13 yıl önce bir yaz sabahı Manhattan’daki Penn Station’dan bindiğim PATH Treni’nden Jersey City’deki Journal Square durağında indim. Daha yürüyen merdivende yer üstüne doğru çıkarken, beni adeta çeken seslerini duydum. İstasyon kapısının açıldığı yarı açık avluda, 4 ihtiyar kendinden geçmiş halde ‘caz yapıyor’du. O kadar doğal ve o kadar tutkulu çalıyorlardı ki, kendilerini dinleyen tek bir kişi bile olmadığının farkında bile değillerdi. Yıllar sonra düşünüyorum da belki farkındaydılar da umurlarında değildi. Belki de, lakaytlığıyla ünlü Fransız romancı Françoise Sagan’ın, ‘caz, aşırı yoğunlaşmış lakaytlıktır’ dediği haldeydiler… O sabah bunu bilecek durumda değildim. Tek bildiğim, hayatımda ilk kez canlı bir caz icrası dinlemekte olduğumdu. Herkesin dinlediği birkaç popüler caz şarkısı, filmlerden kulağımda kalan tınılar dışında hiçbir fikrim yoktu. Sorulsa, ‘bilmiyorum’ demek yerine ‘caz çok sıkıcı’ deyip kestirip atacak kadar önyargılı olmama yetecek bir cehaletim vardı. Jersey City’de o sabah yaklaşık bir saat boyunca yaşadığım keyif sonunda caz ile aramdaki duvarda bir kapı açıldı. Dört ihtiyar caz sanatçısının açtığı kapıdan girdim ve sonrasında hep keyifli sürprizler yaşadım. Önyargı duvarımın arkasında adeta bir keyif okyanusu vardı.
Caz, diğer birçok müzik türünde olduğu gibi sınırları belli bir müzik türü değil. Doğaçlama keşfe açık, yaratıcı bir ruh hali. Enstrüman anlamında sınır yok. Ritim anlamında sınır yok. Farklı müzik türlerini, farklı etnik tınıları kolayca baştan çıkarıp ilişkiye girebilecek kadar çapkın.
Caz, ‘’dev bir müzisyenin gelip zaman ve mekânı doldurmasını sabırla bekleyen büyük bir boşluk’’ gibi. O yüzden ‘caz şarkısı’ yoktur. ‘Caz eserinin her bir çalınışı’ vardır. Her çalınış sizi nerelere götürecek, başında, ne müzisyen bilir ne dinleyen.
Bir çok klasik caz eseri, bir melodi oluşturduktan sonra ‘improvisation (doğaçlama)’ denen bölüme geçer. Eserin bu kısmında sırayla grubun bütün enstrümanları tek tek solo hale gelir ve tamamen doğaçlama olarak eseri geliştirir. İşte bu bölüm, belki de caza ‘en demokratik müzik’ ünvanını kazandırdığını düşünebileceğimiz kısımdır. Bu bölümde öylesine bir özgürlük vardır ki, hata yapmaktan bile çekinmez sanatçılar. Bu konuda ileriye gidenlerden Art Tatum, ‘yanlış nota diye birşey yoktur’ diyecekti.
‘’Aslında hayat da caza çok benzer’’ diyor George Gershwin ve ekliyor: ‘doğaçlama yaşadığında en iyisidir’’. Bu doğaçlama kısmından sonra klasik bir caz eseri, başında oluşturduğu melodiye geri döner ve onunla sona erer. Baştaki ve sondaki aynı melodiye ‘head section’ denir. İlk başlayanlar için eserlerin en akılda kalan kısmı bunlar olsa da cazı asıl caz yapan aradaki doğaçlamalardır.
Caz, herkesi bir seviyeye kadar taşır ama yolculuğun belli bir aşamasından sonrası dinleyici olarak belli bir emek harcamışlarındır. Bu yüzden caz, derinleştikçe, daha az popülerleşir. Boksör George Foreman bir keresinde, ‘boks da caz gibidir. Daha iyi oldukça daha az takdir edilir’ demişti.
Bugün, ‘’elitist ve snob’’ diye kestirilip atılması haksızlıktır. Cazın kaynağı hayatın en dibidir. Siyah insanın köyden (marabalıktan) kente (işçiliğe) göçüyle ilk olarak New Orleans’ta ortaya çıktı. Tarlalarda barakalarda doğan kuzeni Blues ile birlikte büyük şehirlerin arka sokaklarında büyüdüler. Siyah adamın, feleğe ve Amerika’ya itirazıydı. Louis Armstrong, ‘Bu kadar siyah ve bu kadar melankolik olmak için ne yaptık’’ diye yakınıyor ünlü şarkısında: ‘’Tek günahım deri rengim. Fareler bile benden kaçıyor’’.
