cumhuriyette fikri salim ve güven ortamı oluşurdu. "Şehirleri belli birinin iyiliği değil, ortak iyilik büyütür. Bu ortak iyilik, cumhuriyetten başka bir yerde daha iyi bir şekilde ortaya çıkamaz’' diye yazacaktı.
16’ncı yüzyılda monarşiye ve tutuculuğa evrilerek gerilemeye başlayacak Denizci Cumhuriyetlerin, daha erken dönemlerinde, Müslüman yoğunluklu coğrafyadan Avrupa’ya taşıdıkları yeniliklerden biri de kağıt imalatıydı. Çinlilerin M.Ö 2. yüzyılda icat ettikleri kâğıt, İpek Yolu’nun altın çağının başlangıcında önce Semerkand’a ulaşmış ve burada zirveye çıkmıştı. Bağdat’ta ilk kâğıt imalathanesi 793 yılında üretime başlamış, kağıt kısa zamanda bütün Müslüman yoğunluklu coğrafyada oldukça bol bulunan bir ürüne dönüşmüştü. Öyle ki sadece kitap yazımında değil, paketlemede veya mendil olarak bile kullanılıyordu.
Avrupa’daki ilk kâğıt imalathaneleri Endülüs döneminde İberya Yarımadası’nda kurulsa da Hristiyan yoğunluklu bölgelerde asıl kağıt üretimi, 13. yüzyılda İtalya’da başladı.
Hristiyan din adamları ve monarklar hızla yaygınlaşan kâğıdı 'Müslüman kültürün işgali’ olarak nitelendirdiler. Hatta Kutsal Roma Cermen İmparatoru 2. Frederik 1221 yılında, ‘gavur icadı’ olduğu için kağıda basılarak hazırlanmış bütün evrakları geçersiz ilan edecekti.
Bununla beraber kâğıt imalatı, 14’üncü yüzyıl sonunda bütün Avrupa’ya yayıldı. Rönesans döneminde Avrupa’da iki çarpıcı yeniliğe imkân sağladı. Leonardo da Vinci, Michaelangelo gibi sanatçılar, tablolarını veya heykellerini yapmadan önce kâğıda eskizlerini çizmeye başladılar. Böylece akıllarına gelen yeni fikirleri not ederek, onları şaheserlerine yansıtma olanağı buldular. Günümüzde toplam 15 resmi bilinen Leonardo da Vinci’den geriye kalan en önemli hazinelerden biri de çalışırken tuttuğu binlerce not ve eskizden oluşan 30 kadar defter. Rönesans ile birlikte resim eğitimi, çizgi eğitimi ile başlar hale geldi.
Kâğıdın yaygınlaşmasının neden olduğu bir diğer yenilik ise mektuplaşmaydı. Kâğıda ulaşmak kolaylaştıkça, sanatçılar ve bilginler arasında mektuplaşma çağı da başladı. Sanat tarihçileri, Michaelangelo’nun yazdığı veya ona yazılan 2000’den fazla mektuba ulaşmış durumda.
Kâğıt, 1450’li yıllarda Johannes Gutenberg adlı bir Alman demircinin Mainz’deki atölyesinde geliştirdiği baskı makinesi ile önce Avrupa’yı sonra da dünyayı değiştirecek radikal bir güce kavuşacaktı.
Ne zaman matbaanın icadından ve Gutenberg’den söz edilse, ‘'matbaayı Avrupalılar icat etmedi, Çinliler icat etti’' diye tashihte bulunan tarih meraklıları da eksik olmuyor.
Bu tabii ki teknik olarak doğru bir itiraz. İlk el matbaalar tabii ki Çin’de M.Ö 1. yüzyıldan beri vardı.
Ama “matbaayı Avrupalılar değil Çinliler icat etti” keskin itirazının sorunu, makinenin kendisine odaklanması.
Sadece otoriteye hizmete dönük olduğunda, bir icadın, o toplumun yaşamına ve uygarlığın gelişimine doğrudan bir katkısı olmuyor. Pusula, kâğıt ve matbaa Çin’de icat edildi ama Çin halkının gündelik yaşamına radikal bir değişim ve katkı getirmediler. Çinli muktedirler ve otoriteler kâğıdı sadece resmi evraklar ve dini metinler için; pusulayı, mezarların yönünü doğru tespiti için; matbaayı da sadece muskaların, oyun kağıtlarının basılması için kullandı. Basılan kitaplar ise, halkın okuması için değil, hükümdarların okuması içindi. Tıpkı Hindistan’da Brehmen elitlerin aritmetikte gösterdikleri başarıların ne kendilerinin ne de halkın yaşamına hiçbir yenilik getirmemesi gibi. Yine antik Hintlilerin su dolabını geliştirdiklerinde bunu hububat öğütmek için değil, dua için kullanmaları gibi...
