Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 11 Eylül 2001’deki terör saldırısının ardından ilk açıklamasında, "bu saldırı ülkemizin demokratik sisteminedir. Demokrasimizden nefret ediyorlar. Sistemimizi değiştirebileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar." dedi. O günlerde ağzını açan her yetkili, sürekli olarak Amerikan demokrasisini yıkmaya çalışan iç ve dış düşmanlardan bahsediyordu. Ve ABD’de olağan bir dönemde asla söz konusu olamayacak her düzenleme, Amerikan demokrasisinin güvenliği gerekçesiyle yapılmaya başlandı. Ve nihayetinde Amerikan demokrasisi, demokrasiyi düşmanlarından koruma mücadelesinde adeta tanınmaz hale geldi. Zaten bir noktadan sonra Bush yönetimi de, artık baklayı ağzından çıkardı ve halkı, “tarihin kritik bir döneminde bu düşmanla savaşın, özgürlük, demokrasi ve insan hakları ile kazanılamayacağı” konusunda ikna etmeye bile girişti. ABD hızla bir güvenlik devletine dönüşmeye başladı. O günlerde Bush’un ağzından en fazla dökülen iki kavram, ‘özgürlük (freedom)’ ve ‘ulusal güvenlik (national security)’ kavramlarının sonraki 7 yılda en fazla duyacağımız iki kavram olacağını henüz bilmiyorduk.
11 Eylül’ün yarattığı psikolojik ortamda, yönetimi sorgulamak, ‘vatan hainliği’ , ‘ABD düşmanı teröristle işbirliği’ gibi yaftalanıyordu. Ve ana akım medya çok berbat bir sınav verdi bu dönemde. Oysa Amerika’nın kurucu babalarından Benjamin Franklin, “Her vatandaşın ilk sorumluluğu devletini sorgulamaktır” diye muhteşem bir öğütte bulunmuştu 200 yıl önce...
Şüphesiz bu sorgu ve uyarıyı az da olsa yerine getirenler de vardı. Örneğin Florida’da yayınlanan Daytona Beach News-Journalgazetesinin 2 Mart 2002 tarihli başyazısı…
“Ülke sevgisinin ve ülkeye sadakatin adeta bir sürü güdüsüne dönüştüğü” tespiti yapılan başyazıda şöyle denildi:
“Yoksa Başkan Bush’un bu savaş psikolojisi kartını çok iyi oynayarak, büyük şirketlerin vergi kesintisini ekonomik güvenlik (economic security), yandaşı silah üreticisi firmalara yeni silah üretimi ihaleleri vermeyi ‘iç güvenlik (homeland security), ülkenin en kıymetli doğal arazilerini petrol şirketlerine açmayı “enerji güvenliği (energy security)” olarak sunabilmesini başka nasıl açıklayabiliriz. Ya, 11 Eylül’den beri, adeta bir cunta yönetimi gibi, Nixonian bir şekilde ülke güvenliği sırrı arkasına saklanarak Kongre’yi devre dışı bırakıp ülkeyi başkanlık kararlarıyla yönetmeye yeltenebilmesini başka nasıl açıklayabiliriz?”.
Devlet politikalarına karşı sağlam bir muhalefet olmadığı sürece demokrasinin kupkuru bir iddia olduğuna dikkat çekilen bu tarihi başyazı,“Bu birlik ve bütünlük değil. Bu vatanseverlik değil. Bu akıl tutulması” diye bitiyordu.
İronik olan bir başka şey ise çokça kullanılan ‘özgürlük’ kavramı dış politika alanının söylemiydi. Zavallı Irak halkının özgürlüğüydü kastedilen. Amerika’nın içindeyse teröristlere ve demokrasi düşmanlarına karşı zaaf oluşturacak kadar fazla özgürlük olduğundan yakınıyorlardı. Özgürlük Amerika içinde bir riskti. O yüzden de iç politikanın söylemi de ‘ulusal güvenlik’ti. Bushistler, sürekli Irak’taki diktatörden yakınıp oraya demokrasi ve hukuk götüreceklerini ilan ediyorlardı. Ama Amerika'da kendilerine en büyük ayak bağı gördükleri şey de demokrasi ve hukuktu. Amerikan mahkemelerini, Amerikan yargılama hukukunu ve demokratik teamülleri, “ülkenin güvenliğini riske sokan unsurlar” ilan edecek kadar ileri gidebilenleri oldu. Newsweek, 1960'lı yıllarda Vietnam Savaşı sırasında yazmış ama ben 11 Eylül sonrası çok net tanık oldum. Eğer, Amerikan Anayasasının temeli olan ve ilk 10 maddeden (Amendments) oluşan Haklar Bildirgesi (Bill of Rights), 2000’li yıllarda Amerikan Kongresine yasa tasarısı olarak gelseydi, bırakın bu hamasi ve sağcı Amerikan Kongresinde kabul edilmeyi, alt komisyonlardan bile geçemezdi.