Daha adları konmadan önce ‘Blues’ ve ‘Caz’ vardı. Kim ilk defa ve niye ‘caz (jazz)’ dedi, tam belli değil. Yığınla teori. Ne önemi var. Bugün saygın ve nezih kabul edilen bütün müzik türleri, ortaya ilk çıktıkları dönemde yozlaşma olarak görülmüş, yok edilmeye çalışılmıştır. Caz için de böyle oldu. Adını kazanmaya başladığı Birinci Dünya Savaşı sonrası yıllarında, Amerikan ana akımı cazı bir tehdit olarak görüyordu. Çok geçmeden elit siyahlar da caza karşı savaşa katıldı.
‘’Bu müzik insanları öldürüyor. Şehveti ve bohemliği teşvik ediyor’’ diye şikâyet ediyor bir gazete. ‘’Bazısı adeta çıldırıyor. Bazısının dini inançları zayıflıyor.’’ Gazetenin toplumu yozlaştırmakla suçladığı şarkıcılar ise 50 Cent, Jay Z ya da Snoop Dogg değil, Louis Armstrong, Fats Waller, Duke Ellington gibi caz sanatçıları. ‘’Her gün caz dinleyen genç kızlarımız ve delikanlılarımızın ahlakı bozuluyor ve bir kısmı suça itiliyor’’ diye ekliyordu New York Amsterdam News gazetesi 1925 yılında. Amerikalı ‘milli’ müzik adamı John Phillips Sousa’nın, ‘’Müziği beyniyle değil, ayaklarıyla dinleyenler oldukça bu caz müzikten kurtulamayacağız’’ diye yakınması meşhurdur. En çok kızanlar ise muhafazakâr ve seçkinci siyahi liderlerdi.
Tıpkı bugün siyah toplum liderlerinin, rap ve hip hop’ın Afrikan-Amerikan toplumunu dejenere ettiği ve imajını zedelediği gerekçesiyle başlattığı karşı kampanyalara hedef oldu caz ve blues. ‘Bayağıydı, görgüsüzdü, yıkıcıydı, negatifti’.
Bütün bu tepkiler nedeniyle caz, nezih mekânlarda, iyi semtlerde değil, Detroit, Chicago, New Orleans, Kansas City ve elbette ki New York’un arka sokaklarında serpildi. Mafyanın kollarında ve desteğiyle büyüyebildi. Genelevlerde, alkol yasağı yıllarında içki servisi yapılan gizli yer altı barlarında, mafyanın sahibi olduğu gece kulüplerinde kendini ifade edebildi yıllarca.
1920’lerde başlayan Harlem Rönesansında, W.E.B. Du Bois ve siyahi arkadaşları, Harlem’de, Afrika Amerikan – ana akım Amerikan ve Avrupa kültür ideallerinin karışımı elit bir negro kültürü yaratma hayali kurmuştu. Ama fıkradaki sosyologun yakınması gibi, ‘kahrolasıca gerçek yine ortaya çıkmış ve canım teoriyi berbat etmişti’. Kitleler, Du Bois’ten çok Louis Armstrong ve Duke Ellington dinliyordu.
Caz ve blues’ın çocukları olan Rock’n Roll ve R&B de 1950’li yıllarda aynı tepki dalgasıyla karşılanacaktı. Tepki gösterenlerin başında Martin Luther King de vardı. Gerekçe yine aynıydı: ‘Kültürümüz dejenere oluyor, gençleri kaybediyoruz.’’
İlk tepki dalgasında yıkılmayan caz, 1920’lerin sonunda altın çağını yaşamaya, beynelmilel olmaya başlamıştı bile. Cazın kralı Duke Ellington, 12 Haziran 1933 günü Londra’da Palladium’da sahneye çıktığında, kendisini dinleyenler arasında 10 yaşında bir çocuk da vardı. Ağabeyi tarafından konsere götürülen genç Ahmet Ertegün için bu yaşamının değiştiği gün oldu. ‘’İşte bu caz. Plaklardan dinlediğim b.ktan şeyler değil bu gerçek caz dedim kendi kendime’’ diye anlatıyor Ertegün o günü. Tam 14 yıl sonra, 1947 yılında ABD’nin ilk ‘caz ve gospel’ plak şirketini kurup cazın yaygınlaşmasında kritik bir rol oynayacaktı. Ertegün aynı zamanda Rhythm & Blues devrimini de yaratan Atlantic Records ile Ray Cahrles, Led Zeppelin, Crosby, Stills, Nash and Young, Rolling Stones, Frank Zappa ve daha nice büyük ismi müziğe kazandıracaktı.