İnsanlığın düşünce gelişiminde ve özgürlüğünde oynadığı rol açısından bakıldığında ‘'matbaanın’' mucidinin Avrupalılar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gutenberg’in mevcut teknolojiye kazandırdığı hız bir dönüm noktasıydı. Baskı levhasındaki harfleri yer değiştirebilir hale getirmişti. Yani, artık, her sayfa için yeni bir baskı levhası imal etmek gerekmiyordu. Sadece harflerin yerini değiştirerek, aynı levha ile hemen diğer sayfanın baskısına geçilebiliyordu.
Bu o çağa göre muazzam bir baskı hızı ve düşük maliyet demekti. Hızlı ve çok sayıda basım ise kitap fiyatlarını hızla aşağı çekecekti. Matbaanın icat edildiği 1450’li yıllarda bir el yazması İncil’in fiyatı bir işçinin yıllık gelirinin tamamına eşitti. Borç içindeki Gutenberg de aslında İncil basımından para kazanma peşindeydi. Nitekim ilk bastığı eser İncil’di ve bir yıldan uzun sürede toplam 175 adet İncil basmayı başaracaktı. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok kitap hazırlamak şaşkınlık vericiydi. İkinci basacağı kitap da yine, ‘'çok sayıda okulun satın alacağı’' hesabına dayalı bir Latince gramer klasiğiydi (Donatus'un Ars Mino adlı kitabı).
Matbaayı Avrupalıların icat ettiği bir şeye dönüştüren şey kitabın bireylerce de erişilebilir, satın alınabilir bir şey haline gelmesini sağlamasıydı. Bunun nasıl büyük bir devrim olduğunu ilk görenlerden biri de 1464 yılında Papa İkinci Paul’e bu yeni icadı tanıtmak için sunduğu raporunda, ‘'Artık herkes kendi şahsi kütüphanesini kurabilir’' diye yazan Vatikan Genel Sekreteriydi.
Gutenberg’in atölyesinde çalıştırdığı asistanlar gittikleri yerlerde kendi baskı makinelerini inşa ettiler ve matbaa sadece 25 yılda bütün Avrupa’ya yayıldı. Avrupa’daki matbaaların sayısı 1471’de 15 iken 1480’de 80’e fırlayacaktı. Onaylı eserler dışında ve özellikle de yerel dillerde de kitapların basılması okur yazar oranında büyük bir artışa yol açtı.
Gutenberg matbaasının bastığı üçüncü kitap, Roma’nın cumhuriyetçi devlet adamı ve filozofu Cicero’nun ‘Yükümlülükler Üzerine’ kitabıydı. Otorite, çok geçmeden matbaanın başına bela olabileceğini hissedecekti.
Ancak bir kere yayılmış bir teknolojiyi ortadan kaldırıp unutturmak da mümkün değildi. Buna karşı ‘yayın izni’ adını verdikleri bir sansür yöntemi geliştirdiler. Papa 6. Alexander, 1501 yılında kilisenin onayı alınmayan bir eseri basan herkesin dinden aforoz edileceğini ilan etti. Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, 1529 yılında, imparatorlukta basılacak her kitap ve broşür için önce resmi makamdan izin alması kuralı getirdi.
Ancak bunlar da ‘onaylanmayan’ yayınların basılmasını durduramadı. Kopernik’in, o günkü resmi İncil öğretisine aykırı olarak Dünya merkezli değil, Güneş merkezli evren tasavvurunu savunan ‘Gökcisimlerin Devinimi Üzerine’ kitabı gibi kitaplar paniği daha da artırdı.
Papalık, bu yıkıcı fitneyi engellemek için Engizisyon Mahkemeleri’ni kurdu. Kopernik’ten yaklaşık 100 yıl sonra Galileo, ‘'güneş dünyanın değil, dünya güneşin etrafında dönüyor’' dediği için bu Engizisyonda, ”tanrının sözünü yalanlıyor” iddiasıyla dini sapkınlıkla yargılanacak ve yaşamının geri kalanını ev hapsinde geçirmeye mahkûm edilecekti. Vatikan’ın gizli Engizisyon mahkemelerinde 50 bini aşkın bilim insanı, yazar, sanatçı, düşüncelerinden veya eserlerinden dolayı yargılandı veya hapse mahkûm edildi. Bunlardan 1250’si idam edilecekti.