İşte politik bilim okutan her okulda ibret dersi olarak okutulması gerektiğini düşündüğüm ‘Patriot Act (Vatansever Yasası)’ adlı ‘’güvenlik yasa paketi’’ böylesi bir zihniyetten doğdu. Yasaya, baş harfleri bir araya geldiğinde oluşacak kısaltmasıyla, karşı çıkanın vatanseverliği hakkında şüpheye düşürecek PATRIOT (vatansever) ismini oluştursun diye ‘’Provide Appropriate Tools Required to Intercept and Obstruct Terrorism (Terörizme Müdahale ve Engellemek için Gerekli Uygun Araçların Sağlanması)’’ gibi uzun bir ad verildi. Senato versiyonu ise baş harfleriyle USA kelimesini oluşturuyordu. Böylece yasa Kongre’nin her iki kanadından da geçtiğinde adının kısaltması ‘USA PATRIOT (ABD Vatanseveri)’ olmuştu. Çocukça görünebilir ama Fransa, Irak’a savaş kararını eleştirdi diye, Amerika’da patates kızartması için yaklaşık 200 yıldır kullanılan ‘french fries (Fransız kızartması)’ adını ‘freedom fries (özgürlük kısaltması)’ diye değiştiren adamlardan söz ediyorum.
11 Eylül saldırısından tam 7 gün sonra 18 Eylül sabahı ABD bu kez önemli kişilere gönderilen şarbon tozu zarflarıyla sarsıldı. Bir kaç gün boyunca, Kongre üyeleri ve medya organlarına gönderilen şarbon tozları, 5 kişinin ölümüne yol açtı. Bir yandan terörist saldırılar bir yandan şarbon ABD’de toplumsal paranoya ve paniği daha da derinleştirdi. İşte bu ortamda kimsede Kongre’ye sessiz sedasız gelen yasayı okuyup tartışacak mecal bile kalmamıştı.
Amerikan Anayasası’na açık aykırılığını, bırakın Anayasa Mahkemesi yargıçlarını sokaktaki insanın bile görebileceği "Vatansever Yasası" adı altındaki yasa tasarısı 2 Ekim 2001 gecesi ABD Kongresine sunuldu. Senato çoğunluk lideri olan Demokrat Partili senatörTom Daschle da (bir kaç gün sonra şarbon zarfının hedefi olacaktı), tasarıyı görüşecek Senato adalet komisyonunun başkanı Patrick Leahy de (bir kaç gün sonra ona da şarbon zarfı gönderilecekti)’ tasarının aceleye getirilmesine karşıydı. Bush yönetiminin ağır baskısı altında kaldılar. Sonraki günlerde Beyaz Saray’dan, Kongre binasına kadar bir çok yerde şarbon zarfları veya alarmı art arda geldi. 24 Ekim 2001 günü, Cumhuriyetçi çoğunluklu Temsilciler Meclisi özgürlük ve güvenlik paketi olan vatanseverlik yasasını geçirdi. Ama Alaska’nın yasak doğal alanlarında varlığı bilinen petrol rezerv kuyularından 25 milyar dolarlık kısmının işletime açılmasından, Wall Street bankalarına ve dev şirketlere vergi indirimi kıyağına kadar bir çok unsurun da bu vatansever ‘güvenlik ve özgürlük’ paketinin içine bir şekilde sıkıştırıldığı sonradan anlaşılacaktı. Bir gecede ‘güvenlik’ gerekçesiyle her türlü suistimale zemin hazırlayan bir sürü madde torba bir yasaya konmuştu. Tasarı senatoya geldiğinde, şarbon zarfı alan Demokrat senatörlerin de daha önce karşı çıktıkları pakete olumlu oy kullandıkları görülecekti. O zehirli tozlu zarfları kimin gönderdiği muamma kaldı ama Bush yönetimi, şarbon atağının oluşturduğu histerik paniği, kendi ajandası için başarılı şekilde kullandı.