Soğuk Savaşın en keskin olduğu 1950’lerde, ABD, dünyadaki imajını değiştirecek, o zamanki gazetelerin nitelemesiyle, ‘gizli bir ses silahı’ buldu. Daha yakın zaman öncesine kadar dışlanan horlanan caz müzikti bu silah. Trompetin ustası Dizzy Gillespie, Dave Brubeck ve Louis Armstrong gibi dev isimler, dünya turlarına çıktılar. Cazın kralları, 1950’li yıllarda İstanbul’da da konserler verdiler.
Hatta, Dave Brubeck, İstanbul’da dinlediği Türk müziğinden etkilenerek ‘’Blue Rondo a la Turk’’ şarkısını besteleyecekti. Siyahi caz devleri, dünyada omuzlarda taşınırken, ABD’de Sivil Haklar Yasası’sının kabulüne daha yıllar vardı. Siyahların, ülkenin önemli bir bölümünde beyazlarla aynı ortamlarda bulunmaları yasaktı. Ama buna rağmen hepsi çok ‘cool’dular. Tıpkı bir Neşet Ertaş bir Aşık Veysel gibi her çalışta dünyanın hararetini en az 2-3 derece düşürebilecek kadar ‘cool’.
Örneğin, 20’nci yüzyılda Cazın dev isimlerinden biri de John Coltrane. 1964 yılında yayınlanan ‘A Love Supreme’ adlı albümünü, ilk dinleyiciler için anlaşılması zor olmakla beraber, 20’nci yüzyılın en önemli müzik kaydı olarak gören müzisyenler var. John McLaughlin’den Moby’e, Bono’dan Carlos Santana’ya kadar birçok farklı müzisyen, bu albümden çok etkilendiklerini kayıtlara geçirmiş.
İşte bu derece etkili bir müzik adamı olan Coltrane, asla ‘müzik starı’ şaklabanlıklarına girmedi. Müziği hep müzik aşkına yaptı. Turneye çıktığında hele Avrupa’da fırtınalar kopuyordu. Ashley Kahn’ın ‘A Love Supreme’ kitabında anlattığına göre, yakın arkadaşı Cecelia Foster, saksafonun dev isminin bu sıradışı ilgi karşısında bile kendini kaybetmediğini şu şekilde anlatıyor:
‘’John, son sahnende ortamı yıktın geçtin. Harikaydın!’ dediğimde, bana bakıp, ‘’Niye ki? Diğer zamanlarınkinden farklı olarak ne dinledin?’’ diye sordu. Cevap veremeyince, bana, ‘’etrafımızda çok sayıda olan o insanlara benzeme. Eğer, seni etkileyen neydi bilmiyorsan, farklı gördüğün bir şey yoksa, birşey söyleme.’’ dedi. Etrafındaki insanlar için aynı zamanda bir öğretmendi. Bize, müziği nasıl sevip nasıl dinleyeceğimizi de öğretti’.
Coltran’ın çağdaşı Dave Liebman da Coltrane Quartet’ın o günlerini şu şekilde tasvir ediyor: İki saat kimseyle tek kelime konuşmadan sahnede herkesi müzikle tutuşturur, sonra da bitirince sanki az önce sahnedeki yıldızlar kendileri değilmiş gibi dinleyicilerin arasında bir köşede mütevazı olarak otururlardı. Etraflarında hayranları, şakşakçıları olmazdı. Dinlendikten sonra bütün tevazu ve içtenlikleriyle sahneye çıkar aynısını bir daha yaparlardı. Bu fotoğraflarını hayalimden hiç silmiyor ve işimi aynı bu şekilde yapmaya çalışıyorum. Müziğe karşı inatla samimi kalmaya çalışıyorum.
Peki bütün bunları niye hatırlatıyorum şimdi? Bugün ‘Uluslararası Caz Günü’. BM, 2011 yılında, her 30 Nisan gününü, Uluslararası Caz Günü olarak ilan etti. Bugün altı kıtada çok sayıda etkinlikle insanlar bu müziği kutluyor. Ve daha da güzeli İkinci Uluslararası Caz Günü’nün evsahibi İstanbul. İstanbul’da kurulan küresel sahneye, dünyaca ünlü birçok caz piyanisti, vokalisti, bass, saksafon, klarnet, kemancı ve trompetçisi çıkıyor. İstanbul’a cazı, caza İstanbul’u çok yakıştırıyorum ben. İkisini de tanımlaması zor, ikisini de sahiplenmek zor.
Bir asırdır sayısız acının, aşkın, sevincin tercümanı olmuş bu muhteşem müziğe katkı yapan bütün müzisyenleri saygıyla selamlıyorum. İyi ki varsınız!