1559 yılında ise Papa Altıncı Paul, Papalık tarihinin ilk ‘yasak kitaplar’ listesini yayınladı. Aralarında, Erasmus, Machiavellive Rabelai’nin de olduğu 550 yazarın bütün eserlerinin basımına yasak getirilmişti. Papalığın ‘Yasak Kitaplar Listesi’ uygulaması, 400 yıl sonra 1966 yılında kaldırılacaktı.
Matbaanın İncil basımını yaygınlaştırması, dahası, İncil’in ilk kez Latince dışında, yerel dillerde de basılması, sıradan halkın ilk kez İncil okumasının önünü açtı. Bu da kilisenin resmi yorumuna karşı dini yorumların bir anda geniş kitlelerde karşılık bulmasını kolaylaştıracaktı.
O günlerde Hristiyan dünyadaki en büyük teolojik tartışma, Papalığın, piskoposların ve yetkili rahiplerin artık para kazanma aracı haline getirdiği ‘endüljans’ uygulamasıydı. Günahkâr veya suçlu, günahını veya suçunu itiraf edip kefaret ücretini ödediğinde, kilise, tanrı adına onun günahını affediyordu. Ücret alındıktan sonra affedildiğine ilişkin bir endüljans belgesi veriliyordu. Ödediği ücrete göre, cennete girmeden önce ne kadar süre Araf’ta kalacağı belirleniyordu. ‘Cennetten tapu satmak’ yakıştırmasına kaynaklık edecek kadar yolsuz bu dini uygulama büyük bir hoşnutsuzluk kaynağı haline gelmişti.
Büyük bir hoşnutsuzluğa neden olsa da bütün inanç sisteminin tek bir otoritenin kontrolünde olması bu çıkarcı ve yolsuz uygulamanın sürmesini sağlıyordu. Ta ki, Alman din adamı Martin Luther’in Mainz Başpiskoposluğuna ‘'Endüljans Hakkında Doksan Beş Tez’ adlı mektubunu gönderdiği 31 Ekim 1517 gününe kadar. Bu tezlerin büyük bölümü ‘endüljans’a itirazlardan oluşuyordu. Örneğin, İncil’de geçmeyen Araf’ın varlığını sorguluyordu. Çoğu kişiye göre ilk kez Dante uydurmuştu. Martin Luther, Dante’den bahsetmiyor ama uydurma olduğuna emindi.
Luther’in mektubu yolladığı gün, Batı kilisesinin bölünmesiyle sonuçlanacak Reform Hareketinin başladığı gün kabul ediliyor. Üç yıl sonra 1520 yılında Papa, Martin Luther’i aforoz ederek dinden çıkardı. Luther buna aforoz fetvasını yakarak yanıt verdi.
Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu 1526 yılında, imparatorluk bünyesindeki bütün yerel hükümdarların katıldığı Speyer Meclisi’ni topladı. Ancak Viyana’ya yaklaşan ‘Türk tehdidi’ nedeniyle, Lutheran hükümdarlarla uzlaşma yoluna gidilerek, her prensliğe kendi inanç yapısını tanımlama alanı tanındı. Bu da reform hareketinin büyümesine yol açtı. 1529 yılında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Speyer Meclisi tekrar toplandığında, 1526 meclis kararı askıya alındı, Lutheran hareketin sadece mevcut bölgelerinde kalması kararlaştırıldı ve yayılması yasaklandı. İmparatorluğun ve Papalığın, meclis çoğunluğunca da desteklenen bu karar, meclisteki Lutheran yanlısı hükümdarların bir yazılı protesto yayınlamasına neden oldu. Bu protesto, reformcu hükümdarların ‘protestan’ olarak adlandırılmasına yol açtı ve kısa sürede bu politik terim, protestan ilkelerine bağlı bütün Batı kiliselerinin genel inanç adı olarak yerleşti. 1529 Speyer Meclisi, Batı Hristiyan kilisesindeki bölünmenin başlangıcı oldu.