Vatanseverlik Yasası, Amerikan istihbarat ve güvenlik birimlerine, Amerikan vatandaşı olmayanları süresiz gözaltında tutma yetkisi, şüphelendikleri Amerikan vatandaşlarının ev ve işyerlerine izinsiz girme yetkisi, FBI’a mahkeme kararı olmaksızın e-mail, telefon ve her türlü iletişimi dinleme kayıt yetkisi gibi, kişisel mali bilgilere ulaşım yetkisi veriyordu. Güvenlik birimleri, makul şüpheye sahip oldukları her kişinin kütüphaneden kiraladığı kitapların listesine bile sahip olacaktı. Kütüphaneden kiralanan kitaplar listesine devletin bakabilmesi ve bunun kamuoyuna duyurulması basit bir detay değil. Anayasal ifade özgürlüğünün açık ihlalidir. Çünkü, eğer bu listeye ulaşılabiliyorsa bir çok kişi devletin kayıtlarına geçmemek için ‘sakıncalı’ kitapları kütüphanelerden kiralamıyor veya kitapçılardan kredi kartıyla bu kitapları satın almıyor. Yani örtülü bir sansürden başka bir şey değil.
Böylesi bir ‘ulusal güvenlik’ yasasının bir ülkede demokrasiyi kökten tahrip edip çürüteceğini bilmek için kahin olmak gerekmiyor. Ama, Amerikan Senatosu’nun 100 üyesinden oylamaya katılan 99’undan sadece bir kişi, dönemin Wisconsin Senatörü Russ Feingold bu yasa aleyhine oy kullandı. 2011’de senatörlüğü sona eren Feingold, bugün demokrasiden söz ederken başı dik olabilen tek isim. Michael Moore’un ödüllü Fahrenheit 9/11 belgeselini izleyenler hatırlar. Milletvekili ve senatörlerin nerdeyse tamamı, gece yarısı Kongre’den geçen yasanın metnini okumamıştı bile. Yasanın içeriği hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Tek hatırladıkları ‘ulusal güvenlik’ ve ‘özgürlük’tü. Moore, kiraladığı bir dondurma arabasının höparlörüyle yasa metnini okuyarak Kongre’nin etrafında dolaşarak bu milletvekillerini protesto etmişti.
Bu yasanın ABD yönetimi ile ABD mahkemelerini karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdı. ABD mahkemeleri Bush yönetiminin kendilerine ağır suçlama ve eleştirilerine rağmen yasanın bir çok maddesini anayasaya aykırı bularak iptal etti. Ancak ‘Vatanseverlik Yasası’ bazı önemli maddeleriyle hala yürürlükte ve hala Amerikan demokrasi üzerinde kara bir gölge gibi dolaşıyor. 29 Ekim 2014 günü Washington Post’ta, Radley Balko imzasıyla yayınlanan haberde Vatanseverlik Yasası’nın güvenlik ve istihbarat birimlerine verdiği yetkilerin, ‘’ulusal güvenlik’’ alanları yerine neredeyse tamamıyla başka alanlarda kullanıldığını ortaya koydu. Elektronik Öncüler Vakfı adlı sivil toplum kuruluşunun konunun peşine düşmesi çok çarpıcı bir gerçeği ortaya koymuştu. Mahkeme kararı olmadan ev basma ve arama kararları 2001 – 2003 yılları arasında sadece 47 kez kullanılırken bu rakam 2012’de 10 bini aşmıştı. 2013 yılında ise 11 bin 129 kez mahkeme kararı olmadan ev baskını yapılmıştı. Ve bunların tek bir tanesi bile bu yasanın çıkış gerekçesi olan ‘terör suçu’ şüphesi için değildi.
Radley Balko’nun da vurguladığı gibi şu gerçek bir kez daha ortaya çıktı: ‘’Ulusal güvenlik gerekçesiyle güvenlik birimlerine verilecek hukuku askıya alma yetkilerinin, istismarı ve ulusal güvenlikle hiç bir ilgisi olmayan alanlara kayması kaçınılmazdır’’. Bu yetkilere sahip olacak her hükümetin bunu, muhalif medyaya, muhalif politikacılara, muhalif herkes aleyhine suistimal etmemesi İMKANSIZDIR. Vatansever Yasası’nı görüşüldüğü günlerde buna dikkat çekenleri, yasanın destekçileri, ‘güvenlik birimlerine güvenmemek, sinik olmakla’’ suçluyorlardı. Ama bu güvenlik birimlerine güvenmemekle ilgili değil, asgari bir siyasi tarih bilgisine sahip olmakla ilgilidir.