Bulunduğu şehirden pek ayrılmadığı ve hatta asıl işi gördüğü Wittenberg Üniversitesi’ndeki derslerine odaklandığı halde Martin Luther’in tarihte görülmemiş bir hızda büyük bir coğrafyaya fikirlerini ve itirazlarının yayabilmesinin sırrı, işte, kendisinden 70 yıl önce Gutenberg’in geliştirdiği matbaaydı. Matbaa, reform hareketinin yayılmasına yardım etmiş, reform hareketi de ektiği bireysellik bilinciyle, muazzam bir okur kitlesi yaratarak matbaanın gücünü artırmıştı.
Protestanlar, Katolik hükümdarların zulümlerine, baskılarına, sansüre uğradıkları yerlerde ifade özgürlüğünün ateşli savunucusu oldular. Kendilerinin egemen olduğu çoğu yerde ise aynı şeyleri Katoliklere yapmaktan çekinmediler. Kopernik’in yer merkezli evren teorisini çürüten kitabına, İncil’e aykırılık gerekçesiyle ilk itiraz edenlerden biri de Luther’di.
Bazı yerlerde Protestanlar, muktedir oldukça özgürlüğü, muhalefeti, itirazı zorla baskılayan bir eğilimin savunucusu oluyordu. Bu yönleriyle, ifade özgürlüğünün, ifade özgürlüğü savunucularının muktedir olmasıyla güvenlik kazanan bir şey olmadığının ibretlik bir örneği oldular. İfade özgürlüğü, savunucularının muktedir olmasıyla değil, onu tek başına engelleme gücüne sahip muktedir kalmadığında koruma altında olur.
Modern Avrupa’nın oluşumunda haklı olarak reform hareketine dikkat çekilir. Ancak bu reform hareketinin teolojik gücünden kaynaklanmıyor. Protestan hareketin neden olduğu büyük sosyal hareketlenmenin Avrupa’ya düşünsel, sosyal ve politik yenilik kapısını açmasından kaynaklanıyor.
Örneğin Martin Luther’in, kiliseye karşı başlattığı teolojik itirazın merkezine oturttuğu konseptlerden biri olan ‘bona fide’ (iyi niyet) konsepti…
O güne kadar Avrupalılar iki tür otorite tanıyordu. Biri politik otorite (kral, soylular, feodal beyler vs) diğeri ise dini otoriteydi (papa, konsül, rahipler, piskoposlar vs). İşte ‘bona fide’, Avrupa bilincini yeni bir otorite ile daha tanıştırıyordu; bireyin vicdanı.
1521’de Kutsal Roma Cermen İmparatoru 5. Şarlken’in yönetimindeki imparatorluk meclisinde yargılanırken Luther, “Benim vicdanım, sadece tanrının sözlerine esirdir” diye konuşarak, vicdanına aykırı hiçbir şeyi kabul etmeyeceğini ifade ediyordu. Bu teolojik iddia, politik alanda yansıma bulmaktan gecikmeyecekti. 18. Yüzyılda kurulacak ABD, Anayasal sistemine ‘vicdan özgürlüğü’ konseptini koyan ilk ülke oldu. 1948 yılında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 18’nci maddesi, ‘'Herkes, düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğüne sahiptir’' şeklinde yazıldı. Bildirgenin hazırlık aşamasında UNESCO heyeti, bu konseptin kaynağı olarak Reform Hareketine atıf yapacaktı. 16’ncı yüzyılda konsepte şiddetle karşı çıkan Vatikan, günümüzde ‘vicdan özgürlüğü’ kavramının en güçlü savunucularından biri.
Martin Luther’in ruhban sınıfı karşıtı ‘'her mümin rahiptir’' düşüncesi, eşitlik fikrini yeniden Avrupa’nın gündemine taşıdı. Amerikalı muhafazakâr yazar Eric Metaxas, ‘'Martin Luther; Dünyayı Değiştiren Adam’' kitabında, ‘'Bugünkü anlamıyla birey, Martin Luther’den önce düşünülebilecek bir şey değildi. Çoğulculuk, inanç özgürlüğü, kendi kendini yönetme, politik özgürlük gibi sonradan oluşacak kavramlar da hep Martin Luther’in açtığı kapıdan yaşamımıza girdi’' diye yazıyor.
Yine Luther’in İncil konusunda üzerinde çok durduğu ‘herkesin kendi aklıyla okuması’, Protestan dünyada, akılcı sorgulamanın yaygınlaşmasını kolaylaştıracaktı. 16 ve 17’nci yüzyılda fen bilimlerinde gelişmenin çoğunlukla Protestan üniversitelerinde oluşmasını bununla ilişkilendirenler de var.
Reform Hareketi’nin değişime yol açan en önemli sonuçlarından biri ise neden olduğu 30 yıl savaşları ve göçlerdi. Büyük ölçüde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunu oluşturan yerel hükümdarlıklar arasındaki mezhep savaşları sırasında Katolikler ve Protestan azınlıkların, çoğunlukta oldukları yerlere göçü, büyük bir sosyal hareketlenme doğurdu.
Bu göçün en popüler hedefi, Avrupa’nın güç merkezinin yakın zamanda yeniden kayacağının da göstergesi oldu. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna bağlı İspanya Hollanda’sındaki 7 prensliğin isyan edip bağımsızlık ilan ederek 1588 yılında kurdukları Federal Hollanda Cumhuriyeti, Avrupa’yı dönüştürecek bir değişimin odağına yerleşiyordu.
Hollanda prenslikleri iç birliği korumak için diğer Protestan yorumları ile Katoliklere ve Yahudilere de tolerans iklimi yaratınca, ülke her yerden nitelikli insanları kendine çekmeye başladı. Öyle ki Kalvinci Protestanlarca Hollanda Cumhuriyeti kurulduktan sonra diğer Avrupa ülkelerinde zulüm gören Protestanlar bu ülkeye göçerken, bu Kalvinist ağırlıklı ülkedeki Katoliklerin çoğu tersine bir göç içine girmeyerek yine de Hollanda’da kalıyorlardı. Tam bir göçmen toplumu haline gelecek Hollanda’da 1600’lerin başında nüfusun yüzde 40’ı Hollanda dışında doğmuş insanlardan oluşacaktı. Bu kalıcı göçmenler dışında, Hollanda, çoğu Avrupalı için dünyaya açılan kapı olacaktı. Sonraki yüzyıl boyunca yüzbinlerce Avrupalı Hollanda üzerinden dünyaya yayılacaktı. Bunlar arasında Kuzey Amerika’da ilk Avrupa toplumlarını kuracak İngiliz Püritanlar da vardı. İngiltere’deki baskılardan kaçtıklarında ilk sığındıkları yer Hollanda olacak, sonraları buradan ABD’ye göçecektiler.
Hollanda Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Orange Hanedanlığı ile parlamento arasında kırılgan bir güç dengesinde yaşamaya başladı. Orange hanedanlığının sadıklarıyla cumhuriyetçiler arasındaki iç gerilim hep sürdü. Büyük toprak ağası aristokratlar, tutucu Kalvinistler, Oranjistlerin safında yer alırken, zenginleşmeyle ortaya çıkmış kentli burjuvalar, tüccarlar ve laiklikten yana Kalvinist Reform Kilisesi ise cumhuriyetçiydi. Saltanatçılar savaşçı politikaları savunurken, cumhuriyetçiler, ticari çıkarları korumaya öncülük veren pragmatist bir dış politika savunuyorlardı.
Cumhuriyetçi gelenekten gelen Johan de Witt adlı genç bir politikacı kısa sürede birliğin önemli isimlerinden birine dönüştü. Ve nihayetinde, 1653 yılında birliğin siyasal sözcüsü konumundaki Hollanda Cumhuriyeti başbakanı oldu.
İkinci William, ani şekilde genç yaşında 1650 yılında çiçek hastalığından ölünce Orange Hanedanlığının yetişkin varisi kalmamıştı. İkinci William’ın ölümünden 8 gün sonra bir oğlu dünyaya gelmişti ama henüz bebekti. Johan de Witt ve cumhuriyetçiler, bu fırsattan yararlanarak Orange hanedan üyelerinin atandığı merkezi ve yerel naiplikleri (stateholder) kaldırdı. Hollanda Cumhuriyeti ilk kez Orange Hanedanlığının gölgesinde olmayacağı bir döneme girdi. 20 yıl sürecek bu dönem Hollanda Cumhuriyetinin altın çağı oldu.
O günlerde Johan de Witt, Hollanda Parlamentosunda, sonradan ‘Ware Vrijheid (Gerçek Özgürlük) adını alacak politikasını açıklarken yaptığı bir konuşmada, Hollanda Cumhuriyeti’nin diğer ülkelerden daha başarılı olmasının ilk sebebi olarak, ‘'herkesin fikrini açıkça konuşabilmesini’' gösterecekti, ‘'hiçbirimiz, fikrimizi konuşamayacağımız bir ülkede yaşamak istemeyiz’'.