Bushizm, ‘ulusal güvenlik’, ‘vatan hainliği’, ‘tehditler’ gibi retorikler üzerine kurulu, iktidar tekeli kurmayı amaçlayan, yolsuzluklara son derece açık bir yönetim tarzı olarak anılıyor. Petrol şirketlerine doğa katliamı pahasına sağlanan kıyaklara ‘enerji güvenliği’ dedi Bushizm. Bankaları denetimden kaçırmaya ‘finansal güvenlik’ dediler. Irak Savaşı gibi son derece gereksiz bir savaş, ‘ulusal güvenlik’ ve ‘Irak halkına özgürlük’ paketinde sunuldu. İç politikada Amerikan tarihinde hiç olmadığı kadar hamasi, dinsel bir üslup kullanıldı. Cumhuriyetçi Partinin muhafazakar yoksul tabanı, kürtaj, silah taşıma hakkı gibi tartışmalarla meşgul edildi. Kutuplaşma sürekli diri tutuldu. Yönetimi eleştirenler, ‘yabancı kültürlerin etkisindeki kentli elitler, marjinaller, yeterince Amerikan olmayanlar’ olarak damgalandı. George W. Bush, Amerikan tarihinde dini motifleri konuşmalarına en çok kullanan başkan oldu. Basın toplantılarında kendisine ‘Irak’ın kimyasal silahları nerede?’, ‘Wall Street’teki kontrolsüz işleyiş ekonomiyi tehdit ediyor mu?’ diye soracak Helen Thomas gibi gazeteciler susturulurken, ‘bu çalışma enerjisini nasıl buluyorsunuz?’, ‘maneviyatınızı nasıl koruyorsunuz?’, ‘ne sıklıkla dua ediyorsunuz?’ diye soran ‘’gazeteciler’’e söz verildi. Ve gerek uluslararası dünyada, gerekse ülke içinde, muhalefet eden herkese, ‘’ya bizimlesiniz ya da düşmanlarımızla’’ dayatması yapıldı.
Demokrat Partili yargıçların fişlenme skandalı, yönetimin hedefi olan bazı gazetecilerin gizli kişisel bilgilerinin ortaya saçılmasıyla ilgili bir çok skandal yaşandı. Petrol şirketleri, üretimlerini azaltmalarına rağmen tarihlerinin en büyük karlarını yaşadı bu dönemde. Sokaktaki Amerikalı ise tarihinde ilk kez 1 galon benzine 5 doların üzerinde rekor ücret ödedi. Wall Street bankaları, kısa vadeli yüksek kar için göstere göstere riskli kredileri büyük ölçeklerde alıp satarak ülkeyi, 2008’de, 1929 Büyük Buhranı’ndan beri en büyük ekonomik krize sürükledi. Ve bu açık suçlarına rağmen cezalandırılmaları bir yana devletten yüz milyarlarca dolarlık kredi alarak kendilerini kurtarıp faturayı Amerikan halkına ödettiler. Dick Cheney ile, Rusmfeld ile irtibatlı şaibeli silah ve enerji firmalarının şaibeli iş ve iflasları, Irak ve Afganistan’ın dolaylı masraflarıyla trilyonlarca dolarla ifade edilen maliyetleri hep bu vatan-millet- Mississippi edebiyatı ortamında gölgede kaldı.
İşte bütün bunlar, terör ve güvenliği tehdit edecek durumlar için somut sınırları belli yasalar mevcutken, sınırları belirsiz muğlak bir ‘ulusal güvenlik paketiyle’ her türlü istismara kapı açmakla başladı. Amerikalılar, ‘demokrasiyi düşmanlarından koruyacağız’ diye bağırarak gelen ‘ulusal güvenlik’ yasa tasarılarından şüphelenmeleri gerektiğini, ömürlerinin 10 yılını, hazinelerinin trilyonlarca dolarını, gençlerinin binlercesini feda ederek öğrenebildi.
Oysa Kurucu Babaları, Benjamin Franklin, 200 yıl önceden uyarmıştı:
‘’Güvenlik endişesiyle özgürlüklerinden vazgeçenler ikisini de hak etmezler.’’