Daha sonra da İngiliz, Fransız ve İspanyol monarşilerinin hepsinin Hollanda Cumhuriyetine derin bir düşmanlık beslemesinin asıl nedenine kendince şöyle dikkat çekecekti:
‘'Çünkü bu büyük monarşilerin gözünde bizim küçük ülkemiz çok zengin, çok başarılı ve çok özgür. Ama hepsinden önemlisi de biz bir cumhuriyetiz. Herkesin kendine uygun gördüğü yaşam tarzını seçtiği, tanrıya nasıl inanacağına kendisinin karar verdiği, hiçbir insanın ülkeden daha büyük görülemeyeceği bir ülke. İngiliz Hanedanlığı bizim bu özgürlüğümüzden nefret ediyor. Özgürlüğümüz onları korkutuyor. Özgürlüğümüz, ancak hepimiz buna, ‘senin özgürlüğün benim özgürlüğüm’ inancıyla hep beraber sahip çıktıkça güvende kalacak’'.
Yirmi yıl devam edecek bu süreç, Hollanda Cumhuriyeti’nin zirve dönemi oldu. Toplam nüfusu sadece 1,5 milyon olan bu küçük cumhuriyet, kürenin en zengin, en müreffeh, en üretken ülkesi oldu. Geliştirdikleri teknolojilerle gemi inşasında aşırı bir hıza ulaşıyor ve bu da görülmemiş büyüklükte bir deniz ticaret filosuna sahip olmalarına yol açıyordu. Sadece Baltık Denizindeki Hollanda ticaret filosu yılda 1000 gemiye ulaşacaktı.
Hollanda, askeri, ticaret ve keşif gemileri sadece Baltık Denizinde değil, Karayipler’den Japonya’ya, Pasifik’in en uzak köşelerinden Hint Okyanusunun en ıssız adalarına kadar her yerde boy gösteriyor, koloniler, limanlar, monopoller kuruyordu. Okyanuslarda 20 binden fazla Hollanda gemisi dolaşır duruma gelmişti.
Ticaret ve yarattığı sermaye, Hollanda’yı modern kapitalizmin birçok yeniliğinin başladığı yer yaptı. Hindistan başta olmak üzere Hint Okyanusunda ticaret yapan Hollanda şirketlerinin, devletin hakemliğinde 1602 yılında kurduğu Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (VOC), tarihin ilk çok uluslu şirketi oldu. Ayrıca hisselerini halka arz ederek tarihin ilk hisse piyasasını oluşturdu. Tahvil ve bono çıkararak borç veren ilk şirket oldu. Amsterdam Bankası, tarihin ilk merkez bankası olarak görülüyor. Amsterdam’da tüccarların hisse alıp satmak için toplandığı Beurs van Hendrick de Keyser binası, tarihin ilk borsası oldu. ‘Borsa’ sözcüğü finans literatürüne burasıyla girdi.
Hollanda Cumhuriyetinin Batı Hindistan Şirketi ise, Karayipler ve Kuzey Amerika’da ticarete hükmeder hale geldi. Bu şirketin, Kuzey Amerika’dan Asya’ya açılacak bir su yolu bulması için kiraladığı İngiliz kaşif Henry Hudson, arayışı sırasında bugün kendi adıyla anılan Hudson Nehri’nden iç kesimlere gemisiyle geçti. Nehir umduğu gibi onu öteki yakadaki açık denizlere çıkarmadı ama dönüşünde bölgenin oldukça bereketli topraklara sahip olduğunu rapor etti. Hollandalılar, 1614 yılında bugün adı Manhattan olan küçük adanın güney ucuna New Amsterdam kentini kurdular. Sonraki yüzyıllarda adı New York olarak değişecekti bu şehrin.
Hollanda Cumhuriyetini zekâ, sanat ve bilgi için son derece çekici yapan en önemli sebeplerden biri ise Avrupa’da hızla yaygınlaşan ‘'denetim, yasal izin, yasak’' eğilimlerine aykırı şekilde, matbaalar üzerinde herhangi bir izin denetim mekanizması kurmaması oldu. Basım özgürlüğü ve basım imkânı çokluğu nedeniyle oluşan makul kitap fiyatları, kitap yazım ve basımında bir devrime yol açtı. Okur-yazar oranı, bir kez daha rekor kırarak, tarihin o güne kadarki en yüksek düzeyine ulaştı. Öyle ki tarihte ilk kez Hollanda Cumhuriyetinde yazarlar, halka dönük kitap satışından gelir kazanarak geçinebilir hale geldi.
Avrupa’nın birçok ülkesinde basımı başa bela açacak kitaplar Hollanda’daki özgür matbaalarda basılıp, Avrupa’ya gönderiliyordu. Örneğin, diğer Avrupa devletlerindeki sansür nedeniyle kimsenin eserlerini yayınlayamadığı Galileo’nun çığır açan ‘İki Yeni Bilim’ kitabını da basan Elzevir Yayınevi, sansürsüz basım iklimi sayesinde tarihin ilk büyük basımevine dönüşecekti.
Oluşan özgürlükçü ve seküler iklimde ressamlar, dini ve tarihi liderler dışında, sıradan insanların portrelerini, gündelik yaşam doğa manzaraları gibi seküler konuların tablolarını yapmaya başladı. Rembrandt, Vermeer, Rubens, Ruisdael gibi ressamlar resim sanatında çığır açacak bu dönemin öne çıkan isimleri arasındaydı.
Modern Avrupa felsefesi, hümanizmine öncülük eden birçok düşünce insanı yetişti. Bunların en önemlilerinden biri, ‘’Bu dünya hepimizin ortak yurdu’’ diye özetlediği görüşleriyle Rönesans hümanizminin kurucu babası sayılan Rotterdamlı Erasmus’tu. Güneyde İtalya’da Machiavelli’nin ‘Prens’i yazmasıyla hemen hemen aynı yıllarda Erasmus da Hollanda Cumhuriyeti’nde karşı tezini yazıyordu. Makyavel, ‘'otoritesini korumak için hükümdarın, korkulan biri olması, sevilen biri olmasından evladır’’ diye yazarken, Erasmus, ‘’bir ülkede olgun bir düzen oluşmasının şartları hükümdarın bir baskıcı olmasına imkân verilmemesi ve iyi bir eğitim politikası’’ tespiti yapıyordu.
Leiden Üniversitesi, Avrupa’nın her yerinden bilimcileri, düşünürleri ve sanatçıları kendisine çeken bir kıtasal akademiye dönüştü. Fransız filozof Descartes da Hollanda’daki özgürlüğün çekimine kapılarak buraya göçecek ve modern Avrupa felsefesini başlatacak en önemli eserlerini Hollanda’da yaşarken kaleme alacaktı. En başta da 1637’de Leiden’de yayınlayacağı ‘Metod Üzerine Konuşma’ kitabı. İspanya’daki baskıcı yönetimden kaçarak Hollanda Cumhuriyeti’ne sığınan Spinoza da Avrupa düşünce yaşamında devrime neden olacak ‘Teolojik Politik İnceleme’ ve ‘Etika’ kitaplarını Hollanda’da yayınlayacaktı.
İngiliz Düşünür Bertrand Russell, ‘’Batı Felsefesinin Tarihi’’ kitabında, modern felsefenin kurucu babalarının Hollanda Cumhuriyetini tercih edişini ve bütün düşünsel üretim yaşamlarını orada geçirmelerini şöyle yorumlayacaktı:
‘’17’nci yüzyılda özgürlük ve spekülasyon serbestisine sahip tek ülke olan Hollanda Cumhuriyetinin önemini görmemek mümkün değil. (Thomas) Hobbes kitaplarını orada yayınladı. (John) Locke, İngiltere’de 1688 devrimi öncesinde baskının doruğa çıktığı beş yıllık dönemde oraya sığındı. Bayle (Fransız sözlük yazarı) orada yaşamayı gerekli gördü. Spinoza’nın yazılarına ve çalışmalarına, dünyada basım izni verebilecek başka hiçbir ikinci ülke yoktu’’.
Russell haklı çünkü Spinoza, hem üyesi olduğu Yahudi toplumunun en yüksek dini otoritesince Yahudilikten ‘herem’ edilmiş (dinden çıkarılmış) hem de Katolik Kilisesi ve çoğu Protestan kilise onun kitaplarının basılmasını ve okunmasını yasaklamıştı. John Locke da İngiltere’den kaçtıktan sonra Hollanda’da yaşarken, inançlara hoşgörü tartışmalarından etkilenecek ve ‘Hoşgörü Üzerine Bir Mektup’ adlı klasiğini Hollanda’da yayınlayacaktı.
Hollanda Cumhuriyeti, okyanuslarda kazandığı üstünlükle uluslararası norm belirleyici küresel bir güce de dönüştü. Örneğin Hollandalı hukukçu Hugo Grotius, uluslararası hukukun temellerini atarken, bir yandan da hiçbir ülkenin denetiminde olmayan ‘uluslararası sular’ veya ‘açık deniz’ (mare liberium) konseptinin de babası olacaktı.
Düşünce ve ifade özgürlüğü ikliminin tetiklediği altın çağıyla 17’nci yüzyıla damga vuran Hollanda Cumhuriyeti, koyu Kalvinist kiliselerin devlet gücünü kullanarak toplumdaki tek inanç haline gelme arzusu ve Orange hanedanlığının yeniden muktedir olma hırsı (Üçüncü William’ın da 21 yaşına girmesiyle) ağır bir iç baskı yaşamaya başladı.
1672 yılı, Hollanda tarihinde ‘felaket yılı’ olarak anılıyor. O yılın başında, İngiltere, Fransa ve bazı Alman prenslikleri yaklaşık aynı zamanlarda Hollanda Cumhuriyetine savaş ilan etti. Ülkenin bazı kesimlerinin işgali, saltanat yanlılarının ve Kalvinci tutucu kesimin gücünü artırdı.
Johan de Witt, Ağustos ayı başında başbakanlıktan istifa etti ama bu saltanatçıların ona nefretini yatıştırmadı. 20 Ağustos günü, son anda idamından vazgeçilip sürgün kararı verilen kardeşi Cornelis’i, sürgüne yolcu etmek üzere evinin hemen yakınındaki hapishaneden almaya gittiğinde, hapishane önüne toplanan saltanatçı kalabalığın lincine maruz kaldı. Oldukça organize hareket etmeleri nedeniyle Orange Hanedanlığı tarafından gönderildiği tahmin edilen linç kalabalığı, iki kardeşin cesetlerini parçaladı ve bazıları öfkelerini göstermek için bu parçaları yedi.
De-Witt kardeşlerin ölümü ve Orange Hanedanlığının tek egemen haline gelmesi ile Hollanda Cumhuriyetinin altın çağı sona erdi ve gerileme süreci başladı. Tek adamlık ve homojen toplum saplantısını, çağına göre süper ölçülerde bir ekonomi bile taşıyamadı.
Hollanda’nın hızlı çöküşü, devlet gücünde tekelin ve inançta homojen toplum yaratma saplantısının sonuçta o inanç veya düşüncenin taşıyıcıları da dâhil herkesin yaşamını sefalete sürükleyecek yıkıcı bir eğilim olduğunun ibretlik göstergesi oldu. 17’nci yüzyılda dünyanın en müreffeh toplumu olan Hollandalılar, monarşi ve taassubun karanlığında hızla yoksullaştı. İfade özgürlüğünün, sadece hoşlanmadıkları birkaç entelektüelin egosuyla ilgili bir sorun olmadığını, sofralarındaki ekmekle de, insanca yaşamakla da çok doğrudan ilişkisi olduğunu anlamaları, birkaç yüzyıl sürecek acı deneyimle mümkün oldu.
Türümüzün en uzun süreli yanılgılarından biri karanlığı sadece siyahla özdeşleştirmemizdir. Kutup kâşiflerinin, örneğin Antarktika’da yaşadıkları ‘beyaz karanlık’ da karanlığı sadece ‘siyah’ düşünmenin bir yanılgı olduğunu gösteriyor. Yine bir arabanın farına bakmanın veya sadece güneşe bakmanın da görüşümüzü, ‘siyah karanlık’ ölçüsünde kısıtladığını da hepimiz defalarca deneyimlemişizdir. İngiliz hiciv ustası Malcolm Muggeridge, bir defasında, ‘'karanlık diye bir şey yok, görme yetersizliği diye bir şey var’' diye yazarken aslında bu gerçeğe dikkatimizi çekiyordu.
Karanlık siyaha boğulmak değil, kontrast yoksunluğudur. Farklılıklar görülemez olduğunda, gerçeği görme, kavrama ve anlama yeteneğinden de mahrum olmaktır. Yeniliklere, yeni bilgilere, farklı düşüncelere, itirazlara, yaygın olana aykırı yaşam ve inanç tarzlarına, eleştiriye ve hatta hakarete kapılarını kapatan devletler, muktedirler, toplumlar ve bireyler, gerçeği göremez hale gelecekleri bir karanlık inşa ederler. Özgürlük, böylesi bir aptallıktan bizi koruyacak yegâne güçtür.
(Devam edecek)
Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu…
“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”
Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu
© Tüm hakları saklıdır.